15 Kasım 2011 Salı

BİR RİCA

HMK uygulanmaya başladığından beri, zaman zaman meslektaşlarımdan gelen sorularla karşılaşmaktayım. Benim açımdan da yeni bilgilere ulaşmak anlamına gelen bu davranıştan ötürü mutluyum. Teşekkür ederim. Ancak, eğer sorularınızı, e-posta yolu ile gönderirseniz, sevinirim. Çünkü, telefonla sorulan sorularda, sorunun yanlış anlaşılması ve yanlış cevaplanması olasılığı çok yüksek. Hem de çalışmadan cevap vermek yanlış cevap verme riskini arttırmaktadır. Bu nedenlerden ötürü, ricamın kabul edileceğini ummaktayım.
Saygılarımla

BELİRSİZ ALACAK VE TESPİT DAVASI/KISMİ EDA DAVASI VE İŞ HUKUKUNA İLİŞKİN BİR SORU VE CEVAP

İş hukukunda yeteri kadar davam olmadığından ötürü, olanlarda işveren vekilliği ağırlık kazandığı için, iş hukukunda işçi vekilliği yapan meslektaşlarımın sorularını onlar gibi değerlendirememekten ötürü üzgünüm. Ancak, bilinmesini isterim ki, kıdem, ihbar, fazla çalışmaya ilişkin konularda ki davaların kısmi dava olarak gündeme getirilmesine HMK dan önce de karşı çıktım, bu günde karşı çıkıyorum. Karşı taraf vekalet ücretini değerlendirirken, bu şekilde açılan davaların, davalısı olan işverenin vekili olan meslektaşlarımı mağdur ettiğini dile getirdim ve yazıya döktüm. HMUK döneminde açılan kısmi davalara karşı menfi tespit davası açılabileceğine dair sn. Baki Kuru’ya ait açıklamaların varlığına rağmen menfi tespit davası açmanın davalı işverene gereksiz yere davacının yapması gereken harç ve benzer yargılama giderlerini yüklemesi nedeni ile uygulamaya konulamadığını da akılım erdiği kadar açıkladım. Bu nedenle, şu anda gündemde olan bu soruyu, kendi penceremden değerlendirmemde bir sakınca görmemekteyim.
Daha önce de söylediğim gibi, işçinin işe girdiği tarihi, aldığı son maaşını, geçen yıllarda izin yapıp yapmadığını, fazla çalışması karşılığı ücretini alıp almadığını bilmemesi mümkün değildir. Bu bilgilerde bazı yanılgılar olsa bile işçi bu bilgileri bilen kişidir.
Bir an için, yoğun olarak işçi vekilliği yapan meslektaşlarımın dile getirdiği gibi, işçinin bu bilgileri bilmediğini düşünelim ve işçinin HMUK döneminde kısmi dava açmakta haklı olduğunu kabul edelim.
Sembolik dava değerlerine dayalı olarak açılmış olan böylesi bir kısmi davada, işçi, fazla çalışmalarını kanıtlamak için, kendisi ile birlikte çalışan bir başka işçiyi tanık olarak göstermektedir. İşçinin kısmi davadaki bu davranışı kendisinin fazla çalıştığını bildiğini hatta kimlerle birlikte çalıştığını bildiğini ortaya koyan bir davranış değil midir? Tanık sıfatı ile dinlenen işçi, davacı işçinin aleyhine bir beyanda bulunduğunda hemen itiraz edilmiyor mu?. Kısaca işçi hem fazla çalışmasının nasıl oluştuğunu hem de kimlerle çalıştığını bilmektedir. Zaten davasını bu bilgisine dayandırmaktadır. O halde, dava açılırken, davacı işçinin ve onun tanığı olan işçinin beyanları birlikte değerlendirilerek, davayı üstlenen avukat tarafından, fazla çalışma süreleri hesaplanabilir. Yani, alacağın belirsizliği daha işin başında giderilir. İşyerlerinde bu hesaplar, personel yada muhasebe servislerince yapılmıyor mu? Bizce neden yapılamasın.
Ancak uygulamada bu yapılmamakta, açılan sembolik davada dinlenen tanık, “biz birlikte her gün geç saatlere kadar çalışırdık, cumartesi pazar bayram demez hep gelirdik” dediğinde bu beyan yeterli görüldüğünden ötürü, kısmi dava yolu ile yapılan hesaplamaya dayalı olarak ek dava yada ıslah yolu ile tüm alacak talep edilmektedir.
İleride kendisi lehine delil olabilecek bir davada ifade veren kişinin tanıklığının sorgulaması yapılmamaktadır.
İspat yükü işçide delil yükü işverende olan izin ücretinde, işçi izne çıkıp çıkmadığını hiç hatırlamamakta, izin yaptığının kanıtlanmasını işverenden beklemektedir.
İşçi, fazla mesai yapmadığını gösteren bordroya rağmen fazla mesai istemektedir. Buna karşılık, yargı aynı bordro içinde fazla mesai varsa bunun noksanlığının tartışılmayacağını söylemektedir. Ancak, bordro olmasına rağmen, ücretin az gösterildiğini tartışabilmekte, meslek odalarının beyanları ile ücret belirlemesi yapmaktadır.
Bu ve benzeri uygulamaları sergilediğimizde, işçinin iş mahkemelerinde korunduğunu söylemek zorunluluğumuz bulunmaktadır.
Şimdi, aynı korumanın sürdürülmesi talep edilmektedir. Kanımca, bu talep, işçiden çok biz avukatlardan gelmektedir. Çünkü, işçi adına dava açan meslektaşlarımız çoğunlukla toplu dava açmaktadır ve masrafları kendileri karşılamaktadır. Kısmi dava uygulamasının bir şekilde devamı, gerek ispat açısından gerekse masraf açısından onlara yarayacaktır.
İşçinin korunmaya gereksinimi olduğunu kabul ederken bir başka gerçeği unutmaktayız. Bilindiği gibi, cumhuriyetin kuruluşunda işveren yoktu, bu nedenle karma ekonomi seçildi ve KİT ler oluşturuldu. İşveren yoktu, 10 işçiden fazla işçi çalıştıran işyerleri ve ancak sınırlı illerde uygulanmak üzere SSK kapsamına alındı.
İşveren olmadığı gibi, işverene danışmanlık yapacak kadroda yoktu. Eğer olsa idi ve vicdanı olanak verse idi, örneğin, her ayın bordrosunda bir ya da iki saat fazla mesai göstererek bordroları tartışmasız hale getirebilir işçinin hakkını gasp edebilirdi.
O halde işverenin de kanundan yeterince yararlanmak hakkına sahip olduğu düşünülmelidir. Eğer böyle düşünür ve yasamanın yetkisini uygulamada yok etmeye kalkmaz isek, problem kendiliğinden çözümlenir ya da yasama gereken önlemleri alır.
İş davalarında belirsiz alacak ve tespit davası ya da kısmi dava öneren tüm meslektaşlarımdan hakim yada avukat ayrımı yapmaksızın, öncelikle davada hükme esas olacak hangi maddi vakıanın bilinemeyen/bilinemeyecek vakıa olduğunu da açıkça dile getirmesini rica etmekteyim.

HMK nın SENETLE İSPAT KURALI VE TANIK DELİLİ İLE İLGİLİ BİR SORU

Bir meslektaşımdan gelen bir soruyu sizlerle paylaşmak ve elimden geldiğince cevaplamak istiyorum. Bu nedenle, soruyu aynen aşağıya alıyorum.

“Sayın Ender bey, her bloğunuzu ilgi ile okuyorum öncelikle size bu tür bloglar yazdığınız için çok teşekkür ediyorum. bu konu hakkında size bir soru sormak istiyorum,
HMK
GEÇİCİ MADDE1 de; "Bu Kanunun yargı yolu ve göreve ilişkin hükümleri, Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki tarihte açılmış olan davalarda uygulanmaz.

(2) Bu Kanunun, senetle ispat, istinaf ve temyiz ile temyizde duruşma yapılmasına ilişkin parasal sınırlarla ilgili hükümleri Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki tarihte açılmış olan dava ve işlerde uygulanmaz." denilmekte,

GEÇİCİ MADDE 2 de ise, "1086 sayılı Kanunun yürürlükte olduğu dönemde usulüne uygun olarak düzenlenmiş bulunan senetler, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra da geçerliliklerini korur." denilmektedir

O halde HUMK yürürlükte iken düzenlenmiş bir belge hakkında ilk kez HMK döneminde işlem yapılmış, dava açılmış ise tanıkla ispat sınırı bakımından HUMK mu HMK'mı uygulanır? bu soruyu sorma sebebim şu 200. maddeye göre hukuki işlemlerin, yapıldıkları zamanki miktar veya değerleri göz önünde bulundurulacaktır ve HMK derhal uygulanacaktır, o halde hazırlandığı tarihte 2.500TL'yi geçmeyen ancak HUMK tanıkla ispat sınırının üstünde olan bir belge, HMK döneminde bir alacak davasına konu olursa söz konusu belgeye dayalı alacağın varlığını Tanıkla ispat mümkün olacak mıdır? Bu soruya kesin bir cevap bulamadım zira Pekcantez'ın bir yazısından Gecici 2. madde sebebi ile böyle bir olayda tanıkla ispatın mümkün olamayacağını çıkardım ancak söz konusu kanun maddelerinden ben tam tersinin çıkacağını düşünüyorum. Eğer soruma cevap verme lutfunda bulunursanız çok sevinirim şimdiden teşekkür ederim.”
Sorudan anladığıma göre belge 1.10.2011 tarihinden önce doldurulmuş olup HMUK 288 madde hükümlerine göre saptanan tanıkla ispat sınırdan fazla ancak HMK nın tanıkla ispat sınırı olan 2.500 TL den az bir değere ilişkin. Örneğin 2.000 TL.
Gene sorudan anladığım kadarıyla, bu belgeye dayalı olarak HMK yürürlüğe girdikten sonra örneğin 15.10.2011 tarihinde dava açılacak.
Eğer soruyu bu şekilde anlarsak, ortada bir problem olmamalıdır. Çünkü, ortada bir belge var. O halde ispat bu belgeye göre yapılabileceğine göre burada tanıkla ispata neden gereksinim olsun?.
Bilindiği gibi, gerek HMUK 288 gerekse HMK 200/1 maddeleri, tanıkla ispat sınırını hükme bağlarken, davanın açıldığı tarihi değil, işlemin gerçekleştiği tarihi esas almıştır. Bu nedenle, 1.10.2011 tarihinden önce gerçekleşen bir hukuki işlemde, tanıkla ispat sınırı HMUK 288 maddesine ve bunda oluşan değişikliklere göre kabul edilecektir. HMUK 288 maddesinde yer alan değerlerin altında kalan değerlere ilişkin dava ister 1.10.2011 den önce isterse sonra açılsın, bu davada tanık deliline başvurulabilecektir.

Hukuki ilişki belgeye dayandırıldığı için, alacağın varlığını bu belgeye dayandırmak gerektiğini düşünmekteyim. Eğer elinizdeki belge hukuki işlemi belirlemesine rağmen bu hukuki işlemin doğurduğu edimin yerine getirilip getirilmediğini kanıtlamak için yeterli olmamakta ise, belgeye karşı belge ile ispat gerekir kuralı ve işlemin hukuki yapısı dikkate alınarak bu soru çözümlenebilir. Ancak açıklamalarınızda böyle bir bilgi yok.
Tanıkla ispat sınırı, sizin belirttiğiniz geçici maddelerin yanı sıra, HMK 200/1 maddesi hükmünde de yer almaktadır. Bu maddeye ve bundan önce uygulanan HMUK 288. maddesine göre, hukuki işlemin gerçekleştiği tarih, tanıkla ispatın parasal sınırının tayininde dikkate alınacaktır. Bu işin mantığı gereği olduğu gibi hukuka güvenin de sonucudur. Çünkü, bir hukuk kuralına dayanarak yaptığınız özel hukuka ait bir işlemin daha sonra geçersiz sayılması hukuk düzenini bozar.
Sn Pekcanıtez’in makalesini bilmiyorum. Ancak, Sn. Pekcanıtez’in Oguz Atalay ve Muammed Özekes ile birlikte yayınladığı Medeni Usul Hukuka adlı kitabının 59 vd yer alan, HMK nın zaman açısından uygulanması adlı bölümü okursanız, derhal uygulanırlık ve hukuka güven ilkeleri ışığında yapılan ve benim açıklamalarımla örtüşen açıklamaların yer aldığını görürüsünüz.
Saygılarımla

1 Kasım 2011 Salı

YÜRÜRLÜKTEN KALKAN TCK VE CMUK’A GÖRE KURULAN HÜKMÜN ELEŞTİRİSİ

Av. ENDER DEDEAĞAÇ

Bu yazıda, 2007 yılında meydana gelmiş bir hakaret fiilinden ötürü, o tarihte şahsi dava sisteminin yasalarımızdan kalkmış olmasına rağmen, yerel mahkemece verilen manevi tazminat ödenmesine ilişkin kararın, Yargıtay tarafından onanmasından dolayı düşündüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Yürürlükten kalkmış bir yasa maddesinin tüm ikazlara rağmen yerel mahkemece uygulanmasını anlamadığımı hele hele bunun Yargıtay tarafından onanması karşısında, kendimi sevgilisi tarafından ihanete uğrayan 18 yaşındaki genç gibi hissettiğimi dile getirmek istiyorum. Elbet kararı ve hukuki boyutunu aklım erdiğince sizlere aktaracağım ancak, önce bu davranışın bende ve toplumda yaratacaklarını dile getirmek istiyorum. Dilerim, işin hukuki boyutuna gelmeden, başlangıçtaki duygusal değerlendirmelerden sıkılıp okumaktan vazgeçmezsiniz.

Eğer kuvvetler ayrımına inanıyorsak, yargının vazgeçilmez bir güç olduğunu yaşadığımız topluma inandırmak zorundayız. Toplumun buna inanabilmesi için ise, bu alanda akademik boyutta yapılmış inceleme ve tartışmalara gereksinimi yoktur. Toplum, bu inanca ulaşmak için, günlük yaşamında elle tutulur bir şeylerin varlığını aramaktadır. Toplum için, ciltler dolusu yazılmış bir akademik araştırmadan çok toplumun vicdanını tatmin edecek bir yargı kararı daha önemlidir. Hele hele bu yargı kararı, adil olduğu kadar işin doğası gereği bir yoksulun hakkını bir itibarlı/güçlü haksız kişiden alarak yoksula/güçsüz ancak haklı bir kişiye teslim ediyorsa o zaman toplumun yargıya olan güveni artacak ve onu bir güç olarak kabul edecektir.
Burada yer alan yoksul, itibarlı, güçsüz ve güçlü sözcüklerini değerlendirirken, kanımca bu sözcüklerin günlük anlamlarından çok, yasalara aykırı eylemin doğumunda toplumun bu eylemin tarafları için yapmış olduğu değerlendirme dikkate alınmalıdır. Örneğin, ülkenin hatta dünyanın en varlıklı üç beş ailesinden birinin kızına yapılmış bir tecavüz olayında, tecavüzü gerçekleştiren evsiz/homeless, toplum nazarında güçsüz olarak tanımlanmaz, tecavüze uğrayan kız tüm zenginliğine rağmen güçsüz olarak tanımlanır.
Yaşadığımız Van depremini düşünün bu deprem nedeniyle kaç kişi Marmara depreminin tek sorumlusu olan yükleniciyi/müteahhidi hatırladı. Ben Bolu depreminin içinde yaşamış olan bir kişi olarak hatırlamadım. Çünkü, o yargılamada beni huzura kavuşturmayan bir şey vardı. O şahıs dışında başka ev yapan kimse yok mu? Bu şahıs evleri pakete sarılı olarak bilinmeyen bir ülkeden gümrükçüleri aldatarak mı getirdi? Evlere elektrik su bağlayan yetkililer, bu evlerin inşaat aşamasında kontrol edilip edilmediğini hiç mi düşünmedi? Vb sorulara bir türlü yanıt bulamadım. Bunun sonucu olarak yargı gibi benim de, yıkımın ve ölümlerin sorumlusu olarak gördüğüm kişi, bir anda hem suçlu hem de mağdur olarak karşıma çıktı. Kısaca çok sevmiş olmama rağmen yargıya gücenmeme neden oldu. Benim gücenmeme aldırmayın, ben hem gücenir hem de her gün artan bir tutku ile sevmeye devam ederim. Ancak toplumun benim gibi davranmasını beklemek hayalcilik olur. Bu nedenle, toplumun bizi sevmesini beklemek yerine bizim kendimizi ona sevdirmek için yapmamız gerekenlerin neler olduğunu düşünmemiz gerekir. Kanımca bunu düşündüğümüzde ise, haklıyı koruyan adil kararlara gereksinimiz olduğunu, bunlarla toplumun sevgisini ve saygısını kazanacağımızı anlarız.
Bir kararın haklıyı koruyan ve adil olduğunu söyleyebilmek için ise, öncelikle söz konusu kararın yürürlükteki mevzuata uygun olması gerekir. Çünkü, hepimiz, toplumla uyum içinde yaşayabilmek için bu kurallara uyum göstermek zorunda olduğumuzu hissetmekteyiz. Bizim uyum gösterdiğimiz bir kural bir başkası tarafından hiçe sayılıyor ise, kurallar bütününe olan saygımız ve uyum göstermedeki tutarlılığımız zedelenir. Kötü yapılmış hatta kişisel yararına uymayan bütün kanunların sorumlusu olarak siyasileri görmeyen, onun yerine hukukçuları sorumlu tutan, toplumumuz böylesi bir uygulamadan ötürü de hukukçuları yani hakim, savcı ve avukatları sorumlu tutacaktır. O zaman yargının itibarından söz etmek mümkün olmayacak, yargının kuvvetler ayrımındaki yeri sadece akademik bir düşünce olacaktır.
Dilerim ben yanılırım. Gelelim olayımıza;
Bilindiği gibi, yürürlükten kalkan 1412 sayılı CMUK’un 358 ve 367 maddeleri ile yürürlükten kalkan 765 sayılı TCK ın 111 maddelerine dayalı olarak, ŞAHSİ HAK DAVASI olarak isimlendirilen bir dava ile şahsi dava ya da kamu davası olarak görülen bir ceza davasında, suça konu haksız fiilden kaynaklanan zararlarımızın tazmini için dava açabiliyorduk. Eski CMUK ve eski TCK döneminde uyguladığımız şahsi hak davasıyla ilgili daha detaylı bilgi almak için, Sn. Prof. Dr. Ahmet Kılıçoğlu’nun Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi’nde yayınladığından ötürü Ankara Üniversitesi’nin resmi internet sitesinde yer alan “Haksız Fiillerden Sorumlulukta Ceza Hukuku İle Medeni Hukuk İlişkisi” adlı makalesi ile Prof. Dr. Erdener Yurtcan’ın 1989’da Kazancı Yayınları arasında yayınlanan “ Şahsi Dava ve Uygulaması” adlı kitabından yararlanılabilir.
765 sayılı TCK ve 1412 sayılı CMUK’un yürürlükten kaldırılması ile yürürlüğe giren CMK ve TCK hükümleri arasında, ceza hukukuna özgü şahsi davaya yer verilmediği gibi, şahsi hak davası olarak da nitelendirdiğimiz tazminat davalarına da yer verilmemiştir. Bu konu Sn. Zekeriya Yılmaz’ın Terazi dergisi Mayıs 2008 sayısında yer alan “ Suç – Haksız Fiil Ayrımı, Haksız Fiil Sorumluluğu ve Yeni Ceza Mevzuatı Açısından Şahsi Hak Davası” adlı makalesinde ise detaylarıyla incelenmiştir.
Bu konuyla ilgili olarak YCGK’nın 03.02.2009 gün 2008/11-250 E 2009/13 K, Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 13.01.2010 gün 2009/10174 E 2010/2 K, Yargıtay 2. Ceza Dairesi’nin 26.01.2006 gün 2005/1512 E 2006/314 K aynı dairenin 17.10.2005 gün 2004/12133 E 2005/22119 K ve 19.09.2007 gün 2007/8687 E 2007/11385 K, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 08.05.2007 gün 2007/3723 E 2007/3921 K sayılı kararları da örnek olarak gösterilebilir.
Görüldüğü gibi ilmi ve kazai içtihatlarda da hiçbir fark ve çelişki olmaksızın 5271 sayılı CMK ve 5237 sayılı TCK’nın kabulünden sonra ceza mahkemelerinde şahsi hak davalarının görülmesine ilişkin herhangi bir düzenlemenin bulunmadığı belirtilmiştir. Bu nedenle de yeni yasal düzenlemenin oluştuğu dönemden bu yana da ceza davalarında şahsi hak davası görülememektedir.
Zaten 5320 Sayılı CMK’nın Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un geçici 1. maddesi de aynı gerçekle hükme bağlanmış olup, Eski TCK ve CMUK döneminde açılmış davaların nasıl sonuçlanacağını da içermektedir.
Şimdi anlatacağımız somut olay, bu hukuki gerçekliği hiçe sayarak hüküm verilen ve Yargıtay tarafından onanan bir yargılamaya ilişkindir. Olayın içeriğini tam olarak anlatırsak ve yerel mahkemenin hangi mahkeme olduğunu söylersek işin dedikodu boyutuna önem verdiğimiz kanısına sahip olacağınızdan, somut olayı özet olarak, yerel mahkemeyi belirtmeden açıklamaya çalışacağız. Elbette inancınızı sağlama için Yargıtay kararının tarih ve numarasını ve içeriğini bilgilerinize sunacağız.
Yerel mahkemenin gerekçeli kararına göre suç hakaret suçudur. Suçun tarihi 14.07.2007’dir. Yani 5271 sayılı CMK ve 5237 sayılı TCK’nın yürürlükte olduğu döneme ilişkindir. Bu nedenle de şahsi hak davasına ilişkin herhangi bir hükmün ceza mahkemesi tarafından verilmesi mümkün değildir. Halbuki yerel mahkemenin hüküm kısmına baktığımızda “katılanın manevi tazminat talebinin kısmen kabulü ile 1000 TL manevi tazminatın sanıktan alınıp katılana ödenmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine” kararı verildiği görülmektedir.
Manevi tazminata ilişkin bu kararın görevsiz mahkeme tarafından verildiği yukarıda belirtilen ilmi ve kazai içtihatlar doğrultusunda tartışılmaz bir gerçektir. Bilindiği gibi herhangi bir hukuki işlemin kurucu unsurlarından biri ya da birkaçının eksik olması haline işlem yok hükmündedir. Görevsiz mahkeme tarafından verilen bu kararda işlemin kurucu unsurunun eksikliğinden, burada verilen karar yok hükmündedir.
Sulh ceza mahkemesinin görev alanına giren hakaret davası ile birlikte mahkemenin görevi dışında verilen bu manevi tazminat hükmü değerlendirildiğinde, manevi tazminatın hüküm tarihi olan 12.05.2009 tarihinde Yargıtay incelemesi kapsamı dışında kalan kesin hüküm niteliğinde olduğu görülecektir.
Manevi tazminata ilişkin hüküm için kanun yolları açık olmadığından ötürü, mahkemeye yapılan temyiz başvurusu, temyiz isteminin reddi kararıyla sonuçlandırılmıştır. Mahkemenin bu kararı sonucunda biz, temyiz isteminin reddine ilişkin kararla birlikte görevsiz mahkemenin vermiş olduğu yok hükmündeki bu kararı Yargıtay’ın incelemesine sunduk. Söz konusu karar Yargıtay 2. Ceza Dairesi tarafından 04.07.2011 gün 2011/15113 E 2011/15229 K sayılı kararıyla onandı.
Bizim somut olayımızla ilgili olan Yargıtay 2. Ceza Dairesi’nin onama kararı işbu yazının başında belirttiğimiz Yargıtay 2. ceza dairesinin diğer kararlarıyla çelişmektedir. Öncelikle bu çelişkiyi anlamadığımızı belirtmek isteriz.
Yargıtay kanununa ve hukuk mantığına göre Yargıtay dairelerinin herhangi birinde bir içtihat yerleşmiş içtihat olarak sayılabiliyorsa, o dairenin bu karardan dönebilmesi için Yargıtay Kanunu 15. maddesi gereğince Genel Kurul’a başvurması gerekmektedir. 2. Ceza Dairesi, Yargıtay kanununun bu hükmüne de aykırı davranmış, kendi başına daha önceki vermiş olduğu yerleşik kararlarından dönmüştür. Yani hukuka aykırı 2. bir davranış sergilemiştir. Bunu da anlamadığımızı belirtmek isteriz.
Gerek 1086 sayılı HUMK’da gerekse 6100 sayılı HMK ve 6110 sayılı yasada hakimin sorumluluğuna ilişkin hükümlere baktığımızda “farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı bir karar veya hüküm verilmiş olması” hakimin sorumluluğunu doğurur kuralının yer aldığını görürüz. Bu açıklamalar ışığında, gerek yerel mahkemenin gerekse Yargıtay’ın yasanın bu hükmüne aykırı davranıp davranmadığının değerlendirilmesini sizlerin takdirlerinize sunarız.
Bilindiği gibi hakimlere ilişkin cezai sorumluluğuna ilişkin kuralların uygulanmasında da HUMK’da yer alan sorumluluk hallerinin değerlendirilmesi yapılmaktaydı. Bu kuralın HMK ile değişmediği düşüncesindeyiz. Yani kanımızca burada Ceza Kanunu’nun ihlali de vardır. Bunu da sizlerin takdirlerinize sunarız.
Bu yazı kaleme alınırken meslektaşlarımız olarak nitelendirdiğimiz hakimlerin cezalandırılması ya da tazminat sorumlusu tutulması amaçlanmamıştır. Amaç zaman yokluğu ya da başka bir nedenle yeterince incelenmeden kurulan hükümlerin topluma verdiği zararı hep birlikte tartışabilmektir. Bu nedenle dilerim ki işbu yazıda yer alan tüm eleştirilerimde ben haksız çıkayım ve yapmış olduğum bu hukuki hatadan ötürü hakim unvanlı meslektaşlarımdan özür dileyeyim.
Bu olayda değerlendirilmesi gereken birkaç şey daha var. Onlara da değinmeden geçmek istemiyorum: Katılanın manevi tazminat istemine ilişkin beyanı, sadece kendisine yöneltilen uzlaşmayı kabul edip etmediği sorusuna ilişkin verdiği cevapta “5000 TL manevi tazminat ödenir ise uzlaşırım” şeklinde belirtilmiştir. Katılan bu istemiyle birlikte harç ödemediği gibi, yerel mahkeme hüküm fıkrasında da manevi tazminatın kabul ve reddini göz önüne alarak tarafların harç ödemesi gerektiğini hüküm altına almamıştır
Yerel mahkeme ayrıca reddedilen manevi tazminata ilişkin olarak reddedilen kısım ile ilgili karşı taraf vekalet ücretine hüküm kurmamıştır.
Son iki paragrafta belirttiğimiz hususlar hukuk davalarında uyulması gereken yasal koşullardır. Ceza hakimi şahsi hak davasını hükme bağlarken kanımızca bu kurallara uymak zorundadır. Bunlar yargılama giderlerine ilişkin olduğu için ve resen gözetileceğinden, gerek yerel mahkeme gerekse Yargıtay bu konuda da yasalara aykırı karar oluşturmuştur.
Bu ve benzeri yazılarımın bir meslektaşın diğer meslektaşları eleştirmesi olarak değerlendirilmesini, hatalı tarafın ben olmam halinde yapılacak uyarıyla özür dilemeye hazır olduğumu, ancak hata yargıç meslektaşlarımdan kaynaklanıyorsa onların da en azından somut olayın mağdur tarafını arayıp gönlünü almasını beklediğimi belirtmek isterim. Unutulmasın ki bu tip yakınmalar hatalı hüküm veren kişiye zarar verdiği gibi, onlar tarafından verilmiş hatalı hükümler de bizlerin ekmek parasına zarar vermektedir. Bu yüzden de karşılıklı dayanışma ile hatalı hüküm kurulmasını önlememiz gerektiğine inanıyorum.