11 Kasım 2010 Perşembe

Haberal Kararı ve Yargıç Sorumluluğu

Av. Ender DEDEAĞAÇ

Bu günlerde Sn. Haberal ile ilgili Yargıtay kararı tekrar gündemde. Niyetimin Sn. Haberal’ı ya da davada yer alan yargıçları korumak ya da yermek olmadığını baştan söylemekte yarar görmekteyim. Benim niyetim, bu karar nedeniyle YARGIÇLARIN SORUMLULUĞU konusundaki düşüncelerimi bir kez daha sizlerle paylaşmaktır. Bir kez daha paylaşmaktır diyorum çünkü, yargıçların sorumluluğu konusunda ilk kez Türk Hukuk Kurumunda gerçekleşen bir panele konuşmacı olarak katıldığımdan ve www.inisiyatif.net adlı internet sitesinde yazılarımı yayınlamaya başladığımdan bu yana, elimden geldiğince konuyu irdelemeye çalışmaktayım.

Öncelikle yargının bağımsızlığı ile yargıç sorumluluğunun karıştırıldığını ve bağımsız olan yargı nedeniyle yargıcın sorumsuz da olacağı düşüncesinin pek çok meslektaşımda yer etmiş yanlış bir kanı olduğunu belirtmek isterim. Her şeyden önce bu kanıdan kurtulmak gerektiğine inanmaktayım.

Yargıcın sorumlu olup olmamasına ilişkin tartışmalar değişik ülkelerde gerçekleştirilmiş tartışmalardır. Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenlere Dr. Emcet Belgesay’ın Türk Hukukunda Hakimin Hukuki Mesuliyeti adlı yapıtına başvurmalarını öneririm. ( Söz konusu makaleyi internette buldum. Bir dergiden alındığı belli ancak derginin adı, sayısı, vb. bilgiler gözükmüyor. Bu nedenle daha geniş bilgi veremedim.).

Tartışmalar ne olursa olsun, siz ne düşünürseniz düşünün bana göre bir kişinin yaptığı işten ötürü sorumlu olması bir onurdur. Bu nedenle ben yargıçların kararlarından daha doğrusu mesleki faaliyetlerinden ötürü sorumlu olmaları gerektiğine inanmaktayım. Üstelik kişiler ister meslek sahibi olsun ister olmasın herkes günlük yaşamında değişik konularda karar almak zorundadır. Örneğin bir anne çocuğu ile ilgili olarak, bir doktor hastası ile ilgili olarak değişik kararlar almaktadır. Bunlar anne ya da doktor olmasına bakılmaksızın yeri geldiğinde hukuk tarafından sorumlu tutulmaktadır. O halde yargıç da sorumlu tutulmalıdır. Üstelik yargıcın kararından ötürü taraflardan biri mutlu olmakta, yarar sağlamakta; diğeri ise mutsuz olmakta zarar görmektedir. Karar doğru olduğu sürece tarafların duyguları da fayda ve zararları da bizleri ilgilendirmez. Ancak karar yanlış ise ve bu yanlış affedilmeyecek bir hatadan, kusur ya da ağır kusurdan meydana gelmiş ise yani vatandaş gereksiz yere mağdur edilmiş ise, bu mağduriyete neden olan yargıç bunun sorumluluğunu çekmelidir.

Tekrar Haberal kararı ile gündeme gelen tartışmalara baktığımızda, bazı kişilerin bu kararın yasalarda olmayan bir yetkiden kaynaklandığını yani yasa dışı olduğunu düşündüğünü ve bu düşünceyi kamuoyuna yansıttığını görmekteyiz. Bu doğru bir düşünce tarzı değildir. Üstelik maddi hukuk açısından yanlış olan bu düşünce yargının toplumdaki güvenirliğini zedeleyici niteliktedir ve son derece zararlıdır. Yargıtay’ın kararı HMUK’da yer alan hakimin sorumluluğuna ilişkin hükümlere dayandırılmaktadır ve HMUK 1927 yılından beri yürürlüktedir, bu nedenle de yasal dayanağı olan bir karardır.

Bazı kişilere göre ise, bu sorumluluk ceza hukukunda var olan haksız tutuklamaya ilişkin özel hükümlere göre çözümlenmesi gereken bir konu olup bunun özel hukuk hükümlerine göre çözümlenmesi hatalıdır. Ben bu düşünceye katılmamaktayım. Çünkü bana göre, haksız tutuklamadan kaynaklanan tazminata ilişkin hükümler “hizmet kusurundan” kaynaklanan haksız tutuklamalara ilişkin olaylarda uygulanmalıdır. Eğer olayda yargıcın “şahsi kusurundan” kaynaklanan bir haksız tutuklama varsa ve bu karar aynı zamanda HMUK’da yer alan hakim sorumluluğuna ilişkin hükümlere de aykırılık oluşturuyorsa böylesi bir olayda HMUK hükümleri uygulanmalıdır.

Benzer düşünce yapısını, Borçlar Kanunu’nun 55. maddesine ilişkin olarak verilen memurlara, örneğin valiye, belediye başkanına ait Yargıtay kararlarında görmek mümkündür.

Haksız tutuklamaya ilişkin olaylarda kanımca, hizmet kusuru ve şahsi kusur ayrımı ile tazminat borçlusunun devlet mi yoksa yargıç mı olduğunu saptayarak bir çözüme ulaşmak mümkündür. Halbuki yargıçların tutuklama dışında aldıkları hukuka aykırı kararlarından ötürü sorumluluklarının sadece HMUK’daki hükümlere göre çözümlenmesi gerektiğini düşündüğümüzde, tazminat sorumlusu olarak karşımıza sadece yargıç çıkmaktadır. Günümüzde, bir yargıcın mal varlığı ile tüm tazminat sorumluluklarının üstesinden gelebileceğini düşünmek hayal görmekle eş değerde bir davranıştır. Çünkü davaya konu değerlerin parasal sınırları çok yükselmiştir. Bu durum yargıcın tüm mal varlığının elinden çıkmasına neden olacağı gibi gene de tazminat alacaklısının tazminatına kavuşamaması sonucunu da doğurabilir.

Buna çözüm olarak, memurlarda olduğu gibi tazminatın hazineden ödenmesi ve gerektiğinde yargıca rücu edilmesi önerilebilir. Ancak bu öneriye, rücu kararının kimin tarafından ve hangi koşullarda verilmesi gerektiğine ilişkin sorular yanıtlanmadan, sıcak bakmak mümkün değildir. Aksi takdirde yargının ve yargıcın bağımsızlığı, daha doğrusu yargının bir erk olduğu gerçeği zedelenmiş olacaktır.

Bu soruya cevap ararken, öncelikle hazinenin yürütmenin mal varlığı ya da onun kullanımına terk edilmiş bir değerler bütünü olmadığının bilincine varmak gerekir. Hazineyi oluşturan gelirlerin ve giderlerin ancak yasama organının kararları ile gerçekleşebileceğini, bu nedenle bütçe ve kesin hesap kanunlarının var olduğunu bu yolla yürütmeye talimat verildiğini ve yürütmenin denetlendiğini unutmamak gerekecektir. Ayrıca seçmen tarafından doğrudan doğruya seçilen organın TBMM olduğu ve yürütmenin bu organ tarafından seçildiğini hatırlamakta yarar vardır. Eğer tüm bunları gerektiğinde hatırlayabilir ve doğru değerlendirebilirsek, o zaman bütçeden kurulacak bir fon yolu ile yargıç sorumluluğundan kaynaklanan tazminatların ödenmesini ve fonun özerk bir yönetimi olmasını, doğrudan TBMM ne hesap vermesi gerektiğini söyleyebiliriz. Aksi takdirde, yani rücunun koşulları yürütme tarafından belirlenecek ise, tazminatın hazineden ödenmesinin ve yürütme tarafından alınacak rücu kararı ile geri istenebilmesinin yaratacağı olumsuzluklar ile zarar görenin zararının karşılanamamasının toplumsal yapımızda meydana getireceği yıkıntıların karşılaştırılması gerekeceğine inanmaktayım. Benim kanaatime göre, zarar görenin zararının karşılanamaması hali yürütmenin rücuya ilişkin şartları belirlemesi halinden daha iyidir.

Haksız tutuklamadan kaynaklanan tazminatın ceza hukukunda düzenlenmiş olmasına ilişkin itiraza aklımın erdiğince cevap verdiğimi düşünüyorum. Üstelik, haksız tutuklamanın dışında kalan ve yargıcının cezadan doğan sorumluluklarını düzenlerken de HMUK hükümlerinden yararlandığımızı hatırlatmakta yarar görmekteyim. Üstelik eski Ceza Kanunu’nda hakimin ceza sorumluluğunu ayrı bir yasa maddesi olarak düzenleyen yasa koyucu, yeni Ceza Kanunu’nda bu ayrımdan vazgeçmiş ve memurların görevi ihmal ve görevi savsaklama suçları (her ne kadar yeni yasada suçun adı değiştirildiyse de hala toplumda bu şekilde anılmaktadır) ile birlikte yargıcın sorumluluğunu da hükme bağlamıştır. Yani yargıç ile memuru aynı görmüş ya da yargıcı memurlaştırmıştır. Üstelik bu değişiklik olurken kimsenin sesi çıkmamıştır.

Bana göre Haberal kararı ile ilgili bir tartışma yapılacaksa bu tartışmanın önce yargıçların almış olduğu kararda bu karardan ötürü bir kusurlarının bulunup bulunmadığının, sonra da bu kusurun şahsi kusur mu yoksa hizmet kusuru mu bulunduğu konularına yöneltilmiş olması gerekmektedir.

Yargıçları kusursuz olarak değerlendirmek bence mümkün değildir. Bu yargıçlar öncelikle Anayasayı uygulamaktan kaçınmış ve gerekçesiz karar vermişlerdir. Bunun yanı sıra tutuklamanın istisnai bir durum olduğunu düzenleyen ülkemin kurallarını ve uluslararası tüm kuralları değerlendirmemişlerdir. Böylesi bir davranış kanımca şahsi kusura neden olan bir davranıştır ve kişisel sorumluluğu yani HMUK’la ilgili maddelerin uygulanmasını gerektirir.

www.ankara.edu.tr adlı sitede yayınlanan İdarenin Haksız Fiili Dolayısıyla Mesuliyeti Konusunda Fransız Kamu Hukukunda Gelişmeler başlıklı Prof.S.Derbil tarafından dilimize çevrilen A.L.G.Dutheillet de Lemothe’nin yazısı incelendiğinde şahsi kusur ve hizmet kusuru hakkında detaylı bilgi alınabileceği gibi, Fransız yargı sisteminde iki kusurun da aynı anda varlığının kabul edilebileceğine ilişkin gelişmeyi de incelemek mümkündür.

Yargıçların haksız tutuklamadan ötürü tazminat sorumlusu olacağına ilişkin görüşler yeni oluşmuş görüşler değildir. Sn. Ahmet Kılıçoğlu’nun asistan ünvanı ile yazmış olduğu Hakimlerin Hukuki Sorumluluğu adlı inceleme ve yukarıda belirttiğimiz Emcet Belgesay’a ait inceleme değerlendirildiğinde bunların her ikisinde de haksız tutuklamadan ötürü yargıçların tazminat sorumlu olması gerektiğinin açıklandığı görülecektir. Kısaca bu fikir en az 30 yıl önce tartışılmış bir fikirdir.

Adına yargıçların sorumluluğu da desek bu sorumluluk kusura dayalı haksız fiil sorumluluğudur. O halde bir trafik kazasında nasıl kamu aracı kullanan sürücüye, şahsi kusurundan ötürü, tazminat davası açabiliyorsak kamu erki kullanan yargıç için de şahsi kusurundan ötürü tazminat davası açabilmeliyiz.

Kanımca burada yeni olan, Haberal’ın davasını takip eden meslektaşlarımızın ceza davası açıp beklemek yerine tazminat davası açarak davanın çabuklaşmasını sağlamalarıdır. Ben kendi adıma meslektaşlarıma bana bir şey öğrettikleri için teşekkür ederim.

Eğer ceza davası açmaya kalkılsa idi, Adalet Bakanlığı, “hakimler hakkında dilekçe verilemez” ya da “bu konu hakimin takdirine girmektedir” gibi gerekçelerle yargılanmalarına olanak tanımayacaktı. Adalet Bakanlığı’nın bu tutumundan ötürü idare mahkemesine yapılacak olan başvurunun da zaman zaman yargıç yararına sonuçlanacağını düşünürsek, zaman ve emek kaybı ile uğraşmak yerine tazminat davası açmak kanımca doğru olmuştur.

Üstelik Yargıtay yargıçları için verilen ve kanımca yasal dayanağı olmayan; “Yargıtay yargıçları hakkında HMUK’a göre işlem yapmak için ortada ceza davası ile verilmiş bir mahkumiyet kararı aranmalıdır” hükmünü içeren HGK kararı bu kararla tartışılır hale gelmiştir.

Bilindiği gibi bu dava bir haksız fiile dayalı tazminat davası olup zamanaşımı açısından haksız fiil davalarının zamanaşımı kurallarına uygun olması gerekir.


Karar tüm kararlarda olduğu gibi, yasal değerlendirmeler açısından tartışılabilir bir karardır. Ancak bir yargı kararının siyasal tartışmalara hele hele yargıyı yıpratacak tartışmalara konu edilmesi bence yanlış bir davranıştır.

Yargının zayıflaması sadece biz yargı mensuplarını değil tüm ülkem insanına hatta insanlığa zarar verecek bir olgudur.

Bu ara yargının yıpratılmasından ötürü üzülmekten nerede ise hasta düşeceğim. Değişik siyasi düşün sahipleri, değişik grupları hedef alarak bazı yargıçların bu grubun yandaşı olduğunu iddia etmektedir. Tüm bu iddialar birleşince yandaş olmayan yargının kalmadığının farkında değiller mi diye bu kişilere sormak istiyorum. Hele hele bazı düşün sahipleri bu günkü yargı tarafından yargılanmak istemediğini belirtmekte bir kısım düşün sahipleri ise bazı yargıçlar tarafından alınacak HSYK kararlarının güvenilir olmadığını söylemektedirler. Acaba ben, vatandaş olarak, bu görev sahibi kişilerin kendilerinin yargılanmak istemedikleri ya da kendilerini bir yerden bir yere tayin etmelerini istemedikleri yargıçlara, canımı ya da malımı emanet edip onlar tarafından yargılanmak ister miyim diye düşünüyorlar mı?

Yargıyı sevmeseniz bile ülkemi, kendinizi, çocuklarınızı seviniz ve yargıyı yıpratmaktan lütfen vazgeçiniz.

Bu uygulamanın haksız tutuklama olaylarına ne getireceğinden ne götüreceğinden çok bunun özel hukuk alanına nasıl yansıyacağı beni ilgilendirmektedir. Belki bu uygulama, çoğun içinde az da olsa bazı yargıç meslektaşlarımızın yanlış uygulamalardan dönmesine yol açacaktır. Örneğin HMUK 375 vd. maddelerinde özellikle asliye hukuk mahkemelerindeki yargılamalar için 377. maddesinde yer alan sözlü yargılama kuralını hiç hatırlamayarak, yargılamayı yöneten, avukat meslektaşlarımın her beyanında, “burada yazılı yargılama geçerlidir, beğenmiyorsan temyiz edersin, sabahtan beri kaç dosyaya baktığımı biliyor musun?” gibi, vekil edenin yanında bizi rencide eden, ekmek paramızla oynayan davranışlarının, özellikle Yargıtay baksın güvencesi ile yılda 20.000 dosya inceleyen bir Daire’de şansa kalmış incelemeye bizi mahkum eden davranışların sona ereceğini ummaktayım.

Hakim, savcı ve avukat olarak tüm meslektaşlarımın daha güzel günlerde daha adil yargılamaları gerçekleştireceği umuduyla…

Ankara,11.11.2010