19 Nisan 2020 Pazar

HUKUKÇU BİLİRKİŞİLİK ve ANAYASA MAHKEMESİ KARARI


Av. Ender Dedeağaç
İzmir 1. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesi tarafından, 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunun bazı maddelerinin iptali için, başvurulmuştur.
Kararın tam metnini, Anayasa Mahkemesi sayfasından bulmak mümkündür. Bu nedenle, bu yazıda sizlerle, sadece özetler halinde, kararın gerekçesinde yer alan bazı bilgileri paylaşmak istedim.
İtiraza konu yasa maddelerini değerlendirdiğimizde, öncelikle, İzmir 1. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesi, hukukçu bilirkişi seçmek ve bu bilirkişilerin hukuki konularda rapor düzenlemesine olanak verilmesini istediği görülmektedir.
Bu itiraz oluştururken, Bilirkişilik Kanunu ile HMK arasında ki benzer hükümler bile dikkate alınmamıştır. Kanımca, bu davranışın nedeni, itiraz eden mahkemeye göre, bilirkişilik yasasında iptali istenen maddelerin iptali halinde, hukukçu bilirkişi seçimine ilişkin, ceza yargılaması açısından, tüm engellerin kalkmış olacağını düşünmüş olmasından kaynaklanmaktadır.

İptali istenilen maddeleri incelediğimde;
-          3.2) Bilirkişi, raporunda çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hususlar dışında açıklama yapamaz; hukuki nitelendirme ve değerlendirmelerde bulunamaz.
-          10.4) Hukuk öğrenimi görmüş kişiler, hukuk alanı dışında ayrı bir uzmanlığa sahip olduğunu ve birinci fıkradaki şartları taşıdığını belgelendirmediği takdirde, bilirkişilik siciline ve listesine kaydedilemez.
-          63/1 maddesine 5271 sayılı kanunla eklenen hüküm ) Hukuk öğrenimi görmüş kişiler, hukuk alanı dışında ayrı bir uzmanlığa sahip olduğunu belgelendirmedikçe, bilirkişi olarak görevlendirilemez.”
İptali istenilen üç ayrı maddeyi birlikte değerlendirdiğimde; İtirazın, özellikle, hukukçu bilirkişilerin özellikle avukatların, bilirkişi olarak görev yapmalarını sağlamaya yönelik olduğunu görmekteyim. Anayasa Mahkemesi bu talep ret etmiştir. Ret kararından yapacağım alıntılarla, Anayasa Mahkemesinin görüşünü size sunmak isterim ;

Hukuk devletinde kamusal her yetkinin hukuka uygun kullanılması gerektiği gibi mahkemelerin de önlerine gelen uyuşmazlıklar hakkında karar verirken ilgili kanunlara uyma yükümlülüğü vardır. Bilirkişilerin hukuki nitelendirme ve değerlendirmede bulunamayacaklarına ilişkin yasağı düzenleyen kural da hâkimlerin hukukun olaya uygulanmasındaki asli görevlerinin bir sonucudur. Dolayısıyla hukuki sorunları mesleki bilgi ve deneyimleriyle çözmesi gereken hâkim bu sorunların giderilmesinde en yetkin kişidir. Anayasa’nın 9. ve 138. maddelerinde de mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi çerçevesinde hukuka uygun olarak hüküm verme yetkisi hâkime tanınmıştır.”
        
“Bilirkişi incelemesi, kesin deliller arasında olmayıp takdiri deliller arasında yer aldığından hâkim yönünden bağlayıcı değildir. Hâkim, bilirkişi incelemesini serbestçe değerlendirir ve kararını bu değerlendirmenin sonucuna göre verir.   Hukuk kurallarını resen araştırarak bulmak, yorumlamak ve olaya uygulamak hâkimin görevi olduğundan (AYM, E.2017/20, K.2018/75, 5/7/2018, § 41) uyuşmazlıkta çözümü özel ve teknik bilgi gerektiren hâllerle sınırlı olarak görevlendirilen bilirkişinin görevlendirildiği konu ile sınırlı olarak inceleme yapmasının ve görüşünü bildirmesinin istenmesinde Anayasa’nın 138. maddesinde güvence altına alınan mahkemelerin bağımsızlığı ilkesini ihlal eden bir yön bulunmamaktadır.”
“Kuralın gerekçesinde; düzenlemenin amacının Anayasa’yla hâkime verilen mutlak yargı yetkisinin -bilirkişi vasıtasıyla dahi olsa- bir başkasına devrinin önlenmesi olduğu, hukuk kurallarını araştırmak, yorumlamak ve bizzat uygulamakla görevli hâkimin uyuşmazlık hakkında bir de bilirkişi atamasının gereksiz yere yargılama giderlerinin artmasına ve buna bağlı olarak yargılama sürecinin uzamasına sebebiyet vereceği, kuralla bilirkişilik kurumunun gerçek fonksiyonunun sağlanacağı ve yalnızca hukukî değerlendirmeden ibaret olan konularda bilirkişiye ihtiyaç bulunmadığı belirtilmiştir.”
        
“Hâkimlik mesleğinde hukuki bilginin yanı sıra muhakeme gücü, karar vermek için bir konuyu kavrayıp karar şekline getirerek özetleme yeteneği, bilimsel ve teknolojik gelişmelere açık olmak önem taşımaktadır. Bu nedenle genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamayacağının bir yansıması olan hukuk öğrenimi görmüş kişilerin -hukuk alanı dışında ayrı bir uzmanlığa sahip olduğunu belgelendirmedikçe- bilirkişi olarak görevlendirilemeyeceğine dair kuralın mahkemelerin bağımsızlığını ihlal edici nitelikte olduğu söylenemez (AYM, E.2017/20, K.2018/75, 5/7/2018, §§ 39, 40).”
Bir başka iptal istemi ise, Bilirkişilik Kanunun 3.12.6 maddesi ile ilgilidir
Bilirkişilik Kanunun 3.12.6 maddesinde yer alan  
“Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren sorun açıkça belirtilmeden ve inceleme yaptırılacak konunun kapsamı ile sınırları açıkça gösterilmeden bilirkişi görevlendirilemez.”
Anayasa Mahkemesi bu istemi ret ederken ;
“Kaldı ki kuralla getirilen düzenlemenin aksine, inceleme yaptırılacak konunun kapsamı ile sınırları açıkça gösterilmeden bilirkişinin görüşünün istenmesi, 6754 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde belirtildiği gibi bu Kanun’un çıkarılmasının esas sebeplerinden birini teşkil eden bilirkişiden hâkim yardımcısı gibi yararlanılmasının ve yargı yetkisinin bilirkişiye devredilmesinin önlenmesine ilişkin amaca da uygun olmayacaktır.” Görüşünü gerekçe olarak kararında yer vermiştir.
Buraya kadar sizlere sunduğum Anayasa Mahkemesi kararında yapmış olduğumuz gerekçeye ilişkin alıntıları birlikte değerlendirdiğimizde; Anayasa Mahkemesi, hakimin asli görevinin, uyuşmazlığı çözmek olduğunu, bu görevinin Anayasaya ve kanunlara aykırı olarak devredemeyeceğini belirttiğini görmekteyiz. Ayrıca, hakimin bilirkişinin hangi konularda inceleme yapması gerektiğinin açıkça hakim tarafından sağlanmasının şart olduğunu belirtiği görülmektedir.

İptal talebinde bulunan mahkeme, hukukçu bilirkişi seçimine olanak verilmesinin yanı sıra, bilirkişi seçiminde de bir sınırlama olmasını istememektedir. Bu nedenle “Bölge kurulunun hazırladığı listede bilgisine başvurulacak uzmanlık dalında bilirkişi bulunmaması hâlinde, diğer bölge kurulları bilirkişilik listelerinden, burada da bulunmaması hâlinde, 10 uncu maddenin (d), (e) ve (f) bentleri hariç birinci fıkrasında yer alan şartları taşımak kaydıyla listelerin dışından bilirkişi görevlendirilebilir. Listelerin dışından görevlendirilen bilirkişiler, bölge kuruluna bildirilir.”ve” Listelerin dışından görevlendirilen bilirkişiler, bölge kuruluna bildirilir.” Maddelerinin de iptalini istemiştir. Böylece, hakimlerin, denetlenemeyeceğine ilişkin görüşünü ifade etmiştir. Anayasa Mahkemesi bu istemi de ret etmiştir. Ret gerekçesinde “Diğer taraftan kurallarla bilirkişilik bölge kurulu listeleri dışından seçilen bilirkişilerin bölge kurullarına bildirilmesiyle bu kişilerin bilirkişilik için gerekli şartları taşıyıp taşımadıklarının denetlenebilmesine imkân tanınmak istendiği anlaşılmaktadır. Daha önce de ifade edildiği gibi 6754 sayılı Kanun’la bilirkişilik için etkin ve verimli bir kurumsal yapının oluşturulması amaçlanmakta olup anılan hükmün de bu kapsamda getirildiği görülmektedir. Bilirkişiliğin etkin ve verimli bir yapıya ulaştırılması amacıyla getirilen ve yargılamanın işleyişiyle doğrudan ilgisi bulunmayan, idari tedbir niteliğindeki düzenlemenin adil yargılanma hakkını veya mahkemelerin bağımsızlığı ilkesini ihlal eden bir yönü bulunmamaktadır.” Demektedir.
Bu iptal istemleri ile yetinmeyen iptal talep eden mahkeme,  Hakimler ve Savcılar Kanunun 63/1 maddesinde yer alan “Bilirkişi seçimi ve görevlendirmesi sırasında kanunlarla belirlenen kurallara uymamak,” hükmünün de iptalini istemiştir. Anayasa Mahkemesi, bu istemi,  
“Disiplin cezaları; kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacıyla öngörülmüş, yapma veya yapmama biçiminde beliren davranış kurallarının ihlali hâlinde uygulanan idari yaptırımlardır. Hâkim ve savcılar için öngörülmüş olan disiplin cezalarının amaçlarından birinin de meslekte disiplini sağlamanın yanı sıra yargı hizmetlerinin düzenli bir şekilde yerine getirilmesi olduğu söylenebilir. Bilirkişilik için etkin ve verimli bir kurumsal yapı oluşturulmasına ilişkin hedefin gerçekleştirilmesi de gözönüne alınarak yargı hizmetlerinin düzenli şekilde yürütülmesi, dolayısıyla kamu yararının devamlılığının sağlanması amacıyla bir idari yaptırım sebebi olarak ve Anayasa’nın 140. maddesine uygun şekilde kanunla öngörülen kuralın getirilmesi kanun koyucunun takdirinde olup bu çerçevede kuralın mahkemelerin bağımsızlığı ilkesini dolayısıyla adil yargılanma hakkını ihlal eden bir yönü bulunmamaktadır” gerekçesi ile ret etmiştir.

HMUK dönemine baktığımızda, bugün Bilirkişilik Kanununun iptali istenilen maddelerinin, HMUK 274 vd maddelerinde de yer aldığını görmekteyiz. Hatta HMUK 274 maddesine 6.7.1981 tarih ve 2494 sayılı kanunla yapılan ekle, hakimlerin hukuki konularda bilirkişiye başvuramayacağının, çok net bir şekilde hükme bağlandığını görmekteyiz.

Küçük yerleşim yerlerinde, HMUK, HMK ve Bilirkişilik Kanunu kurallarının uygulanmasında bir problem yaşanmamasına rağmen problemin büyük şehirlerde olması dikkatimi çekmektedir.

İptal talep eden mahkeme, hakimin yasalara aykırı davranışından ötürü de disiplin cezası ile cezalandırılmasına ilişkin maddenin de iptalini talep etmektedir. Bana göre, bu madde yasada yer alsın yada almasın, yasalara aykırı hareket eden hakim suç işlemiştir. Suç işleyen kişinin, disiplin cezası ile cezalandırılmasının iptalini istemek boş bir talepten öte gitmez.

Kişisel kanıma göre, hukuki görüş bildiren bilirkişileri cezalandıran, Bilirkişiler Kurulunun, aynı zamanda, bu eylemi suçtan haberdar olmak olarak değerlendirmesi ve ilgili mercilere bildirmesi gerekmektedir.

Yasalara aykırı olarak hukukçu bilirkişi seçen hakim Yrg CGK 25.06.2019 gün ve 2016/5-981 E ve 2019/490 K sayılı kararında, “hakim mesleki hatalarından ötürü yargılanamaz. Kastı yoksa suç olmaz” kuralından da yararlanamaz. Çünkü, hakimin bu davranışı, TCK 257/1 maddesi, hükmünde yer alan, “görevinin gereklerine aykırı davranmak” fiili kapsamında kalmaktadır. Hiçbir hakim, HMK’yı bilmediğini söyleyemeyeceğine göre, hakim bile bile, görevinin yerine getirmekten kaçınmıştır.

Uygulamanın HMK ya uygun hale gelmesi, bana göre, meslektaşlarımın yararına oluşacaktır. Çünkü, meslektaşlarım, bu gün, yargıya ucuz emek sunmaktadırlar. Bilirkişinin, aldığı ücreti aylık hale getiriniz. Bilirkişilik nedeni hiçbir sosyal hakkının olmadığını düşününüz. Bir hakimin yargıya maliyeti ile hukukçu bilirkişinin maliyeti arasındaki uçurumu görürsünüz. Üstelik, hakim, bu yöndeki kararı ile, bilirkişiye vermiş olduğu dosya kapsamında yer alan hukuki uyuşmazlığı kendisinin çözemeyeceğini, bunun bilirkişi aracılığı ile çözülebileceğini yada çözmek için zaman bulamadığını, belirtmektedir.
Bu uygulamanın başlaması ile, dosyayı bilirkişi çözer mantığı yerine, uyuşmazlığa ilişkin çalışmalar, dava dilekçesi hatta işin alımı aşamasında düşünülecektir. Böylece, iş bilmediği halde, müşteri potansiyeli olduğu için, dosya bilirkişisinin aldığı ücretin kat be kat fazlasını alan meslektaşlarım, ya bilmediği işi almaktan vazgeçecekler yada dosyayı hazırlarlarken, bu gün adına bilirkişi dediğimiz meslektaşlarımızla, ortak iş yapmak veya başlangıçta onlardan alacağı raporlara hak ettiği ücret ödeyeceklerdir.

Elbette, bu aşamada, hukukçu akademisyenlerin, uzman görüşü olarak vermiş oldukları raporların ise, davanın tarafı için hazırlanmış bir makale çalışması olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü, HMK 293 maddesinin gerekçesini incelediğimizde, uzman görüşünün taraf tanığı/taraf bilirkişisi gibi değerlendirilmesi gerektiğini görmekteyim. Yani uzman, bilirkişiler gibi, ancak teknik konularda yada çözümü özel bir bilgiyi gerektiren konularda görüş bildireceği için, hukuk konusunda bildirilen görüşler, bu kapsama girmeyecektir.

    




      










12 Nisan 2020 Pazar

AVUKATLIK VEKALET ÜCRETİ İLE İLGİLİ YARGITAY 13. HUKUK DAİRESİ’NİN KARARLARININ ELEŞTİRİLMESİ


Av. Ender DEDEAĞAÇ

Bir insanın sevmediği bir şehirde yaşaması, sevmediği bir insanla beraber olması, sevmediği bir işi yapması, bana göre işkence olarak kabul edilmelidir.
Bizim gençliğimizin popüler yazarlarından Desmond Morris, bunu “Sevmek Dokunmaktır” adlı eserinde dile getirmiştir. Buradaki dokunmayı, bilmek, tanımak olarak da algılamak mümkündür.
Sevdiğiniz işi, yeri ya da insanı değiştirmek isteyebilirsiniz. Ancak, bu değişim, sevdiğiniz şeyin özüne dokunmadan, olumlu -daha doğrusu- insanların imrenerek bakacağı değişiklik olmalıdır. Yoksa, sizin sevginiz göstermeliktir.
Yazının buraya kadar olan kısmına bakarak aşk hikayesi anlatacağımı zannetmeyin. Ben hukuku sevmekten, hukuku iş olarak / meslek olarak seçmekten bahsedeceğim. Elbette severken ona zarar vermeden ve herkesin imreneceği değişiklikleri yaşatarak / yaşayarak bir arada olmaktan söz edeceğim.
Yazdaki amacım, avukatlık akdi vekalet ücretine ilişkin  Yargıtay 13 Hukuk Dairesinin ve HGK kararını değerlendirmektir. Ancak, bu amacın gerçekleşmesi için öncelikle bazı kavramları hatırlatmak gereğini duydum.
Mademki sevmek dokunmaktır. O halde, eğer hukuku sevdiğimizi söylüyorsak ona dokunmamız, yani doğru tanımamız gerekir.
Bu amaçla, hukuk tanımlarına baktığımızda, birden fazla tanım olduğunu görmekteyiz. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü, yaşamda da aynı insan birden fazla kişi tarafından birden fazla şekilde tanımlanmaktadır. Kim, nasıl tanımlarsa tanımlasın, herkes aynı göz renginden söz etmek zorundadır. Aksi takdirde, sevdiği şeye dokunmamış onunla yaşamaya karar vermemiş demektir.
Bu nedenle, birden fazla tanımdan hukuk.nedir.org sitesinden aldığım birkaç tanımı sizlerle paylaşmak isterim.
“Hukuk, her şeyden önce bir düzen demektir. Fakat hukukun öngördüğü düzen, fiilen gerçekleşen bir düzen değildir. Hukuk, toplum içinde insanların gerçekten nasıl davrandıklarını değil, nasıl davranmaları gerektiğini gösterir. Hukuk, kendisine uyulmak ve uygulanmak için vardır. Adalet değeri dolayısıyla, insanlar arası ilişkileri bir düzene koymak, toplumsal yaşamın gerçekleşmesini sağlamak ister. İnsanlara, “Bana uy; beni gerçekleştir” buyruğu ile seslenir”.[1]
“Hukuk düzeni, doğduğu andan itibaren bireyin karşısına kabul edilmesi ve uyulması gereken, kesinlikle doğru kurallar olarak çıkar. İnsan, özgür bir varlıktır ve iradesini hukukun buyrukları doğrultusunda kullanabileceği gibi, onlara aykırı bir yönde de kullanabilir. Bu nedenle toplum içinde insanların tutum ve davranışlarının hukuk kurallarına uymaması, her zaman mümkündür.[2]
“İşte hukuk, insan davranışlarını değerlendiren, çıkar çatışmalarına çözüm getiren kurallardan, normlardan meydana gelen bir sistem, bir bütündür.”[3]
“İnsan-insan, insan-doğa ilişkilerinin insanlığın ortak çıkarı ve huzuru için evrensel ilkelerle güvence altına alınmasıdır. Hukuk, insanlık seviyesi için göstergedir. Hukukun temeli, kaynağı üzerine birçok fikir ortaya atılmıştır. Bunlar kaynağı: tanrı, sınıf çıkarları, toplum sözleşmesi, doğa ve insanlar olarak belirten görüşlerdir.”[4]
Tüm tanımların ortak noktası, hukukun, toplumsal düzeni korumak için var olan normlar bütünü olduğudur.
O halde, hukuku sevmek için, normları bilmek, ona saygı duymak böylece toplumsal düzeni korumak zorunluluğu bulunmaktadır. Kişisel kanıma göre, hukuk ancak, hukuk devleti içinde yaşarken sevilebilir. O halde, hukuk devletinin ne olduğunu belirlemekte yarar bulunmaktadır. Anayasamızın 2. maddesi, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu hükme bağladığına göre, bize hukuku sevmek için gereken ortamı sağlamıştır. Hukuk devletinden ne anlamamız gerektiğini ifade etmek istersek,  Anayasa mahkemesi kararından[5] yararlanmak mümkündür. Söz konusu tanıma göre, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Gene aynı karara göre, “Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran bunu sürdürmekte kendini yükümlü sayan bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi; devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasa koyucunun da her zaman Anayasa ve Hukukun üstün kuralları ile kendisini bağlı saymasını gerektirir. Bu bağlamda yasa koyucunun yasal düzenlemelerin yapılması sırasında ki takdir yetkisi, sınırsız ve keyfi olmayıp, hukuk devleti ilkeleriyle sınırlıdır.”
Söz konusu tanıma göre, yasa koyucu hukuk devleti ilkeleri ile sınırlandırılmıştır. Yasama organının sınırlandırılmış olması, aynı zamanda, yürütme ve yargı organlarının da sınırlandırılmış olmasını gerektirmektedir.
Söz konusu karara göre, hukuk devletinin var olabilmesi için “Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, kanun düzenlemelerinin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuki güvenlikle bağlantılı olup birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. (Anayasa Mahkemesi 26.12.2013 gün ve E.2013/67, K2013/164) Hukuk devletinin unsurları, doktrinde de belirlenmiş olup, bunlardan konuyla ilgili iki tanesi “hukuki güvenlik” ve “belirlilik” ilkeleridir. Bireyin devlete güven duyması, ancak hukuki güveliğin sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde mümkün olabilecektir. Anayasada öngörülen temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ve insan haklarının insan hayatına egemen kılması için Devlet, bireylerin hukuka olan inançlarını ve güvenlerini korumakla yükümlüdür. Doktrinde hukuki güvenlik ilkesinin gerekleri de şu şekilde sıralanmıştır:
1- Devlet faaliyetleri, önceden öngörülebilir, tahmin edilebilir olmalıdır.
2- Devlet faaliyeti, önceden hukuk kurallarıyla düzenlenmiştir.
3- Hukuk düzeninde mümkün olduğunca hukuki istikrar sağlanmalıdır.
4- İdarenin tek yanlı işlem yapma üstünlüğüne karşı, güvence niteliğindeki kurallarla (bireylere katılma, dinleme ve savunma hakkı gibi haklar tanınarak) birey ile idare arasında denge sağlanmalıdır.
5- İdare, bireyin haklı beklentilerine uygun davranmalıdır.
6- Yasal düzenlemelerde hukuka ve devlete olan güveni zedeleyici hususlardan kaçınılmalıdır.
7- Devlet kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirilebilmesi için hukuk güvenliğinin sağlandığı bir hukuk devleti yaratmalıdır. (Prof. Dr. Bahtiyar Akyılmaz, Prof. Dr. Murat Sezginer, Doç. Dr. Cemil Kaya- Türk İdare Hukuku - Ankara 2009, 5.130.131)”
Buna göre ve Anayasa Mahkemesi kararında da ifade edildiği gibi, hukuk devletinin unsurlarından olan “hukuki güvenlik” ilkesi gereği devlet faaliyetlerinin önceden tahmin edilebilir, öngörülebilir olması gerekmekte olup, takdir yetkisini zorlayan ve keyfiliğe yol açacak kurallara yer vermemelidir. “Belirlilik” ilkesinin gereği ise, maddi hukuk ve usul kurallarının önceden öngörülebilir bir açıklıkta ve kişilerin haklı beklentilerini bariz şekilde bertaraf etmeyecek düzenlemeler yapılmasını gerektirir. Aksi takdirde, verilen yetkilerin sınırlarının belirsiz olup takdir keyfiliğe dönüşmesine neden olur ve yasanın verdiği ucu açık yetki kullanımıyla tesis edilen işlemlerin hukuki denetimi de yasa engeli sebebiyle gereği gibi yapılamaz.”
Karar hukuki güven ve belirlilik ilkeleri olmadan hukuk devletinin olamayacağını dile getirmektedir. Üstelik belirlilik ilkesinin, sadece vatandaşların değil, yasayı uygulamakla görevli olan kişilerinde güvenliliğini sağlayacağı vurgulanmıştır. Karara konu somut olayda, yasama organının hukuk devleti ilkelerine uygun davranmasının, sadece bireylerin değil aynı zamanda yürütme organının ve yasama organının da güvenirliliğini sağlayacağı belirtilmiş, ve  kararda “Nitekim Yasanın bu belirsiz-ölçüsüz şekli sebebiyle mahkemelerce de, sağlıklı hukuki denetim yapılamamaktadır. Çünkü, unsurları belirsiz bir “ilgisine göre” kriteri, idarece farklı, Mahkemece bilirkişice farklı, Yüksek Mahkemece farklı anlaşılmaya meydan verecek bir ifadedir. Bu da hukukta, belirlilik ve hukuki güvenlik ilkelerine aykırıdır.” cümleleri ile ifade edilmiştir.
Belirginlik ve güvenirlilik kurallarının yer aldığı bir başka kaynak Bangolar Yargı Etiği Kurallarıdır. Bangolar Yargı Etiği İlkelerinde, doğruluk ve tutarlık hususunda şunlara yer verilmiştir: Doğruluk ve tutarlılık, yargı görevinin düzgün bir şekilde yerine getirilmesinde esastır. Hâkim, doğru ve istikrarlı olarak mesleki faaliyetini her zaman düzgün bir şekilde yerine getirmelidir. İstikrarsız ve doğru olmayan tutum ve davranışlarda bulunmamalı, benzer konulardaki kararları farklı olmamalıdır. Davranış ve kararlarında, doğru bir çizgi ve istikrar içinde hareket etmelidir. Hâkim, meslekî davranışlarında, makul seviyedeki bir kişide herhangi bir yanlış anlaşılmaya neden olmayacak hal ve tavır içinde olmalıdır.
Bize göre, Bangolar Yargı Etiği Kuralları içinde yer alan, “benzer konulardaki kararları farklı olmamalıdır.” kuralı belirlilik ve güvenirlik ilkesini ifade etmektedir.
“Hukuk kurallarını değiştiren makamın, sınırsız bir değişiklik yapma yetkisi olamaz. Bu yetki, hukukun genel ilkeleri ile anayasal ve yasal ilkelerle sınırlandırılmış durumdadır. Zira hukuk kuralları değiştirilirken bir yandan toplumun yeni ihtiyaçlarının karşılanması, diğer taraftan değişiklik tarihine kadar var olan mevcut hukuki durumun ve oluşmuş istikrarın zedelenmemesi gerekir. Hukuk kurallarının sık sık değişmesi hukuki istikrar ve belirliliği yok ederken, bu değişikliklerin geçmişte tamamlanmış ve/veya kazanılmış haklara geriye dönük olarak uygulanması belirlilik ve istikrarın yanı sıra hukuki güvenliğin de zedelenmesine sebep olur. Değişiklik yapma hususunda sınırlamanın geldiği son nokta ise “hukuki güvenlik ilkesi”dir.”[6]
Yukarıda yer alan açıklamaları değerlendirdiğimde, yasaların, belirlilik ve güvenirlilik ilkesine uygun yapılması gerektiğini ve yargının yasaları uygularken de belirlilik ve güvenirlilik ilkelerine uygun davranması gerektiğini görmekteyim.
Bu aşamaya kadar olan açıklamalarımda, hâkimin hukuk yaratmasından söz etmedim. Bilindiği gibi, hâkim TMK 1. maddesine göre, hukuk yaratmaktadır. Yani yasa koyucunun görevinin üstlenmektedir. Hâkimin hukuk yaratmağa ilişkin görevini tanımlarsam:
Hukuk boşluğu bulunan durumlarda hâkim, kanun koyucu gibi davranarak, tarafların menfaatlerini tespit edip, bunları adaletli bir şekilde tartmak, yüksek yargı kararlarından, bilimsel görüşlerden yararlanarak, ihtilafı hakkaniyete uygun şekilde çözmekle yükümlü olması diye tanımlarım.
Hâkimin hukuk yaratmasına ilişkin temel kural TMK 1 maddesinde yer almaktadır. Hukukun uygulanması ve kaynakları madde başlığını taşıyan bu maddeye göre:
“Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır.
Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hâkim, örf ve âdet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir.
Hâkim, karar verirken bilimsel görüşlerden ve yargı kararlarından yararlanır.”
Anayasamızın 138 maddesine baktığımda ise; “Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler.” hükmünün yer aldığını görmekteyim. Bu madde kapsamına göre, hâkim, anayasaya, kanuna, hukuka, vicdanına bağlı olmanın yanı sıra, belirlilik ilkesine ve güvenirlik ilkesine de uygun davranmak zorundadır.
Her ne kadar Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları Yargıtay Kanununun 24. maddesine göre, uyulması zorunlu kararlardan ise de bu kararlar yolu ile hukuk yaratmak mümkün değildir. Çünkü Yargıtay’ın görevi hukuki denetimi sağlamaktır. Bu ise yorum yolu ile gerçekleşmesi gereken bir eylemdir. Üstelik eski bir alışkanlıktan vazgeçilmesi gerekir. BAM’lar yokken, Yargıtay BAM görevini de üstlenmiş idi. Ancak, bugün buna gerek yoktur. Üstelik devamı yetki gaspı olarak değerlendirilmelidir.
Yukarıda da belirtiğimiz gibi, “hukuk kuralları değiştirilirken bir yandan toplumun yeni ihtiyaçlarının karşılanması, diğer taraftan değişiklik tarihine kadar var olan mevcut hukuki durumun ve oluşmuş istikrarın zedelenmemesi gerekir”[7]
Bir olaya, o sırada yürürlükte olan hukuk kurallarının uygulanmasına derhal (hemen) uygulama ilkesi adı verilmektedir. Derhal uygulama ilkesi gereğince yeni kanun, yürürlüğe girdikten sonraki olay ve işlemlere uygulanmakta, geçmişe yürümemektedir.
“Bu ilke Roma Hukukundan bu yana kabul görmüş bir ilkedir. Bu ilke ilk kez 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde temel bir hak olarak yer almıştır. Bildiri’nin 8. maddesinde; Yasa ancak açık ve zorunlu olarak gerekliliği beliren cezaları koymalıdır ve bir kimse ancak suçun işlenmesinden önce kabul ve ilan edilmiş olan ve usulüne göre uygulanan bir yasa gereğince cezalandırılabilir.[8]
Bu ilkeye, daha sonra, 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 7. maddesinde: “Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre bir suç sayılmayan bir fiil veya ihmalden dolayı mahkûm edilemez. Yine hiç kimseye, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” biçiminde yer verilmiştir”[9]
Geriye yürümezlik ilkesinin tanımı konusunda görüş birliği bulunmamasına karşın, ilke genel olarak şu şekilde tanımlanabilir: Yürürlüğe giren yeni kuralın yürürlük tarihinden önceki dönemde hukuki sonuçlar doğurmasını yasaklayan ve kuralın ancak yürürlüğe girdiği tarihten sonraki olaylara uygulanmasını emreden hukukun genel prensibidir.”[10]
Aksini düşünmek hayatın olağan akışına aykırıdır. Kabul görmesi mümkün değildir. Çünkü, doğru ve kurallara uygun bildiğin bir şeyi yaşamış olmanın, hesabını sonraki bir tarihte, onu yasaklayan kurallara göre cezalandırılarak vermek, hayatı çekilmez hale getirir.
Türk doktrininde ve uygulamasında geriye yürümezlik ilkesinin hukukun genel bir ilkesi olduğu kabul edilmektedir. Buna karşılık bazı yazarlar, bu ilkenin sadece zaman bakımından uygulama sorununu çözen bir hukuk tekniği veya kavramı olduğunu, bu nedenle bu kuralı hukukun genel ilkesi düzeyine yükseltmenin doğru olmadığını ifade etmektedir. Ancak Türk hukukunda ceza hukuku dışındaki düzenlemelerde, geriye yürümezlik ilkesinin kabul edildiği anayasal bir ilke yoktur. Buna karşılık, bu ilkenin ceza hukuku haricinde de anayasal nitelik taşıdığını kabul eden yazarlar bulunmaktadır. Bu noktada ceza normu dışındaki düzenlemelerde geriye yürümezlik katı bir kural değil, bir ilkedir.[11]
Geriye yürümezliği ister kural isterse ilke olarak kabul edin, uygulama açısından önemli bir farklılık doğmayacaktır. Her iki halde de uygulanması gerekir. Çünkü hukuk devleti olmanın temel taşlarından birisini oluşturmaktadır.
Yasaların geriye yürümezlik ilkesi ve onun ayrılmazları olan hukuka güven ve belirlilik ilkeleri yasama organının hukuka uygun davranmasını sağlayan kurallar olmasının yanı sıra, kesin hüküm ve usulü kazanılmış hak olarak bildiğimiz ilkeler ise, yargının, uyması gereken kurallar/ilkelerdir. Bu kuralların uyulmadığı bir toplumda, yargıya olan güven olmayacağı gibi kişinin edinmiş olduğu haklarının her gün geriye alınması korkusu ile yaşadığı bir toplum düzeni yaratılır.
Kesin hüküm, şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hüküm olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 26.12.2019 gün ve 2019/1630 E 2019/ 5279 K sayılı kararına göre “Hem kişiler hem de devlet açısından hukuki istikrarın sağlanması ve adalete güvenin tesisi açısından, mahkemelerce verilen kararların bir noktada kesinleşmesi gerekmektedir. İlk derece mahkemelerinin verdiği kararın yasa yolları tüketilerek kesinleşmesi halinde kesin hükümden bahsetmemiz mümkündür. Kesin hüküm de kendi içerisinde şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hüküm olarak ikiye ayrılmaktadır. Şekli anlamda kesin hüküm, kararın şekli anlamda kesinleşmesi ile, yani o karara karşı belirli bir aşamadan sonra olağan kanun yollarına başvurulamayacağı, diğer bir deyişle olağan kanun yollarının tüketilmesi ile ortaya çıkar. Şekli anlamda kesinlik ile taraflar arasındaki uyuşmazlıktan ziyade görünmekte olan davanın sona erdiği anlaşılır. Artık taraflar arasında bu uyuşmazlığa ilişkin görülmekte olan bu davanın kapandığını şekli anlamda kesinlikle söyleyebiliriz. Uyuşmazlığın tümden ortadan kaldırılması için ayrı bir müesseseye ihtiyaç bulunmaktadır. Buna da maddi anlamda kesin hüküm denilmektedir. Maddi anlamda kesin hüküm ile, yargısal kararlara, kanun koyucu tarafından bir gerçeklik tanınması söz konusudur (R.Arslan, E.Yılmaz, S.T.Ayvaz, E.Hanağası; Medeni Usul Hukuku, Yetkin Yayınları 5. baskı Ankara 2019, s. 688). Maddi anlamda kesin hüküm ile taraflar arasındaki uyuşmazlık tümden sona ermektedir. Artık bu uyuşmazlık, taraflar arasında bir dava konusu yapılamayacak demektir. HMK'nın 303. maddesinde aynen “bir davaya ait şekli anlamda kesinleşmiş olan hükmün diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir. Madde hükmünden de anlaşıldığı üzere, bir hükmün maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için bu dava ile yeni açılan davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekmektedir. Her üçünün birlikte bulunması halinde, artık kesin hüküm bulunduğunun kabulü gerekecek, açılan yeni dava kesin hüküm nedeni ile dava şartı yokluğundan redde mahkûm olacaktır.”
Bu konuda benzer HGK kararlarını da görmek mümkündür. Örnek vermek gerekirse, HGK 4.12.2013 gün 2013/20-300 E 2013/1629 K sayılı kararı ve bu karar içinde atıf yapılan HGK kararları gösterilebilir.
Usuli kazanılmış hak ise, yasal bir düzenleme yerine yargı kararları ve öğretide yer alan görüşler ile hukuk sistemimize kazandırılmıştır.
“Türk hukuk sisteminde istikrarın sağlanması, kişilerin yargıya olan güveninin sarsılmasının önlenmesi amacı ile, usulî kazanılmış hak müessesesi kabul edilmiştir. Usulî kazanılmış hak; bir davada, taraf veya mahkeme usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve uyulması zorunlu olan haktır. Usulî kazanılmış hak, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nda ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nda düzenlenmemiş olup; bu kurum Yargıtay uygulamaları ile oluşturulmuş ve öğretide de kabul görmüştür. İhtiyaç sonucu doğan bu kurum, kamu düzeni kaygısı ile geliştirilmişse de kanunda düzenlenmediği ve sınırları belirli bir şekilde çizilmediği için yargı mercilerince hatalı olarak uygulanmakta ve hak kayıplarına sebep olmaktadır.”[12]
“Usul Kanunumuzda bu şekildeki Usule ait müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahil etmek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi; usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir.” (YKD, Mart 1982, s. 315); YİBK, 09.05.1960, 1960/21, 1960/9, (Kazancı Bilişim İçtihat Bilgi Bankası; RG, 28.06.1960, S. 10537).[13]
Usuli kazanılmış hak, eğer ara karar taraflardan biri lehine bir hakkın doğumuna neden olmuş ise, bundan bile dönülmez. Bu konuya örnek olarak YHGK 23.101981 gün 1980/15-2296 E 1981 / 687 K sayılı kararından bir bölümü yazıma ekledim. “Türk hukuk uygulamasında yer alan deyimi ile ara kararları yargılamaya son vermeyen aksine onu yürütmeye, ilerletmeye yarayan kararlardandır. Meselâ; görev, yetki itirazlarının reddine, bir delilin kabule şayan bulunup bulunmadığına, zamanaşımı savunmasının reddine ilişkin kararlar bu niteliktedir. Bütün bu kararların ortak niteliği, hâkimin bu ara kararıyla işten elini çekmeyip, davaya devam etmesidir. O halde mahkeme, işten el çekmesine müncer olmayan bir ara kararıyla, belli bir olayı halledip, bilahare bu kararında hukuki bir hata yaptığını anlarsa, bundan dönerek yerine hukuka uygun olan yeni bir karar ikame edebilir. Diğer bir söyleyişle, kural olarak mahkeme (hâkim) verdiği ara kararından (dava veya yargılama sonuçlanmadan önce) dönebilir. Bu kuralın tek istisnası, verilen ara kararın taraflarından biri yararına (kazanılmış hak) doğurması halidir; yani, bir ara kararıyla taraflardan biri yararına usuli kazanılmış hak doğmuş ise, mahkemenin artık bu ara kararından dönmesine yasal olanak yoktur. Mesela; bir Yargıtay bozma ilamına uyulmasına; isbat yükü kendisine düşen, takdiri delillere iddiasını gerçeğe yakın bir şeklide isbat etmiş ve fakat hakime tam bir kanaat verememiş olan tarafa Usulün 356. maddesi hükmünce hakim tarafından re'sen and yöneltilmesine; taraflardan birine kesin mehil verilmesine (Usul m. 163) ilişkin ara kararları bu nitelikte olup, bunlardan dönme (rücu) caiz değildir. Çünkü, usule ait kazanılmış hak müessesesi Usul Yasasının dayandığı ana esaslardandır ve kamu düzeni ile de ilgilidir (9.5.1960 gün 21 E, 9.K. ve 4.2.1959 gün, 13 E, 5 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları gerekçelerinden).
Ancak direnme ısrar kararları ayrı bir hukuksal yapıya sahiptir. Direnme kararları (Usul m. 429/II), bir davayı sona erdiren ve bu niteliği itibariyle de temyizi mümkün olan son nihai kararlardandır. Diğer bir ifade ile mahkeme direnme kararı ile davadan elini çeker; yani, davayı yeniden sona erdirmiş olur; bu durumda mahkemece yapılacak iş, gerekçeli kararı direnme doğrultusunda yazmaktan ibarettir. Hâl böyle olunca direnme kararından dönme / rücu yukarıda etraflıca izah olunan nedenlerle esasen mümkün değildir Ayrıca bakınız; Anayasa Mahkemesi Kararı 3.7.1972 gün, 34/39 sayılı Resmî Gazete 3.9.1972 gün, sayı 14295).
Buna karşılık bozma ilamının bir bölümüne uyulup, olayımızda olduğu gibi bir bölümüne karşı direnilmesi de mümkündür. Bu durumda dahi direnilen bölüm neden yönünden durumda bir değişiklik söz konusu olamaz. Zira mahkeme bu durumda dahi kısmı direnme kararıyla davanın o bölümünden elini çekmiş demektir. Bozma ilamının bir bölüme karşı uyulmuş ve davanın bir bölümü ile ilgili olarak bir araştırmaya girişilmiş; özetle hâkimin elini davadan tam olarak çekmemiş bulunması olgusu hiç bir yönden sonucu etkilemez; hele, kısmî direnme karının yalnız başına temyiz edilememesi direnme kararlarının hukuksal yapısını ve doğurduğu sonucu değiştirmez HGK 12.1.1972 İc.İf./582 E. 6.K. ). Nitekim Hukuk Genel Kurulu başka bir kararında (... Kısmî uyma ve kısmî ısrar kararını vermiş olan hâkim, sonradan o mahkemeden ayrılmış olsa bile, yerine gelen hâkimin, kısmî uyma kararı gereğince inceleme yapmak ve kendisinden önceki hâkimin uyduğu ve ısrar ettiği kısımların tümü hakkında gerekçeli nihai kararı vermek zorunda olduğunu...) vurgulamak suretiyle soruna açık bir çözüm getirmiştir (HGK 20.3.1962 gün, 2/10 E. 25 K.).[14]
Konuyu bir kez de Yargıtay bozma kararında sonra usuli müktesep haktan ne anlamamız gerektiği açısından değerlendirirsek, olayı, İBGK, 04.02.1959, E. 1957/13, K. 1959/5 sayılı içtihadı birleştirme kararı ile değerlendirmemiz gerekecektir. Söz konusu karara göre “Temyizce bir kararın bozulması ve mahkemenin bozma kararına uyması halinde bozulan kararın bozma sebeplerinin şümulü dışında kalmış cihetlerinin kesinleşmiş, sayılması, davaların uzamasını önlemek maksadıyla kabul edilmiş çok önemli bir usuli hükümdür. Bir cihetin bozma kararının şümulü dışında kalması da iki şekilde olabilir. Ya o cihet, açıkça bir temyiz sebebi olarak ileri sürülmüş fakat dairece itiraz reddedilmiştir yahut da onu hedef tutan, bir temyiz itirazı ileri sürülmemiş olmasına rağmen dosyanın Temyiz Dairesince incelendiği sırada dosyada bulunan yazılardan onun bir boşama sebebi sayılması mümkün bulunduğu halde o cihet dairece de bozma sebebi sayılmamıştır. Her iki halde de o konunun bozma sebebi sayılmamış ve başka sebeplere dayanan bozma kararına mahkemece uyulmuş olması, taraflardan birisi lehine usuli bir müktesep hak meydana getirir ki, bu hakkı ne mahkeme ne de Temyiz Mahkemesi halele uğratabilir" demektedir. Bu kararda, alt derece mahkemesinin bozmaya uyma kararı vermesi halinde, bozma kararı dışında kalan hususların kesinleşeceği ve kesinleşen bu hususların yargılama kapsamına alınmaması gerekeceği kabul edilmiştir. Bu kapsamda, bozmaya uyma ile bozma kararı dışında kalarak kesinleşen hususlar lehine olan taraf açısından usulî kazanılmış hakkın meydana geleceği açıklığa kavuşturulmuştur.”[15] açıklaması ile karşılaşırız. Hemen söylemek gerekirse bu karar, usul hukukundan kaynaklı olaylar için geçerli değildir. Usule ilişkin değerlendirme için YİBGK 9.5.1960 gün ve 1960 / 21 E 1960 / 9 K sayılı kararına bakmak gerekmektedir. Bu karara göre “ Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir, meğer ki bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli müktesep hak yahut usule ait müktesep hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki Usule ait müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahil etmek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi; usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir.
Gerçekten, mahkemenin doğru bularak uyduğu ve yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul ve kanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen Temyiz Dairesinin ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul hükümleriyle hedef tutulan istikrarı zedeler ve hatta kararlara karşı umumi güveni dahi sarsar.
Bozma ilamına uyulması ile oluşan usule ilişkin kazanılmış hak yalnızca yerel mahkemeyi bağlayıcı bir olgu değildir. Aynı zamanda önceki kararda "bozma" görüşü bildirmiş Yargıtay'ın ilgili dairesini de bağlayıcı niteliktedir. İlk bozma ilamına aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı verilemez. Kuşkusuz, bu şekilde oluşan bir kazanılmış hak ancak Mahkemenin Yargıtay bozma ilamına uyulmasına karar verdiği anda oluşacaktır. Yoksa Yargıtay'ca karar bozulup mahalline gönderilmiş ve karar düzeltme aşamasında ikinci kez ayni Daire tarafından konu incelenecekse, bu aşamada izah edilen kazanılmış haktan söz etmek yanlıştır Bir kez daha vurgulayacak olursak, Yargıtay bozma ilamına uyulması ile oluşan kazanılmış hak yerel mahkemenin bozma ilamına uyulmasına ilişkin ara kararı ile doğar ve bu aşamadan sonra gerek yerel mahkeme ve gerekse önceki incelemeyi yapmış olup Yargıtay ilgili dairesi bu asıl kural ile bağlıdırlar. [16]
Esasen, hukukun kaynağı, sadece kanun olmayıp, mahkeme içtihatları dahi hukukun kaynaklarından oldukları cihetle, söz konusu, usuli müktesep hak için kanunda açık hüküm bulunmaması, onun kabul edilmemesini gerektirmez.
4/2/1959 günlü ve E, 13, K/5 sayılı içtihadı birleştirme kararında da belirtildiği üzere gerek Temyiz Mahkemesini, gerekse diğer mahkemeleri bağlayan usuli müktesep hak esasının müstesnası olarak mahkemenin vazifesizliğine karar verilebileceği, adı geçen kararda kabul edilmiştir. O halde, usule ait müktesep hak esası, birçok hukuk kaideleri gibi istisnaları bulunan kaidelerdendir.
Temyiz Teşkilat Kanununun 6082 sayılı kanunla değiştirilmiş 8’inci maddesinin 5’inci fıkrasında (İçtihatların birleştirilmesi suretiyle verilen kararlar, emsali hadiselerde mahkemeleri bağlar) denilmektedir. Mahkemelerin elinde bulunan bütün işlere ve bu arada bozma kararına uyulduktan sonra karar bağlanıp aleyhine karar verilmiş olanın temyiz etmesi sebebiyle temyiz mahkemesinde bulunan işlere ve yine bozma kararın uyulduktan sonra mahkemelerce incelenmekte olan işlere yeni çıkan içtihadı birleştirme kararının tatbiki, bu maddenin herhangi bir istisna kabul etmeyen lafzına uygun düşecektir. Bundan başka, içtihadı birleştirme kararı, daire kararlarından daha doğru bir içtihada varmak için verilmiş bir karar olduğu cihetle onun mümkün olan her davaya tatbiki, usul kaideleriyle güdülen hakka varma gayesine dahi uygun olur. Nihayet, içtihadi birleştirme kararıyla kabul edilen afaki esasları tatbik ederek istikrarı sağlama prensibinin sayısı belli hadiselerde feda edilmesinde de bu yolsuzluk düşünülemez ve bu şekilde bir tatbikat, adalete güveni sarsmak şöyle dursun bilakis bu güveni kuvvetlendirir. Demek ki söz konusu kanun hükmünün mümkün olan her hadiseye tatbiki ile müktesep hak esasının içtihadı birleştirme kararı karşısında göz önünde tutulmaması, o maddenin hem mutlak olan lafzına hem de ruhuna uygun bulunacaktır.
Şu ciheti açıklayalım ki, usuli müktesep hakka aykırı içtihadı birleştirme kararı çıkınca Temyiz Daireleri içtihadı birleştirmeye aykırı ve fakat usuli müktesep hakka uygun olan kararları bozacaklar, bozma kararı üzerine davayı incelemekte olan diğer mahkemeler dahi içtihadı birleştirme kararını kesin olarak öğrenince bozma kararıyla gösterilen yolu bırakarak içtihadı birleştirme kararı gereğince inceleme yapmaya başlayacak ve o karar gereğince hüküm vereceklerdir.
Usule ait müktesep hakkın diğer bir şekli de bazı konuların Temyiz Dairesinin bozma kararının şümulü dışında kalarak kesinleşmesi ile meydana gelen şeklidir. Her ne kadar bu cihet, içtihadı birleştirmenin dışında kalmakta ise de bu şimdiki kararda ileri sürülen gerektirici sebepler karşısında, bu içtihadı birleştirme ile kabul edilen hukuki esasın bu şekil müktesep hakların varlığı halinde de tatbiki ileri sürülebilecektir. Netice;
Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının Temyiz Mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya Temyiz Mahkemesinde bulunan bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna, 9/5/1960 günlü birinci toplantıda üçte ikiyi aşan ekseriyetle karar verildi.” denilerek, kamu düzenine ilişkin, usul kurallarının uygulanması açısından bir istisnaya yer verilmiştir”[17].
Usulü kazanılmış hakkın bir başka istisnasını, ise Yargıtay’ca, bazı maddi hataların yapılmış olmasına ilişkindir.[18] İstisnayı oluşturan maddi hatalar için “Maddi yanılgıya dayalı bozma kararına uyulmuş olması itibariyle kazanılmış hakkın bulunmadığından söz edilebilmesi için ancak Yargıtay Dairesi'nin vardığı sonuç her türlü değer yargısının dışında hiçbir suretle başka biçimde yorumlanamayacak, tartışmasız ve açık bir maddi hata olarak belirlenmesi gerekir. Yine özellikle belirtilmelidir ki, bozma kararında hukuki yönden bir niteleme yapılmış veya deliller belli bir doğrultuda değerlendirilerek bozma kararı verilmişse bu karara uyulması halinde bozmayı yapan daire hukuki görüş değiştirse ya da delil değerlendirmesinin yanlış olduğunu sonradan benimsese dahi maddi hatadan söz edilemez ve usûli kazanılmış hakkın doğduğunun kabulü gerekir.” Şeklinde karar oluşturmuştur.
Usuli kazanılmış hakkın bir başka istisnasını, HMK 373/4 maddesinde yer almaktadır. Söz konusu maddeye göre “Yargıtay’ın bozma kararı üzerine ilk derece mahkemesince bozmaya uygun olarak karar verildiği takdirde, bu karara karşı temyiz yoluna başvurulabilir”. Burada ifade edilmek istenilen, ilk derece mahkemesince verilen bozmaya önceki kararı temyiz etmeyen tarafın elde ettiği haklar bozma kararı ile kaldırılmış ise, haklarını kaldırılan taraf yeni kararı temyiz edebilir, olarak anlaşılmaktadır.[19]
YİBBGK 10.4.1992 gün ve 1991/7 E 1992/4 K sayılı kararına göre, kısa kararla gerekçeli karar arasında çelişki varsa, ilk derece mahkemesinin bu kararı hakkında bozma kararı verilmelidir. Bu nedenle verilen bozmadan sonra, kısa karar usulü müktesep hak oluşturmayacağı için, ilk derece mahkemesi hakimi, yep yeni bir karar verebilir.
Asıl amacım, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin kararlarının yanlışlığı hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmaktır. Ancak bunu yapabilmem için, yukarıda yer alan bazı hatırlatmaları yapmak ve eleştiriye konu 13. Hukuk Dairesinin dayanak yaptığı YİBGK kararını değerlendirmek zorunda kaldığımın bilinmesini isterim.
Yazının sonunda tam metnini bulacağınız HGK nun 5.10.2018 gün ve 2017/6 E 2018/9 K sayılı kararını ve bu karara dayalı olarak Yargıtay 13 Hukuk Dairesinin vermiş olduğu 7.10.2019 gün ve 2016/25101 E 2019/9445 K sayılı, 23.12.2019 gün 2016/25184 E 2019/12919 K, 21.01.2020 gün 2016/26508 E 2020/396 K ve 21.01.2020 gün 2016/26512 E 2020/398 K. kararlarını değerlendirmek istiyorum. Hemen dikkatinize sunmak istediğim son iki kararın aynı gün ve birbirini izleyen karar nosunu taşımasıdır. Yani aynı gün alınan iki karardır.
Asıl amacım, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin kararlarının yanlışlığı hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak, ancak bunu yapabilmem için, YİBGK kararını değerlendirmek zorunda kaldığımın da bilinmesini isterim.
Aslında beş ayrı dosyayı değerlendirmek istemekteyim. Ancak, bunların dayandığı maddi vakıaların bire bir örtüşmesi nedeniyle anlatımı bir dosya üzerinden yapmaktayım.
2012 yılında görülen ve sonuçlanan bir işçi alacağı davasında, ilâm işçi vekili tarafından icraya konur. İşveren vekili, tehiri icra kararı almak için icra dosyasına banka teminat mektubu sunar ve Yargıtay’a temyiz istemi ile başvurur.
Bu aşamadan sonra, işçi, icra dosyasına, alacağından feragat ettiğini beyan eder.
İşçi avukatının gerek karşı taraf vekalet ücretinden gerekse akdi vekalet ücretinden kaynaklı alacakları ödenmez.
İşçi avukatı olarak görev yapan meslektaşımız, icra işlemi başlamasından ve de teminat mektubuna bağlanmasından sonra, icra alacağından feragat edilmiş olmasının, iyi niyet kuralları ve Yargıtay 23 Hukuk Dairesinin 3.7.2018 gün ve 2015/9708 E 2018/3902 K sayılı kararında da belirtildiği gibi hayatın olağan akışına aykırı olan, daha doğrusu işçinin haricen sulh anlaşması yaparak bu feragat beyanında bulunduğunu iddia ederek, Av. K. 165. maddesine dayanarak gerek kendi vekili olan işçiye gerekse davanın karşı tarafını oluşturan işverene karşı, 2012 yılında, akdi vekalet ücreti için alacak davası açtı. Karşı taraf vekalet ücreti için icra takibi başlattı.
İşveren tarafından icra dosyasına yapılan itiraz nedeni ile, asliye hukuk mahkemesinde, itirazın kaldırılması için gereken başvuruyu yaptı. Bu dosya da asliye hukuk mahkemesindeki alacak davası ile birleşti.
Gerek akdi gerekse karşı taraf vekalet ücretine ilişkin davalarda, Türkiye’nin değişik yerlerinden gelerek, kendi yerleşim yeri ile hiç alakası olmayan, işverenin aynı işyerinde çalışmış ve iş akdinin sona ermiş olmasıyla birlikte yerleşim yerlerine, diğer bir anlatımla evlerine dönmüş olan beş işçi, kendi yerleşim yerinde ya da işçi olarak çalıştığı işyerinde görev yapan bir meslektaşımıza vekalet vermek yerine, davanın açıldığı yerde görev yapan bir meslektaşımıza vekalet verdiler.
Bu tesadüfü açıklamak sizlere düşer.
Belirsiz alacak ve tespit davasına ilişkin uygulamanın yeni olmasına rağmen akdi vekalet ücretine ilişkin dava, belirsiz alacak ve tespit davası olarak açtım.
Açılan bu davada dava dilekçesinde; harca esas değer olarak HMK 107. maddesinde yer alan asgari değer olarak, avukat meslektaşımızın, iş mahkemesinde takip ettiği ve kazanarak icraya koyduğu dava ve icra işlemlerinde yer alan dava ve icra değerini esas aldım.
Mahkemeden, dava değerinin belirlenmesinden sonra, dava dilekçesinde yer alan HMK 107. maddesine göre zorunlu olarak bildirilen değerin tespit edilen değere yükseltileceğini belirttim.
Birden fazla bilirkişiden alınan raporlarda yer alan hangi rakamın, dava değeri olarak kabul edildiği, mahkemeden sorulmuş olmasına hatta bu belirleme mahkemeye kanun tarafından verilen bir görev olmasına rağmen, mahkeme, bu tespitin taraflarla paylaşılmasının ihsas-ı rey olacağı görüşü ile bu istemi değerlendirmedi. Böylece, yasa tarafından kendisine verilen değer tespiti görevini yapmamış oldu.
Buna rağmen, İlk derece mahkemesi, kararında, dava dilekçesinde gösterilen asgari değer tutarı olan, %10 üzerinden yapılan talebi aşarak, harçlar kanununa göre resen yapması gereken, harç tamamlanmasını bile yaptırmadan, davayı %15 değer üzerinden, 2012 yılında karara bağladı.
Davalıların Yargıtay’a temyiz başvurusu, Yargıtay’ca incelenerek:
Değer artımı yapılmayan,
Harcı yatırılmayan,
%10 yerine neden %15 üzerinden hüküm kurulduğuna dair gerekçenin olmadığı, ilk derece mahkemesinin kararını 2016 yılında bozdu.
Mahkeme bozmaya uydu ve 2016 yılında kararını %10 oranı üzerinden verdi, davalılar bu kararı da temyiz ettiler.
Yargıtay bu kez 2019 yılında verdiği bozma kararı ile yargılamanın yeniden başlamasına neden oldu. Yargıtay bu bozma kararında HGK kararını gerekçe olarak gösterdi ve işverenin Av. K. 165. maddesine dayanılarak akdi vekalet ücretinden sorumlu olamayacağını gösterdi.
Yukarıda yer alan anlatımdan anlaşılacağı gibi, davacı olarak, HMK 107. maddesinde yer alan asgari bir değer hükmü, daha sonraki Yargıtay kararlarında benimsendiği gibi, daha önceden doğru yorumlanmış ve dava bu yoruma dayalı olarak açılmıştır.
İlk derece mahkemesi, davanın kabulü ya da reddi anlamına gelmemek şartı ile, sadece dava değerini gösteren, değer tespitini yapmamıştır. Bilindiği gibi, TBMM ye sunulan HMK’nın bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin, yasa teklifinde belirsiz alacak davalarında, değer tespitinin hâkim tarafından resen yapılması gerektiği de yer almaktadır. (Halbuki somut olayımızda, bu yorum 2012 yılında yargı organının değerlendirmesine sunulmuştur.)
İlk derece mahkemesi tarafından, HMK 266 ve 279. maddelerine aykırı olarak birkaç kez bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır.
İlk derece mahkemesi, talebi aşan daha doğrusu harcı yatırılmamış değer üzerinden karar vererek harçlar kanununun kendisine verilen görevi yerine getirmemiştir.
Yargıtay, ilk derece mahkemesi tarafından yapılan hataların sorumlusu olarak, davacıyı görmüş ve ilk derece mahkemesinin kararını 2016 yılında bozmuştur.
Bozmaya uyularak verilen kararını ise, davaya konu olayın olduğu hatta davanın açıldığı tarihte var olmayan, 2018 tarihli bir HGK kararına dayanarak 2019 yılında bozmuştur. Eskiden makable şamil olmamak şimdi ise geriye yürümezlik ilkesi olarak Roma hukukundan beri kabul edilmiş bir ilkeye aykırı davranmıştır.
Şimdi, davayı aşamalarını dikkate alarak değerlendirirsek:
İlk derece mahkemesi, Harçlar Kanunu 26. maddesi gereğince harcın alınması görevi ile görevlendirilmiştir. Aynı yasanın 30 ve 32. maddeleri ise yargılama aşamasında, harcın noksan olduğu saptanırsa, mahkeme, harcın tamamlanması için, takip eden duruşmaya kadar yatırılması için süre verir. (Uygulamada bazı hakimlerin iki hafta gibi kesin süre vermelerinin yasa ile bağdaşmadığını da bu vesile ile belirtmekte yarar görmekteyim).Eğer, harç noksanı her iki tarafça yatırılmamış ise, önce davanın işlemden kaldırılmasına ve HMK 150 ve 320. maddelerine göre üç aylık sürenin geçmesi ile de açılmamış sayılmasına karar verir. Ayrıca, hâkim HMK 26/1 maddesine göre taleple bağlıdır. Talebi aşan karar veremez.
Dava belirsiz alacak ve tespit davası olarak açıldığı için, taleple bağlılık ilkesi, bu madde hükmüne göre değerlendirilmelidir. Belirsiz alacak ve tespit davasında, davacı, dava dilekçesinde “asgari bir miktar ya da değer” göstermekle yükümlüdür. Gösterilen bu değer, davacının talebinin sınırını belirlemez. Davacının talebinin sınırı, yargılama sırasında mahkemece belirlenecek olan değerdir. HMK 107/2 maddesinin gerekçesine baktığımızda, gerekçe olarak “Maddenin ikinci fıkrasında, belirsiz alacak veya tespit davası açılabilen durumlarda, miktar ya da değerin tespit edildiği anda, alacaklının iddianın genişletilmesi yasağından etkilenmeksizin talebini artırabileceği belirtilmiştir. Kural olarak, bir davada başlangıçta belirtilen miktar veya değerin artırılması, iddianın genişletilmesi yasağına tâbidir. Bunun amacı, davacının dava açarken hakkını kötüye kullanmaması, daha özenli davranması, yargılamayı gereksiz yere uzatmamasıdır.
Oysa, baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacak için, davacının böyle bir ihmal ya da kusurundan söz edilemez. Bu sebeple, belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir. Davacı, sınırlama ve yasağa tâbi olmadan, sadece talepte bulunmak suretiyle yeni miktar üzerinden yargılamaya devam edilmesini isteyebilecektir.” açıklamasının yer aldığını görmekteyiz.
HMK 107. maddesinin yürürlüğe girmesinden sonra gerek öğretide gerekse yargı kararlarında, hâkim takdirine konu davalarında, belirsiz alacak davası olarak değerlendirilmesi kabul edilmiştir. Zaten incelediğimiz Yargıtay 13 Hukuk Dairesi de ilk bozmada bu hususu bozma dışı tutarak aynı görüşte olduğunu belirtmiştir.
Yukarıda yer alan açıklamalara göre, belirsiz alacak ve tespit davası açmamız, yasaya, yargı kararlarına ve öğretide yer alan açıklamalara göre doğru bir davranıştır. Dava dilekçesinde talep HMK 107. maddesine uygun olarak “asgari değer üzerinden” açılan davanın dava değerinin belirlenmesiyle birlikte yasanın verdiği haktan yararlanılarak, mahkemenin belirleyeceği gerçek değere yükseltileceği belirtilmiştir.
Üstelik asgari değer belirlemesi yapılırken, Av. K. 165. maddesine göre, hâkimin davayı kabul etmesi halinde, hükme bağlaması gereken en az değer olan %10 üzerinden dava açılmıştır.
Mahkeme, bedelin belirlenmesi için takdir hakkını kullandığını %10-%20 arasında bir bedeli belirlediğini beyan ederek, uyuşmazlığı çözme olanağı varken, dört işleme dayalı bu belirleme için, bilirkişi incelemesine ve itiraz değerlendirmesi için ek bilirkişi incelemesine gitmiştir. Bilirkişiler bu istemi HMK 279/3 maddesine aykırı olarak değerlendirmiş ve hukuki değerlendirmeleri de kapsayan rapor hazırlamışlardır.
Üstelik ilk derece hâkiminin, yargılamanın başından beri hukuki konularda ve dört işlemle bulunabilecek konularda bilirkişiye başvurması, Hâkimler Savcılar Kanununun 63/e maddesine göre disiplin suçu oluşturacak bir davranıştır.
İlk derece mahkemesi, her iki davalının da gerek karşı taraf gerekse akdi vekalet ücreti alacağı açısından müteselsilen sorumlu olduğuna, akdi vekalet ücreti için davacı avukatın emeğinin değerlendirmesini yaparak, dava değerinin %15 üzerinden hesaplanması gerektiğine karar vermiştir. Ancak, davada HMK 107. maddesi hükmünün tanıdığı olanağa dayalı değer artışının yapılmasına olanak vermemiştir. Böylece talebi aşan ve harcı yatırılmamış bir değer üzerinden karar oluşturmuştur.
KISACA; davacı davasını yasal koşullara uygun açmış ancak ilk derece mahkemesi hatalı karar oluşturmuştur.
Davalılar arasında yer alan işveren, Yargıtay’a başvurarak, müteselsil sorumlu olamayacağını ve cevap dilekçesinde sulh oldukları rakam olarak beyan ettikleri değer yerine, davanın temelini oluşturan, Kütahya İş Mahkemesi kararında yer alan değer üzerinden karar oluşturmasını temyiz nedenleri arasında saymıştır.
Bu başvuru üzerine, Yargıtay, hatalı bir bozma kararı ile, dava değerinin mahkemece belirgin hale getirmesi, bundan sonra harcın tamamlattırılmasının istenmesi gerektiğini belirterek, bozma oluşturmak yerine, takdir hakkının gerekçesiz kullanılması, talebi aşan karar verilmesi ve noksan harç yönünden bozma kararı vermiştir.
İlk derece mahkemesi bozmaya uymuştur.
Bilindiği gibi, bozmaya uyma sonrasında yapılacak yargılamada ancak bozma kapsamında kalan hususlar incelenir ve bunlar hakkında hüküm kurulur. Gerek yargı kararlarında gerekse öğretide bu kurala, kazanılmış usulü hak denir.
Usulü kazanılmış hakkın istisnaları son derece sınırlıdır. Bunlar:
Hataya dayalı bir karar verilmiş olması,
Geriye yürümesi kanun ya da kararda yer alan bir durumun varlığı,
-
halleridir.
İlk derece mahkemesi bu kurala uygun davranmış ve takdir hakkını %10 olarak belirlemiş ve kararını bu değer üzerinden vermiştir. İlk derece mahkemesi, ilk kararında yer alan %15 değeri %10’a çekerken de gerekçe göstermemiştir. Yargıtay kararında, davalılardan olan işverenin, akdi vekalet ücreti açısından sorumlu olmayacağına ve davalıların sulh olduğu değer yerine Kütahya İş Mahkemesi kararında yer alan değeri esas almasını bozma nedenleri arasında saymamıştır.  İlk derece mahkemesi, bozma kapsamının dışında kaldığı için, bu kararında da davalıları müteselsil sorumlu olarak değerlendirmiştir ve Kütahya İş Mahkemesi kararında yer alan değer üzerinden karar oluşturmuştur.
Davalılar tekrar ve aynı nedenlerle, Yargıtay’a başvurmuşlardır.
Davalılar tarafından bozmadan sonra yapılan, Yargıtay başvurusunda, Yargıtay davalılarda işveren olan davalının akdi vekalet ücretinden sorumlu olamayacağını beyan ile ilk derece mahkemesinin kararını tekrar bozmuştur. Yargıtay 13 Hukuk Dairesi, bu bozma kararında, 2018 yılında kabul edilen HGK kararına dayanmıştır. Böylece, 2012 tarihli uyuşmazlığı 2018 tarihli  maddi vakıa nın oluşumundan çok sonraki bir tarihi içeren ve bozmaya uyularak oluşan usulü müktesep hak kuralı ile bağdaşmayan, bir kararla çözmüş ve işveren olan davalının akdi vekalet ücreti yönünden, sorumlu olduğuna ilişkin kararını kaldırarak, sorumlu  olmayacağına karar vermiştir.
Yargıtay 13. Hukuk Dairesi bu kararı ile kendisi tarafından oluşturulan usulü hakkı yok saymış, kanunların ve içtihatı birleştirmelerin geriye yürümeyeceğine ilişkin kuralı çiğnemiştir. Böylece, hukuki güvenlik ilkesine, sürpriz karar yasağına kısaca pek çok adil yargılanma hakkına ilişkin kurala aykırı davranmıştır.
Yargıtay 13. Hukuk dairesi 21.01.2020 gün ve 26508 E, 2020/396 K. sayılı kararına bir yeni bozma nedeni ekleyerek diğer kararlarına hatta aynı gün vermiş olduğu 2016/26512 E, 2020/398 K. sayılı kararında da olmayan sulh halinde ücret hesaplamasına ilişkin husus da bozma nedeni saymıştır.
Bu nedenle, adil yargılanma ilkelerine aykırı kararlarına bir yenisini eklerken, kendisi tarafından aynı gün verilen iki karar arasında da çelişki yaratarak, yargıya güveni sarsmıştır.
Son derece basit bir davayı, 7 sene gibi bir zaman diliminde bile çözemeyerek, makul sürede yargılama hakkını ihlal etmiştir.
Bu davada belirtilen  HGK kararını incelemekte yarar bulunmaktadır.
Bana göre kararda yer alan temel düşünce, “Özel hukukta ise haklar çeşitli açılardan ayrımlara tabi tutulmaktadır. Bir ayrıma göre haklar, "mutlak haklar" ve "nispi haklar" olmak üzere iki kısımdır. Mutlak haklar herkese karşı ileri sürülebildiği hâlde, nispi haklar sadece borç altına giren kişi ya da kişilere karşı ileri sürülebilmektedir. Bir borç ilişkisinden ( sözleşmeden ) doğan alacak hakkı da "nispi hak" niteliğindedir. Böyle olunca alacak hakkı ancak o borç ilişkisi nedeniyle borçlu olan kişi ya da kişilere karşı ileri sürülebilir. Borç ilişkisi alacaklı ve borçlu arasında nispi sonuçlar doğurduğundan, bunun ilke olarak üçüncü kişiler tarafından ihlali de söz konusu olmaz. Diğer bir anlatımla, borç ilişkisinin dışında kalan kişiler ( üçüncü şahıslar ) borç ilişkisinden doğan haklara yabancıdırlar ve alacak hakkı onlara karşı ileri sürülemez.” Cümleleri ile açıklanmıştır.
Bu nedenle öncelikle, akdi avukatlık vekalet ilişkisi açısından, somut olayımızda, üçüncü kişi durumunda olan, işveren davalının eylemini değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. Somut olayımızda, davamızın davalıları olan işçi ve işveren, anlaşarak, avukatlık kanunu hükümlerinden kaynaklı bir hakkın avukat tarafından kullanılmasını engellemişlerdir. Bu engelleme, işçinin ekonomik yapısını düşündüğümüzde, hakkın tamamı için, sulh olunan meblağı, hayatın olağan akışı ile bağdaşmayan bir şekilde, kararda yer alan parasal değerin altında göstererek, en azından kısmen de olsa engellemek istemişlerdir.
         Ayrıca, Yargıtay 23 HD 3.7.2018 gün ve 2015/9708 E 2018/3902 K sayılı kararına göre, hayatın olağan akışı ile bağdaşmayan beyan ve belgelerin kabul edilemeyeceğine ilişkindir. Bu kararı olayımıza uyguladığımızda, davalılar, dosyamız davacısının hakkını elde edememesi için hukuk ile bağdaşmayan bir sulh anlaşması imzalamışlardır. Yani bir hasız fiil gerçekleştirmişlerdir. TBK 49 maddesine baktığımızda, “Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı, bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiile başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür”. Hükmünün yer aldığını görmekteyiz.
            Günümüzde, kişilere ekonomik açıdan zarar veren davranışlar “kusurlu ve hukuka aykırı” davranış olarak değerlendirilmektedir. TBK 57 maddesi ve TTK 54 vd maddeleri hükümleri, bu görüşümüz destekler niteliktedir. Bu nedenle somut olayımızda olduğu gibi, kişinin ekonomik çıkarlarını engelleyen yada ortadan kaldıran davranışlar haksız fiil olarak değerlendirilmelidir.
            Somut olayımızda davalıların “kasten zarar vermek” amacı ile hareket ettiği hususu şüpheden aridir.  Bu davranış TMK 2 maddesinde hükme bağlanan dürüstlük kuralına aykırıdır ve aynı maddenin ikinci fıkrası hükmüne göre, hukuken korunması mümkün değildir.
            Yargıtay 13 Hukuk Dairesinin 1.11.2017 gün ve 2015/22962 E 2017/10546 K sayılı kararı ve Yargıtay 11 Hukuk Dairesinin 24.5.1997 gün ve 1997/3161 E 1997/3722 K sayılı kararlarını incelediğimizde, taraflar arsında sözleşme bağı bulunmaması halinde, haksız fiil hükümlerinin uygulanması gerektiğinin karar altına alındığını görmekteyiz. Üstelik Yrg 13 HD kararı, avukatın, sözleşme dışı sorumluluğunu hükme bağlamaktadır.
            Yargıtay HGK 7.3.2019 gün ve 2015/21-837 E 2019/253 K sayılı ve 3 HD 10.5.2005 gün ve 2005/4468 E 2005/5214 K sayılı kararlarını incelediğimde, bir zarar verici eylemde, ayrı ayrı kişiler açısından, haksız fiil sorumluluğu ile sözleşme sorumluluğu var ise, tazminat davasında, bunlar için müteselsil sorumluluk kurallarına göre hüküm kurmanın mümkün olduğunu gördüm.
            Yargıtay genel kurulu bu kararı ile, özünde avukata karşı işlenmiş bir haksız fiil oluşturan davranışı görmezden gelmiş, Av. K’ 164 maddesinde  meydana gelen değişikliğin gerekçesini değerlendirmemiş ve özellikle iş davalarının güçlüsü olan işvereni sorumluluk dışı bırakarak, ekonomik açıdan zayıf olan ve kuvvetlinin ödeme teklifini kabul eden kişilerin, somut olayımızda işçinin, mağdur olmasına neden olmuştur.
Yazının başında bir şeyleri sevmenin koşulunun onu tanımakla mümkün olduğunu belirtmiştim. Yukarıdaki olayı değerlendirdiğimizde, Yargıtay 13 Hukuk Dairesi’nin hukukun temel ilkelerini görmezden gelerek ve aynı gün verdiği iki kararda farklı sonuçlara giderek, toplumda hukuki güvensizlik yaratmış olması, hukuku sevmediklerini gösterir.
Üstelik aşağıda, bilginize sunacağım YİBBGK kararında bile “hukuki güvenirlik ilkesine” uymanın, hukuk devleti olmanın temeli olduğunu söylemesine rağmen böyle bir karar almak ve bunu söz konusu YİBBGK kararına bağlamak bence doğru bir yorum değildir.
Bu durumda, HGK katılmam mümkün değildir.
YHG kararına göre; “Uygulamada tarafların aralarındaki uyuşmazlığı sulh ile sonuçlandırmalarına rağmen mahkemeye bildirmeyerek dava veya icra dosyasını takipsiz bıraktıkları, ya da anlaşmalarının bir sonucu olarak davacının davadan feragat ettiği ya da davalının davayı kabul ettiği durumlar ortaya çıkabilmektedir. Açık bir sulh sözleşmesinin bulunmadığı bu gibi hâllerde gizli ( örtülü ) bir sulhun varlığından söz edilir ki; gizli sulhun bulunduğu durumlarda da kanun tarafından avukatın ücret alacağından dolayı iş sahibi ile birlikte karşı tarafa müteselsil sorumluluk yüklenmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki, gizli bir sulh durumunun söz konusu olabilmesi için davanın takipsiz bırakılması, davadan feragat ya da davanın kabulü gibi işlemlerin taraflar arasındaki anlaşmanın bir sonucu olarak, diğer bir anlatımla sulhun bir şartı olarak yapılmış olması gerekir. Çünkü, taraflardan birinin karşı tarafla bir anlaşması olmadan da özgür iradesiyle davayı takipsiz bırakması ya da feragati mümkün olup, bu gibi durumlar madde kapsamında bulunmamaktadır.”
Bu açıklamaya da katılmak mümkün değildir.  Çünkü. Av. K. 165 maddesinde açık yada gizli sulh ve feragat diye bir ayrım yapılmamıştır.
HGK katılmamın mümkün olmadığı diğer bir açıklama “Tarafların aralarındaki dava veya uyuşmazlığı sulh ile sonuçlandırmaları her şeyden önce dava açılmakla bozulan toplumsal barış ve huzurun yeniden tesis edilmesini sağladığı gibi tarafların bir an önce hak ve alacaklarına kavuşmasını da temin etmektedir. Nitekim, 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren HMK'nın 140/2. maddesinde hâkimin tarafları sulhe davet edeceği düzenlenerek sulh teşvik edilmiştir. Böyle olunca, usul hukuku bakımından bu kadar önemli bir müessesenin önüne sözleşmenin tarafı olmayan kişinin ( hasmın ) akdi vekâlet ücretinden sorumlu tutulması şeklindeki bir engelin konulması da doğru olmayacaktır.” Sözcükleri ile yapılan açıklamadır. Çünkü, Av: K. 165 maddesi sulhu engellememekte, sadece, böylesi bir davranışla, avukata verilen zararı gidermek istemektedir. Böylesi bir zararın doğmasına neden olmak, toplumsal huzuru bozmaz mı ? diye sormak gerektiğine de inanmaktayım.
Kararda yer alan karşı oy yazılarının, çok değişik konulara içermesini dikkate aldığımda, kararın pek çok kişinin de içine sinmediğini söylemek gerektiğini düşünmekteyim.
Üstelik bunlardan bir kısmı, Av.K. 165 maddesinin yasalaşmasında yer alan hukuki görüşlere ve hükmün Av.K. yer aldığı maddeler arasında ki yerine bakmanın bile böylesi bir karara olumlu oy kullanılmaması gerektiğini ifade etmektedir.
Sorulması gereken bir başka soru ise, Yargıtay 4 Hukuk Dairesi’nin 5.4.2018 gün ve 2016/6514 E 2018/2754 K sayılı kararında yer alan hükme göre, yani, müşterek müteselsil sorumlulukta borç ödenmedikçe dava dışı kalan üçüncü kişiye dava açılabilir, açıklamasına göre, somut olayımızda, akdi vekalet ücreti açısından sorumluluktan kurtulan, davalı işverene karşı yeni bir dava açılıp, açılamayacağıdır.


EK 22.4.2020
Bu yazıyı sizlerle paylaştıktan hemen sonra, bu kez, bir başka müvekkilim için, Yargıtay bozmasından sonra, bozmaya uyularak verilen karar, karşı tarafça, masrafların iadesi amaçla, tebliğe çıkarıldı. Bu kez ben bu yazıya konu, dosyaları emsal göstererek, temyiz ettim. Sonucu merakla bekliyorum.  



[1] KARADAĞHUKUK.COM
[2] WWW.AKCAN.AV.TR &KARADAĞHUKU.COM
[4] İberyahukuk.com 
[5]AYM 2015/94 E 2016/27 K 14.10.2015 gün anayasa.gov.tr/kararlar/genel kurul başvuru kararı
[6] Fahrettin Kayhan, Özel hukuk uygulamasında yargı içtihatlarının içtihatı birleştirme kararlarının normatif gücü, TBB dergisi 1999/2 sayfa 343 & Mehmet Altundiş, Hukuki Güvenlik İlkesi Yasa Dergisi sayı 10
[7] Dip not 2 bak
[8]Mehmet Altundiş Hukuki Güvenlik İlkesi Yasa Dergisi sayı 10
[9] Mehmet Altundiş Hukuki Güvenlik İlkesi Yasa Dergisi sayı 10
[11] Mehmet Altundiş Hukuki Güvenlik İlkesi Yasa Dergisi sayı 10

[12] Orhan Eroğlu Usulü Kazanılmış Hakkın sınırlarının belirlenmesinde Yaşanan Sorunlar Üzerine Bir Değerlendirme ASEAD Cilt 5 Sayı 6 Yıl 2018, s. 163 Dergipark
[16] "Usul Hukukunda Kazanılmış Hak" Güzin AKGÜNDÜZ / Saadettin SALTIK, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1993/2 sayfa 168
[17] Kazancı İçtihat Bankası
[18] Orhan Eroğlu Usulü Kazanılmış Hakkın sınırlarının belirlenmesinde Yaşanan Sorunlar Üzerine Bir Değerlendirme ASEAD CİLT 5 SAYI 6 Yıl 2018, S 176 Dergipark &”www.sinerjimevzuat.com.tr-Erişim tarihi:30.04.2018)”.
[19] Bilge Umay Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi madde 373 ile ilgili açıklama ve kararlar

ek

Çoktandır, avukatlık ücreti ile ilgili kararları taramadığımı fark ettim. Bu nedenle, e-posta adresime baktığımda, kararara.com tarafından gönderilmiş, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3 Hukuk Dairesi’nin 19.10.2018 gün 2017/1965 E 2018/1389 K sayılı kararını gördüm.
Karar, yasadan kaynaklı avukat vekalet ücreti / karşı taraf vekalet ücreti ile ilgiliydi. İlk derece mahkemesi olarak görev yapan Bakırköy 3 Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından  alınan karara karşı  “Davada, geriye dönük uygulanabilir yeni yasa değişiklik öncesi, davacı tarafın dava açıldığı tarihteki mevzuat, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21.05.2014 tarih ve 2013/7-2454 E. 2014/679 K. sayılı kararı ve Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin kararları gereği içtihat durumuna göre, dava açmakta haklı olduğu, bu kapsamda kayıp kaçak ve diğer bedellerin tahsilini talep edebileceği dikkate alındığında, davacının yargılama giderlerinden sorumlu tutulmayacağı açıktır. Nitekim hiç kimsenin dava açıldıktan sonra yürürlüğe giren geçmişe etkili yasa değişikliği ya da içtihadı birleştirme kararı gereği davanın kabul edilmemesi sebebiyle haksız çıkmasına rağmen yargılama giderlerinden sorumlu tutulamayacağı kuşkusuzdur.6100 Sayılı HMK 331. maddesi kapsamında davasında mevzuat değişikliği sonrası haksız duruma düşen davacı lehine yargılama giderine hükmedilmesi gerekeceğinden, 6100 Sayılı HMK 331. maddesi gereğince, davacı lehine maktu vekaleti takdir edilmemesi ve yapmış olduğu yargılama giderinin davalılardan tahsiline karar verilmemesinin usul ve yasaya aykırı olduğu anlaşılmıştır.” Gerekçesine göre karar oluşturmuştur.
Olayı değerlendiren BAM  “Davada, geriye dönük uygulanabilir yeni yasa değişiklik öncesi, davacı tarafın dava açıldığı tarihteki mevzuat, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21.05.2014 tarih ve 2013/7-2454 E. 2014/679 K. sayılı kararı ve Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin kararları gereği içtihat durumuna göre, dava açmakta haklı olduğu, bu kapsamda kayıp kaçak ve diğer bedellerin tahsilini talep edebileceği dikkate alındığında, davacının yargılama giderlerinden sorumlu tutulmayacağı açıktır. Nitekim hiç kimsenin dava açıldıktan sonra yürürlüğe giren geçmişe etkili yasa değişikliği ya da içtihadı birleştirme kararı gereği davanın kabul edilmemesi sebebiyle haksız çıkmasına rağmen yargılama giderlerinden sorumlu tutulamayacağı kuşkusuzdur.
Dairemizce verilen 2017/24 E. sayılı ve Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesinin 2017/382 E. sayılı bu konudaki istinafla sınırlı yaptığı inceleme sonucu, red kararını, muhafaza ederek sadece vekalet ücreti ve yargılama giderini düzelterek verdiği kararının Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 2017/12005 E ve 2017/13884 E sayılı onamaları da emsal alındığında, davacının, konusuz kalma sebebiyle karar verilmesi yolunda bir istinaf talebi olmadığı da dikkate alınarak, istinaf talepleri ile sınırlı inceleme sonucu red kararı muhafaza edilerek, mahkemece, yasa değişikliği sebebiyle davanın reddine dair karar, davanın konusu kalmadığından esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına dair karar gibi vekalet ücreti ve yargılama gideri yönünden aynı hukuki etkiye sahip olacağı, davacı mevzuat değişikliği sonrası haksız çıkmış olsa da, dava tarihi itibariyle, uygulamanın haksız olduğu iddiası ile açmış olduğu bu davasında, dava tarihinde haklılığı (Baki Kuru dördüncü cilt sayfa 3687) göz önünde tutulduğunda, 6100 Sayılı HMK 331. maddesi kapsamında davasında mevzuat değişikliği sonrası haksız duruma düşen davacı lehine yargılama giderine hükmedilmesi gerekeceğinden, 6100 Sayılı HMK 331. maddesi gereğince, davacı lehine maktu vekaleti takdir edilmemesi ve yapmış olduğu yargılama giderinin davalılardan tahsiline karar verilmemesinin usul ve yasaya aykırı olduğu anlaşılmıştır. O nedenle, davacının bu yöndeki istinaf başvurusunun kabulü gerektiğinden, davacının, asıl ve birleşen dosyalara yönelik istinaf başvurusunun kısmen kabulü ile, HMK 353/1-b-2 maddesi uyarınca karar düzeltilerek yeniden esas hakkında; "davacı lehine asıl ve birleşen dosyalar yönünden ayrı ayrı 1.980,00 TL maktu vekalet ücretinin davalılardan tahsiline, davacı için asıl ve birleşen dosya için yapılan 1.248,00 TL yargılama giderlerinin davalılardan tahsiline, sair istinaf taleplerinin reddine" karar verilmesi gerekmiştir.”  şeklinde oluşturduğu gerekçe ile ilk derece mahkemesinin kararını onaylamıştır.
Bu kararda, “kanunların geçmişe dönük olamayacağı” kuralına aykırı bir yasanın varlığını görmekteyiz. Bu kuralın varlığı AİHS 6 maddesinde yer alan hükmün içeriğinde olduğu gibi, Anayasamızın 36 maddesi içeriğinde de yer almaktadır. Bu kural,  “hukuki güvenlik ilkesi” nin ve “belirlilik ilkesi” nin bir parçası olarak kabul edilmelidir. Bu kurallar, toplumun güvencesini ve huzurunu sağlayacak nitelikte kurallardır. Bu kurallara aykırı yasa oluşturmak, toplumun hukuka güvenini ortadan kaldıracağı gibi yasamaya olan güveni de ortadan kaldıracak niteliktedir.
Söz konusu kararı okuduktan düşündüğümde, Anayasa Mahkemesi  tarafından 22.12.2011 gün 2010/172 E 2011/172 K sayılı kararı ile iptal edilen 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunun eklenen geçici 73 maddesinin, 6446 sayılı kanunun 17 maddesine eklenen 10 fıkranın  de aynı nitelikte olduğunu ve geriye dönük olarak hüküm doğurduğunu hatırladım.
Bunun yanı sıra, YHGK 29.9.2010 gün ve 2010/402 E 2010/442 K sayılı kararı ile 4958 sayılının kanunun 35 maddesi değişikliğindeki yanlış uygulamanın giderildiğini, böylece yargı tarafından fiilen geçmişe dönük yasa oluşturulmasının önüne geçildiği hatırladım.
Günümüzde, toplum tarafından çok eleştirilen, erken emeklilikte yaşa takılanların da, aynı nitelikli bir davranışın mağduru olduğunu gördüm.