TEŞEKKÜR EDERİM
İZLENME SAYISI BİR MİLYON YÜZ BİNİ GEÇTİ
Av. Ender Dedeağaç
Bana göre, HMK 28
maddesinde yer alan “aleniyet ilkesini” yeterince işletmemekteyiz.
İşletmemek bir yana, pek çoğumuz, bu ilkeyi sadece, duruşma salonlarının
kapısının açık olması olarak, değerlendirmekteyiz. Halbuki bu ilke, yargının
kamu oyu tarafından denetlenmesini sağlamaktadır. Az daha geniş düşünürsek,
yargı, yürütme ve yasamayı, yasama ise yargı ve yürütmeyi denetleyebildiğine
göre, kamu oyu, yargıyı denetlerken, eleştirirken, öneri sunarken, ülkenin
yönetimine doğrudan katkıda bulunmaktadır. Bu denetim, bireysel olarak
gerçekleştiği gibi, basın yolu ile de gerçekleşebilmektedir. Ancak her iki
yolla yapılan denetlemede de, hukuk bilgisini toplum yararına sunmakla görevli
avukatlar aktif rol oynamalıdır.
Bu gün sizlerle, kısa kısa anlatımlarla iki ayrı
Yargıtay kararı hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Bunlarda birincisi, sosyal medyada, bolca,
paylaşılan e tebligatla ilgili Yargıtay kararıdır. Söz konusu karara göre,
elektronik ortamda yapılan tebligat, ilgilinin, posta kutusuna düştüğü tarihten
sonra, hangi tarihte, okunmuş şerhini almış ise o tarihte tebliğ edilmiş
sayılacak, ancak posta kutusuna düştüğü tarihten itibaren beş gün içinde
açılmayan tebligatların ise, beşinci gün açılmış sayılacaktır.
Her şeyi bilen Mr Google danıştığımda, bu konuda
birden fazla bir biri ile çelişen kararların olduğunu ve bu yasanın yürürlüğe
girmesi ile birlikte bilimsel araştırmaların da var olduğunu öğrendim.
Benim anladığım kadarıyla, tebliğ süresini, tebligatın
açılması ile başlatanlar, görüşlerini, yönetmelik hükümlerine
dayandırmaktadırlar. Buna karşılık, tebligat açılsın yada açılmasın tebliğ
süresinin ilgilinin posta kutusunda düşmesini takip eden beşinci günden sonra
başlatanlar ise, yasaya dayanmaktadırlar.
Bu konudaki çelişkili kararların varlığı bana iki
konuda hukukun ihlali olarak gelmektedir. Bunlardan birincisi, hukuk birinci
sınıfta, “Hukuk Başlangıcı” dersinde anlatılan normlar hiyerarşisine ilişkin
kuralların ihlalidir. Normlar hiyerarşisine göre, yasa, yönetmeliğin üstünde
yer alır. Yasaya aykırı, yönetmeliğin uygulanması söz konusu olamaz. Çünkü,
yasa, yasama erkinin oluşturduğu bir kuraldır. Yönetmelik ise, yürütme
tarafından oluşturulan bir kuraldır. Yönetmelik yasaya uygun hatta yasanın izin
verdiği alanlarda sadece uygulamacılara yön göstermektedir. Bu nedenlerle,
yasaya aykırı bir yönetmelik hükmünü uygulamak, yargı eliyle, yürütmenin yasama
yetkisini gasp etmek anlamına gelir. Eğer yönetmeliğin değerini olması
gerekenden fazla olarak benimserseniz, bürokrasinin değişik kademelerinde yer
alan atanmışların, millet iradesi ile seçilerek görev üstlenmiş olan yasama
organının, yasa olarak oluşturduğu düzenlemelerini, uygulanmaz hale getirmesi
kaçınılmazdır. Bunun yargı tarafından gerçekleştirilmiş olması ise, benim
açımdan affedilmesi mümkün olmayan bir davranıştır.
Olayı Yargıtay Kanunu açısından
değerlendirdiğimizde ise, direnme kararı ile HGK taşınan bu konu hakkında,
neden sadece ilgili dosyayı çözüme kavuşturacak karar yerine, içtihatı
birleştirme kararı alınmamış olması, bana göre hukukun başka açıdan ihlalidir.
Eğer içtihatı birleştirme kararı almış olsaydı, uyulması zorunlu bir karar
olacağı için, hem yasadan kaynaklı hem
de hakimliğin özünde yer alan hukuk devleti ilkelerinden biri olan
“belirginlik” ve “güvenirlik” ilkelerine uygun davranmış olurdu.
Diğer karar ise, mimhukuk adli internet sitesinde yayınlanan,
Yrg 2 HD 18.02.2020 gün 2010/190 E 2020/1195 K sayılı kararıdır.
Söz konusu
karara göre, kanun yolu incelemesi sırasında, örneğin istinaf dilekçesinde, karşı
taraf vekalet ücretine ilişkin hüküm yer almıyorsa, bu konuda, bozmaya uymakla,
karşı taraf vekalet ücreti hakkında, usulü kazanılmış hak doğacağına ilişkin
karardır.
Usulü kazanılmış hak açısından yapılan açıklamaya,
genel anlamı ile katılmakla birlikte, ilk derece mahkemesi tarafından verilen
uyma kararından sonra, yapılan kanun yolu başvurusunda bu konunun Yargıtay’ı bile bağladığına ilişkin
açıklamayı da eklemekte yarar görmekteyim.
Bu karara ilişkin eleştirim, HMK nın, HMUK
dönemindeki 423 maddesinin tekrarı olan maddesinin ve onu takip eden
maddelerinin yanlış yorumundan kaynaklanmaktadır.
Özellikle HMK 323/1 g maddesine baktığımızda,
yargı organlarının ısrarla uygulamadığı bir hükümle karşılaşmaktayız. Üstelik
resen uygulanması gereken bu hükmü ne ilk derece mahkemeleri görmekte nede
kanun yolu başvurularında Yargıtay yada BAM görmektedir.
HMUK 423/5 maddesine baktığımızda, “ Mahkemede
bizzat hazır bulunanların bulundukları günlere ait seyahat ve ikame
masraflarına” resen karar altına alınmasının hükmedildiğini görmekteyiz. Söz
konusu maddeyi, yargılama giderlerine ilişkin diğer maddelerle, özellikle HMUK
423/6 maddesi ile birlikte yorumladığımızda, “mahkemede bizzat hazır
bulunmaktan” davanın avukat olmaksızın takip edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
HMK 323/1.g maddesi ise HMUK 423/5 maddesinin daha
anlaşılır ve daha kolay uygulanır hale getirilmesi dışında yeni bir hüküm
getirmemektedir.
Her ikisinde de, davanın taraflarının, davayı
bizzat takip etmeleri yada vekil aracılığı ile takip etmeleri halinde, yapmış
olduğu giderlerin, HMK 326 maddesi hükmü gereği, haklı çıkan tarafından
haklılığı oranına göre alınmasını emretmektedir. Dikkatinizi çekerim, davanın
taraflarca takip edilmesi halinde de vekille takip edilmesi halinde de tarafın yapmış
olduğu giderlerin haklılığı oranında ödenmesi esas alınmıştır. AAÜT yer alan tarifenin
değil gerçek giderin ödenmesi esas olarak kabul edilmiştir. AAÜT tarifede yer
alan ücretin, davanın bizzat davanın taraflarınca takibi halinde, ödenmesine
karar verilmesi, kabul edilmesi mümkün olmayan bir davranış olacaktır. Evi
adliye sarayının karşısında olan bir ev hanımının, davasını bizzat takip
etmesinde yapacağı gider karşılığında AAÜT ne göre yargılama giderine hükmetmek
ne kadar yasayı yanlış yorumlamak anlamına geliyorsa, davasını bizzat takip
edenlere yapmış oldukları giderler karşılığına uğradıkları zarara hükmetmemek
aynı şekilde yasaya aykırılıktır. Davanın bizzat yada vekil ile takip
edilmesine ilişkin görüşlerimi şimdilik burada sonlandırmaktayım.
Bu aşamada kararda yer alan, “kazanılmış usulü
hak” konusundaki, hükmü değerlendirmek isterim.
Eğer, söz konusu kararda yer alan düşünce ile
hareket edersek, HMK 326 maddesini uygulamamış hatta yanlış uygulamış oluruz. Çünkü,
böylesi bir yargılama giderinin kazanılan ve kaybedilen kısımları göz önüne
alınarak, hakkaniyete uygun olarak hükme bağlanması gerçekleşmemiş olacaktır.
Yukarıda yer alan açıklamamı, tekrar etmekte yarar görmekteyim. Hesaplamaya
AAÜT değil fiilen yapılan gider esas alınacaktır. Elbette avukata fiilen ödenen
ücret Av.K 164 maddesindeki sınırlamaya ve TMK 2 maddesi hükmüne uygun olması
gerekir. Tarafa ödenecek ücretin de TMK 2 aykırı olmaması gerekir.
Kararın bozulması, tarafların haklılık oranlarını
değiştireceği ve resen gözetilmesi gereken bir husus olduğuna göre, bozmadan
sonra tekrar değerlendirilmesi gerekir. Aksi düşünce ile hareket edersek,
harçlar açısından da usulü kazanılmış haktan söz etmemiz gerekecektir.
Yrg 2 HD kararlarının hemen hemen hepsinden bir
şeyler öğrendiğimi ve zaman zaman başkanın karşı oyda kaldığını görmekten ötürü
gerçek anlamda tartışma yapıldığına inandığımı söylemek isterim.
Şimdi, okuduğum başka bir dairenin kararında,
yargılama giderlerine işletilecek faizin, karar gününden başlatılması gerektiği
belirtilmiştir. Bunun da temerrüt açısından irdelenmesi gerektiğine
inanmaktayım.