4 Temmuz 2010 Pazar

Anonim Şirketler ve TTK 435. Maddeye Göre Kayyum Atanması

Av.Ender Dedeağaç

(Bu yazı www.inisiyatif.net sitesinde 07.12.2007 tarihinde yayınlanmıştır.)
Başlıkta yer alan konuya değinmeden evvel, bir sıkıntımı, bir düşüncemi sizlerle paylaşmanın zorunluluğuna inanmaktayım. Bu nedenle aşağıdaki ilk paragrafı yazmak gereğini duydum.

Anayasal yapımıza göre Türkiye’mde kuvvetler ayrımı uygulanmaktadır. Bu nedenle yasama, yargı ve yürütme birbirinden ayrı kuvvetleri oluşturmaktadır. Ancak, zaman zaman yürütmenin, zaman zamanda yargının, yasamanın yetkilerini kendi yetkileri gibi kullandığını görmekteyim. Özellikle kendi yetkilerine yapılacak müdahalelerde titiz olan yargının, böylesi bir davranışta bulunmasını, belki kendimin de bir yargı mensubu olması nedeniyle içime sindiremiyorum. Gerek bireysel ilişkilerimizde gerekse toplumsal ilişkilerimizde, kendimize saygı duyulmasını istemenin ilk ve temel koşulunun, bizim karşı tarafa saygı duymamız olduğu inancında olduğum için, yasama organının yetkilerine karşı oluşturulan yetki gaspını, benim tarafımdan, kendime karşı oluşturulmuş bir saygısızlık olarak görmekteyim. Eğer siz de benimle aynı düşünceyi paylaşıyor iseniz, aşağıdaki açıklamalarımın anlamının sizin için de daha farklı olacağını düşünmekteyim.

Gelelim ana konuya;

Ticaret Kanununun anonim şirketleri düzenleyen maddeleri arasında yer alan ve “pay sahiplerinin sayısının düşmesi veya organların eksikliği” başlığını taşıyan TTK 435/1 maddesi “.Şirketin tescilinden sonra hakiki pay sahiplerinin sayısı beşten aşağıya düşer veya şirketin kanunen lüzumlu organlarından biri mevcut olmaz yahut umumi heyet toplanamazsa, pay sahiplerinden veya şirket alacaklılarından birinin yahut Ticaret Vekâletinin talebi üzerine, mahkeme şirketin durumunu kanuna uygun hale ifrağ için münasip bir müddet tayin eder ve buna rağmen durum düzeltilmezse şirketin feshine karar verir” hükmünü içermektedir. Bu hükme göre;

— hakiki pay sahiplerinin sayısı beşten aşağı düşerse

— Kanunen lüzumlu organlarından biri mevcut olmaz ise

— Umumi heyet toplanamaz ise

Pay sahiplerinden ya da şirket alacaklılarından birinin veya Sanayi ve Ticaret Bakanlığının davacı sıfatını taşıdığı bir dava ile mahkemeye başvurması gerekmekte olup mahkeme bu başvuru üzerine;

— Önce şirket tüzel kişiliğine verilen uygun bir süre ile yasaya uygun hale gelinmesini emreder,

— Daha sonra, yani verilmiş olan sürenin bitiminde ve AYNI DAVA İÇİNDE durumu bir kez daha değerlendirir ve eğer şirket yapısı yasaya uygun hale gelmiş ise şirketin devamına eğer şirket yapısı uygun hale gelmemiş ise şirketin feshine karar verir.

Yasa hükmünün buraya kadar olan bölümünün uygulanmasında, uygulamada ve öğretide görüş birliği bulunmaktadır. Zaman zaman hatalı kararlar verilmeye devam ediliyor olsa da, en azından Yargıtay denetiminde bu hatalı kararların düzeltilmesi yapılmakta ve görüş birliğine uygun, uygulama sağlanmaktadır.

Problem söz konusu maddenin ikinci fıkrasının uygulanması aşamasında doğmaktadır. İkinci fıkraya göre “Davanın açılmasını müteakip mahkeme, taraflardan birinin talebi üzerine lüzumlu tedbirleri alabilir.” İşte sorun yasa koyucunun, yargılamayı yapan yargıcın takdirine bıraktığı “lüzumlu tedbirleri almak” yolundaki kararının neleri kapsayıp neleri kapsamadığı ve bu tedbirleri bizzat alıp alamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Uygulamada lüzumlu tedbirler kapsamına genelde “kayyum atama” kararı girmektedir ve yerleşmiş Yargıtay kararlarına göre kayyum atamakla görevli mahkeme ise TTK md. 435’e dayalı olarak davayı görmekte olan Asliye Ticaret Mahkemesidir. Uygulamada tereddütsüz bir şekilde bu konudaki Yargıtay kararlarına uyum gösterilmektedir. Kanımca uygulamanın hatası bu noktada oluşmaktadır. Bu nedenle, konuyu kendi görüş açıma göre değerlendirmekte yarar görmekteyim.

Türk Hukuk Sisteminde, Medeni Kanun’da (MK 396 vd. maddeleri) yer alacak şekilde, vesayet daireleri adı altında bir kurum oluşturulmuştur. Oluşturulan bu kurum içinde vesayet daireleri adı altında Sulh hukuk ve Asliye hukuk Mahkemelerine görev verilmiştir. Kanun her iki mahkemenin de yapabileceği işleri tek tek saymıştır ve bu cümleden olmak üzere Asliye hukuk Mahkemelerine, vesayet makamı olarak görev yapan sulh hukuk mahkemelerinin denetim görevi de verilmiştir (MK md397). Bu nedenle asliye hukuk mahkemelerine denetim makamı da denmektedir. Asliye hukuk mahkemeleri sulh hukuk mahkemelerinin kararlarını denetlediği gibi itirazlar üzerine gereken incelemeleri de yapmaktadır.

MK’nın 403/2 maddesine baktığımızda “kayyum, belirli işleri görmek veya malvarlığını yönetmek için atanır” hükmünün yer aldığını görmekteyiz. MK md. 427 ise hangi hallerde kayyum atanacağını hükme bağlarken bu atamanın vesayet makamı tarafından yani Sulh Hukuk Mahkemesi gerçekleştirileceğini belirtmektedir.

MK md. 427/4, TTK’nın 435. maddesi ile paralellik göstermektedir. MK’ya göre de “bir tüzel kişi gerekli organlardan yoksun kalmış ve yönetim başka yoldan sağlanamamışsa” bu tüzel kişiye vesayet makamı tarafından kayyum atanır.

TTK md. 435’te yer alan hükümde lüzumlu tedbirlerin neler olduğu ve kimin tarafından bu tedbirlerin alınacağı belirtilmemiş olmamasına rağmen MK md. 427/4’te organ boşluğu halinde özellikle yönetim bir başka şekilde sağlanamıyorsa kayyum atanmasının tedbir olarak uygulanması gerektiği hüküm altına alınmıştır.

TTK md. 1’e baktığımızda ise “Türk Ticaret Kanunu, Türk Medeni Kanunu’nun ayrılmaz bir cüz’ü dür” hükmünün yer aldığı görülecektir. Bu hüküm ve MK’nın yazılımındaki açıklık nedeniyle, MK’daki hükümlerin uygulanmasının Ticaret Kanunu hükümlerinin uygulanması sırasında öncelikle dikkate alınması gerektiği ve uygulamacıların her iki yasa arasındaki temel kanun ve cüz’ü ilkesini de göz önüne almakla görevli olduğunu düşünmekteyim.

Bu görüş doğrultusunda, YMK’nın gerekçesine baktığımızda, EMK’nın md. 377’de yer alan “bir cemiyetin veya tesisin” sözcükleri yerine YMK md. 427/4’te “bir tüzel kişi” sözcüklerinin tercih edildiğini böylece eski Medeni Kanun dönemindeki yanlış uygulamayı ortadan kaldırmayı amaçladığının belirtildiği görülmektedir. Diğer bir anlatımla yasa koyucu eski medeni kanunda ticaret şirketlerinin eski MK md. 377 kapsamı dışında tutulmasını doğru bulmamış ve YMK’yı kabul ederken tartışmaya yer vermeksizin ticaret kanununa tabi tüzel kişilerin de yeni MK 427/4’ün kapsamında olduğunu ifade etmiştir.

Tüm bunlara rağmen gerek eski MK gerekse YMK döneminde TTK md. 435. maddesi hükmü doğrultusunda kayyum atamaya ve bu kayyumun da asliye ticaret mahkemesi tarafından atanmasını hükme bağlayan Yargıtay kararlarını anlamak mümkün değildir. Birbirinin aynı olan Yargıtay 11. HD’ sine ait söz konusu kararlardan bir tanesine incelediğimizde, örneğin 10.06.2988 gün ve 1988/65 E 1988/3848 K sayılı kararını incelediğimizde, bu kararında “Bir ticari şirkete kayyum tayini hakkında MK'nun kayyum tayini ile ilgili hükümlerinin uygulanacağına dair TTK’nun 138 maddesinde açık bir hüküm bulunmamaktadır. Ne var ki, bu şekilde bir ihtiyacın duyulması halinde TTK’nun 1 maddesi hükmü de dikkate alınarak Türk Medeni Kanununun konu ile ilgili hükümleri uygun düştüğü nispette ticari şirketlere de kıyas yolu ile uygulanması gerektiğinin kabulü zorunludur. Ancak, kıyas yolu ile uygulamada HUMK’nun 8/III. maddesi yollaması ile MK’nun 376 ve müteakip maddelerinde ticari şirketlere kayyım tayininin sulh mahkemesince yapılacağına dair açık bir hüküm bulunmadığından bu tür davaların işin özelliği de dikkate alınarak Asliye Ticaret Mahkemelerinde incelenip sonuçlandırılması gerekir Dairemizin kökleşmiş içtihatları da bu yoldadır (Yargıtay 11 HD nin 5.7.1983 gün ve 1983/3378–3517 ve 14.11.1984 gün ve 1984/4833–5525 sayılı kararları). Konu göreve ilişkin bulunmakla bu hususun mahkemelerce re’sen dikkate alınması gerekir.”dendiği görülmektedir.

Karardan açıkça anlaşılacağı gibi Yargıtay “işin özelliğini” dikkate almış ve şirketlerden kaynaklanan uyuşmazlıklarda kayyum ataması yapılacaksa bunun Asliye Ticaret Mahkemelerince yapılması gerektiğine karar vermiştir. Ancak Yargıtay bu kararında “işin özelliği” nden ne anladığını açıklamamıştır. Kanımca, Yargıtay, Tanzimat döneminden bu yana gelen mantık yapısı ile tacirin ve ticari davanın ancak özel yargılamaya konu olabileceğini düşünmüş ve bu kararı vermiştir.

Kararda yer alan yasa maddelerini tek tek irdeler isek, karar öncelikle TTK 138 maddesinde bir açıklık olmadığını belirtmektedir. Hâlbuki TTK 138 de bir açıklık aramanın bir anlamı bulunmamaktadır. Çünkü bu madde, MK tüzel kişilere ilişkin hükümleri ile Borçlar Kanununun adi şirkete ilişkin hükümlerinin TTK da yer alan şirketler içinde uygulanacağını hükme bağlamaktadır. Bundan daha genel olan TTK 1 maddesi hükmüne göre Türk Ticaret Kanunu, Türk Medeni Kanununun ayrılmaz bir cüzidir. Kabaca ifade etmek gerekirse, Medeni kanun temel kanun Ticaret Kanunu ise bunun cüzi/ekidir. O halde MK da yer alan hükümlerin TTK da yer alan hükümleri örteceğini diğer bir anlatımla Medeni Kanunun tüzel kişiye, dolayısıyla kayyuma ilişkin hükümlerinin öncelik taşıyacağını düşünmek doğru bir yaklaşım olacaktır. Karar bundan sonra EMK nun 376 vd maddelerine atıf yaparak burada yeterince açıklık olmadığını belirtmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi yasa koyucu eski MK’nın 376. maddesini anlaşılır hale getirmek amacıyla hareket etmiş ve YMK md. 427/4’ü bu amaca uygun yazmıştır.

Söz konusu kararlarda Yargıtay, Medeni kanunda yeterli açıklığın olmadığını dile getirmiş ve bu nedenle TTK kendi çözümünü kendi üretmesini ilke edinmiştir. Yukarıda da söylediğimiz gibi TTK’da da Yargıtay’ın anladığı anlamda hüküm yer almamaktadır. Ayrıca YMK ile Yargıtay’ın belirttiği bana göre sözde engel de ortadan kalkmış artık yasa koyucunun iradesine saygı duymaktan başka yapılacak başka bir şey kalmamıştır.

Yargıtay’ın bu denli ısrarı yetkisiz ticaret mahkemelerinin hüküm kurmalarına neden olmaktadır ki kanımca bu husus fiilen var hukuken yok kararların doğmasına yol açmaktadır. Yani ortada mutlak butlanla batıl kararlar vardır.

Ayrıca HUMK ‘un 573/2. maddesine baktığımızda “kabili tevil ve izah olmayacak surette vazıh ve sarahati katiyei kanuniyeye mugayir karar verilmiş olması” halinin hâkimlerin sorumluluk sebepleri arasında sayıldığını görmekteyiz. Söz konusu maddenin “Emsal İçtihatlarla Hukuk Usulü” adlı Senai Olgaç’ın yapıtında yer alan Türkçesine göre bugünkü dilde karşılığı “anlatılmayacak ve açıklanmayacak şekilde belli, kanunun kesin açıklığına aykırı karar verilmiş olması” dır. Baki Kuru açıklamalarında(Hukuk Muhakemeleri Usulü 1984 Bası 4. Cilt sf. 3943 ve burada yer alan Yargıtay Kararı) ise hâkimlerin sorumluluğunda, söz konusu maddeye aykırılıkta, kasıt unsuru aranmaması gerektiği ihmali davranışların bile, tazminat hukuku açısından hâkimin sorumluluğu için yeterli olacağı anlatılmıştır.

Bu paragrafı özetlersek, MK değişikliği ile herkesin anlayacağı şekilde tüzel kişilere kayyum atanmasının vesayet makamına yani sulh hukuk mahkemesine ait olduğunu hükme bağlayan yasayı hala yanlış anlamak hiçbir kasıt taşımamış olsa bile yargıcın sorumluluğunu doğuracak nitelikte bir davranıştır, demek zorunda kalırız.

Bu davranışın yerleşmiş Yargıtay kararlarından kaynaklandığını söylemek kanımca hiçbir yargıcı sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü bu denli yasaya aykırılık yukarıda da söylediğimiz gibi fiilen var hukuken yok kararların doğmasına neden olmaktadır. Ayrıca Yargıtay dairelerinin ve genel kurullarının görevlerinin özellikle hangi hususlarda karar alabileceğini hükme bağlayan Yargıtay Kanununa baktığımızda Yargıtay’ın yasada açıkça hükme bağlanmış konulara aykırı karar alabileceğinin ve yerel mahkemelerden de buna uymalarını bekleyeceğinin gerektiğini anlatan herhangi bir hükme rastlanmamaktadır. Kısaca hukuk devleti ilkesine uymakla yükümlü olan Yargıtay kanun devleti ilkesine bile uymayarak kendi sorumluluğuna ve yerel Mahkeme hâkimlerinin sorumluluğuna neden olmaktadır.

Yargıcın sorumluluğuna değindiğim için sizlere Türk Hukuk Kurumunda ki konferansımda ve bu sitede yayınlanan yazımda yer alan bazı bilgileri hatırlatmakta da yarar görmekteyim. Özellikle Yargıtay, kendi sorumluluğunu düzenleyen yasa maddelerinin uygulanması konusunda fazla hassas hatta uygulamayı olanaksız hale getirecek derecede olumsuz davranmaktadır. Bu düşüncemin haklılığını ortaya koymak için HGK 22.1.1975 tarih 972/4–26 E 39 K ve HGK 14.1.1976 tarih 975/5 E 4 K nolu iki ayrı kararı dikkatlerinize sunmanın yeterli olacağı kanısındayım. Söz konusu kararlar arasında yer alan bir yıllık bir fark, hukuk sisteminde hiç bir değişiklik yapılmamasına rağmen,180 derece farklı karar oluşmasına neden olmuş ve Yargıtay üyelerinin yargılanmaları nerede ise olanaksız hale getirilmiştir. Son günlerde Bakanlık da bu tutuma katılmış, hâkimler hakkında yapılan şikâyetleri, hâkimler hakkında dilekçe vermenin yasak olduğu görüşü ile işleme koymamaktadır. Bakanlığın bu tutumuna karşı idari yargı daha ılımlı davranmakta olmasına rağmen, tüm bunların vatandaşın kabul edebileceği davranışlar olmadığının bilinmesinde de yarar bulunmaktadır. Vatandaşın yargıya olan saygısının devamını istiyorsak, hesap vermekten kaçınmamamız gerektiğinin bilincinde olmamız gerekmektedir. Üstelik yasama dokunmazlığının memur yargılamasındaki ayrıcalığın kalkması gerektiğini savunuyorsanız, hâkimlerin sorumluluğuna ilişkin yasa maddelerini yorumlarken biraz daha dikkatli davranmak gerekir.

TTK 435 maddesinin yarattığı bu olumsuzluğu tartışırken, TTK 324 ile İİK md. 179/a maddelerinde ve TCK da yer alan tüzel kişilerle ilgili önlemlere ilişkin hükümleri de hatırlamakta yarar bulunmaktadır. Söz konusu maddelerde de kayyum atanacağı/tedbir alınacağı ve bunların ticaret mahkemesi ve ceza mahkemesi hâkimi tarafından yapılacağının hüküm altına alındığını görmekteyiz.

Yukarıda ki anlatımları değerlendirdiğimizde, iki kez yasa tarafından bir kez de Yargıtay tarafından kayyumluğa ilişkin genel kuralın dışına çıkıldığını görmekteyiz. Bir ülkenin hukuk sistemi bir bütün olduğuna göre, bu bütünün ister yasa koyucu isterse yargı organı tarafından, delinmiş olması, sistemin dejenere olmasının yanı sıra ülkede yaşayanlara, açıklaması olanaksız sonuçların doğmasına neden olur. Somut olayımızda, kayyumun vesayet makamı dışında atanmış olan kayyumun, atanmasına ve/veya işlemlerine karşı hangi merci’e itiraz edileceği sorusunu askıda bıraktığı gibi, vesayet makamının tasdike konu işlemlerinde tasdikin nasıl işleyeceği sorusu da cevapsız kalmaktadır.

Tüm bunların yanı sıra, yargıcın işlem ve kararlarından doğan tazminat sorumluluğu ile vesayet makamının sorumluluğu arasında bulunan fark nedeniyle vatandaşın uğradığı haksızlığın nasıl giderileceğine ilişkin sorunun cevapsız kalmasıdır. Bilindiği gibi yargıç karar ve işlemlerinden ötürü, kişisel mal varlığı ile sorumludur. Buna karşılık vesayet makamının işlem ve kararlarından doğan sorumlulukta kişisel sorumluluğun yanı sıra hatta ondan önce hazinenin sorumluluğu gelmektedir. Üstelik yukarıda da belirttiğim gibi, ticaret mahkemesi hâkiminin TTK 435 maddesine dayalı olarak aldığı karar sonucunda bir zarar meydana gelmiş ise, bu kararın yok hükmünde bir karar olması nedeniyle sadece haksız fiil tazminatı uygulanabilecektir. Kısacası, yargı ürettiği kararlarla yasama sistem dışına çıkarak, giderilmesi olanaksız bir durumun doğmasına neden olacaktır.

Ayrıca, pratikte organsız kalma olarak tanımladığımız olay YMK ve TTK da ayrı ayrı şartlara bağlanmış olup YMK daha ağır şartlara dayalı olarak kayyum atanmasına olanak tanımıştır. YMK na göre organsız kalmanın yanı sıra tüzel kişinin yönetiminin bir başka şekilde giderilmesinin olanaksız olması gerekmektedir.

Olayı bu açıdan değerlendirdiğimizde, TTK 435 maddesine göre kayyum atanmasının olanaksız olduğunu görmekteyiz. Bilindiği gibi denetçinin bulunmaması halinde, TTK 351 maddesi uygulanarak denetim kurulunun diğer üyeleri tarafından eğer tek başına atanmış denetçi söz konusu ise yargı kararına dayalı olarak denetçiye ilişkin yokluk giderilebilmektedir. Olayı yönetim kurulu için düşünür isek bu kez noksan yönetim kurulu üyelerinin TTK 315. maddesi gereği yönetim kurulu tarafından tamamlanabileceğini, noksan yönetim kurlunun zorunlu işlemleri ve kararları özellikle genel kurulu toplantıya davete ilişkin karar ve işlemleri gerçekleştirebileceğini hatta toplantı yeter sayısının sağlanamadığı durumlarda bile TTK 315. maddesi ile noksan üyenin tamamlanabileceğine ilişkin yargı kararlarının bulunduğunu görmekteyiz.( 11. HD 28.8.1992 gün 91/2651 E92/9311 K-Batıder Cilt XVII S1,s135–136),TTK nın 367 maddesi ise, azınlığı oluşturan ortakların mahkemeden genel kurulun toplanmasını talep edebileceğini bu yolla da organsızlığı ortadan kaldıracağını hükme bağlamaktadır. Ayrıca bu tür davaların evrak üzerinden çözümlenebileceğini de dikkate almamız gerekir. (11. HD’nin 4.6.1992 gün E 92/1020 K7385 sayılı kararı bu konuda örnek karardır.).

Burada değerlendirilmesi gereken bir başka konu ise, şirket ortaklarının beş kişiden aşağı düşmesi halinde de tedbir uygulaması, kayyum ataması olarak değerlendirdiğimiz bu hüküm yani TTK md. 435 “hakiki” pay sahiplerinden söz etmesine ilişkin konudur. Yani saman/fiktif ortaklarla bir şirketin kurulamayacağını yasa belirtmektedir. Buna karşılık pek çok kişi ise pratikte bunun kanıtlanamayacağından söz etmektedir. Hâlbuki Doç. Dr. Tuğrul Ansay’ın Anonim Şirketler ve Tatbikat adlı makalesinde yer alan 4 HD 10.3.1958, son İçt.3720 (1958);13 Türk İçtihatlar Külliyatı 164, nr. 261 (1958 C1–2) Yargıtay Kararına göre durumun hayatın olağan koşulları içinde değerlendirilmesinin yeterli olacağından söz edilmektedir. Bu ise ispatı kolaylaştıran bir husustur.

Bu makalede sayın yazar özetle “Bir anonim şirkette sermayenin çoğunluğunun bir şahsın elinde ve diğer payların da ailenin başka fertlerinde bulunmasının bir (muvazaa iddiasının kolayca kabulünü mümkün kılabileceğini) ifade etmiştir.” Beyanında bulunmuştur. Bu karar ve beyan bize anonim şirketteki ortakların gerçek ortak olması gerektiğini fiktif/saman ortak yoluyla kurulan ortaklıkların muvazaa nedeniyle feshine gidilebileceğini anlatmaktadır. Böylesi bir durum doğduğunda da kanımca, organ boşluğundan söz edip kayyuma gitmek mümkün olmalıdır.

Bilindiği gibi, çocukla ebeveyn arasında çıkar çatışması bulunduğunda da EMK 376/2 ve YMK 426/2 maddesine göre kayyum atanabilmektedir. Bu kayyumun sulh hukuk mahkemesi tarafından atanacağı konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Ancak burada hatırlatmak istediğim konu, bir şirketin kurulmasında ebeveyn küçük yerine sermaye koymak istediğinde küçük için kayyum atanması gerekmektedir. Burada hangi menfaatin çeliştiğini özellikle lehine bağış yapılan küçük açısından değerlendirmek mümkün olamamaktadır. Bunun yanı sıra ebeveynin yönetim ya da denetimde bulunması halinde ortak sıfatındaki küçük için kayyum atanmasını talep etmenin ise pratik bir yararı bulunmamaktadır. Çünkü küçük ve/veya ebeveyn zaten böylesi durumlarda TTK 332, 374. maddeleri gereği oy kullanmak hakkına sahip değildir.

Konuyla ilgisi olmamakla birlikte güncelliği açısından aşağıdaki satırların da bu yazıda yer almasında yarar görmekteyim.

Yukarıda, hâkimin yargılanmasındaki özel hükümlerin yargı organları tarafından uygulamayı ortadan kaldırıcı nitelikte yorumlandığını belirtmiş ve bunu eleştirmiştik. Bu günlerde kabul edilen yasa ile avukatların hâkim olabileceği yolundaki kanun değişikliği nedeniyle başlayan tartışmaları ben yukarıdaki açıdan değerlendirmek istiyorum. Bilindiği gibi daha önce de 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 9. maddesi gereği avukatlar hâkim olabiliyorlardı. Ancak, çok zorda kalınan bir kaç zaman dilimi dışında ve bazı özel olaylar dışında avukatların hâkim olmasına bakanlık olanak tanımamakta idi. Bu yasa maddesi ortada dururken ve bakanlığın personel yapısında daha doğrusu düşünce yapısında bir değişiklik olmamasına rağmen konunun yeni bir yasa ile gündeme gelmesini anlamış değilim ancak bu oluşumun bende yarattığı korkuyu dile getirmekte yarar görmekteyim. Yukarıda da söylediğim gibi hâkimin yargılanmasının olanaksız hale gelmesi için gösterilen çabaları sonucunda eğer yeni gelen grup özel amaçlar ile gelen bir grup ise bu grupta yargılanmazlık zırhından yararlanacak ve bu zırhı eleştirenlere ise ben yeni bir şey yapmadım senin kurallarını uyguluyorum diye cevap verilecektir. Yani, yargıcın bağımsızlığını yargıcın sorumsuzluğu olarak yorumlayanlar bu hatalı yorumları ile affedilmez bir sonucun doğmasına neden olmuş olacaklardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder