Av. Ender Dedeağaç
Bir meslektaşım, Ankara 26 İş Mahkemesinin karar
sayısı 2020 olan bir dosyasına ilişkin kararı göndererek BAM’a başvurup
vuramayacağı konusunda düşüncelerimi sordu. Bende HMK 28 maddesinde yer alan
aleniyet ilkesine dayanarak bu karar hakkındaki görüşlerimi sizlerle
paylaşmaktayım. Bilindiği gibi, aleniyet ilkesinin görünen tarafında, duruşma
salonlarının, bazı istisnalar dışında, kamuya açık olması kuralı bulunmaktadır.
Ancak görünmeyen yüzünde, duruşma salonlarının açık olması ile sağlanan,
kamunun vazgeçilmez haklarından biri olan, kamunun yargıyı denetlemesi görevi/hakkı bulunmaktadır.
Av. K. 2/2 maddesine göre, mesleğimin amacı,
hukuki bilgi ve tecrübelerimi adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına
sunmak olarak tanımlandığına göre, bu yazıyı sizlerle paylaşarak, mesleğimin
amacıma uygun hareket etmekteyim.
Karara baktığımızda, işçi alacaklarına ilişkin olduğu
ve aynı davacıya ait birden fazla işçi alacağının, aynı davalıya karşı, aynı
dilekçe içeriğinde yer aldığını görmekteyiz. Diğer bir anlatımla objektif dava
arkadaşlığının bulunduğunu ve HMK 110. maddesinde davaların yığılması olarak
adlandırılan bir dava söz konusu olduğunu görmekteyiz.
Davaların yığılması; HMK 110 maddesinde “Davacı, aynı davalıya karşı olan, birbirinden
bağımsız birden fazla asli talebini, aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir.
Bunun için, birlikte dava edilen taleplerin tamamının aynı yargı çeşidi içinde
yer alması ve taleplerin tümü bakımından ortak yetkili bir mahkemenin bulunması
şarttır.” Olarak hükme bağlanmıştır. Bu maddenin gerekçesinde ise
“Davacının, aynı davalıya karşı olan
birbirinden bağımsız birden fazla talebini, aralarında bir derecelendirme
ilişkisi yani aslîlik–ferîlik ilişkisi kurmadan aynı dava dilekçesinde ileri
sürmesine davaların yığılması denir. Bu dava çeşidinde taleplerin tümü
birbirinden bağımsız, eşdeğer ve aynı derecede öneme sahiptir. Her bir talep
farklı edimlerin gerçekleştirilmesine yönelmiştir. Görünüşte
tek dava, gerçekte ise talep sayısınca dava
mevcuttur. Yine, görünüşte tek hüküm, gerçekte ise talep sayısınca hüküm
mevcuttur. Mahkeme, taleplerin tümü hakkında ayrı ayrı karar vermek ve bunları hüküm
fıkrasında göstermek zorundadır. Mahkemenin, taleplerin tümü hakkında tek ve
aynı şekilde karar verme zorunluluğu yoktur. Dava şartları, her bir talep
bakımından ayrı ayrı belirlenir. Ayrıca, birlikte ileri sürülen talepler
arasında hukukî veya ekonomik bir bağın bulunması da şart değildir.
Davaların yığılmasının varlığı hâlinde, tek
müşterek olan husus, delillerin ikâmesi ile tahkikat aşamasıdır. Sözü edilen
kurum, son işaret edilen nokta sebebiyle usul ekonomisi ilkesinin
gerçekleştirilmesine büyük ölçüde katkıda bulunur.
Maddede ayrıca, davaların yığılmasının yani
kümülatif dava yığılmasının koşullarının neler olduğu da gösterilmiştir. Buna
göre, davaların yığılmasının yani kümülatif dava yığılmasının ortaya
çıkabilmesi için varlığı gereken koşullar şunlardır:
a) Davacının aynı davalıya karşı ileri
sürebileceği birden fazla talep olacak,
b) Birlikte ileri sürülen taleplerin tümü aynı
yargı çeşidi içinde yer alacak,
c) Talepler arasında bir aslîlik–ferîlik
ilişkisi kurulmamış olacak,
ç) Taleplerin tümü bakımından geçerlilik
taşıyan bir ortak yetkili mahkeme bulunacak.” Açıklamasının yer aldığı
görülmektedir.
Davaların yığılması, bilimsel görüşlerde, tarafları
aynı olan, aralarında görev ve yetki aykırılığı ile aralarında aslilik ferilik
ilişkisi bulunmayan taleplerin aynı dava dilekçesinde ileri sürülmesi olarak
tanımlanmaktadır. Yrg 9 HD 31.10.2012 gün ve 7328/41602 sayılı kararında da
aynı tanımlamayla karşılaşmaktayız ( Hakan Pakcanıtez Medeni Usul Hukuku 15.
Bası sayfa 1092) tanımlanmıştır. Gene Yargıtay kararına ( HGK 2015/22-497, yrg
1 HD 2014/11118 e 2015/5655 K Yrg 9 HD 2.7.2020 2016/19833 E 2020/6993 K )göre
her bir dava için ayrı harç alınması gerektiği belirtilmiştir. Çünkü, her ne
kadar bir dilekçe ile açılmış bir dava söz konusu ise de içinde bir birinden farklı talepler bulunmaktadır.
Diğer bir anlatımla, bu taleplerin her
biri için ayrı ayrı dava açma olanağı bulunmaktadır.
Harçlar açısından yapılan bu değerlendirme, tüm
yargılama giderleri için de geçerlidir. Bu nedenle de yasadan kaynaklı/karşı
taraf vekalet ücreti hesaplamasında da her bir dava için ayrı ayrı vekalet
ücreti hesaplanması gerekmektedir. Halbuki söz konusu mahkeme kararında, bir
vekalet ücreti ile yetinilmiştir. Üstelik vekalet ücret belirlemesi yapılırken
AAÜT göre karar verildiği belirtilmekte ise de, AAÜT tarifesinin üçüncü
kısmında yer alan kademeli ücret belirlemesi ilkesine aykırı karar
oluşturulmuştur. AAÜT söz konusu maddesine göre, bir davada belirlenecek ücret,
tarifede yer alan en az ücretten aşağı olamaz. Gerekçeli kararı incelediğimizde
4 ayrı davanın bulunduğunu görmekteyiz. O halde AAÜT göre 4 ücret belirlemesi
yapılması gerekmektedir.
İş mahkemeleri asliye hukuk mahkemeleri arasında
yer aldığına göre her bir dava için bu kademeye uygun olarak ücret belirlenmesi
gerekmektedir. Eğer yapılan bu değerlendirme maktu ücretin altına düşerse maktu
ücretin uygulanması gerekmektedir. Halbuki söz konusu kararda sadece 40.oo TL
ücret belirlenmiştir. Üstelik bu belirlemenin AAÜT tarifesine göre yapıldığı
gerekçeli kararda açıkça yer almaktadır.
Ayrıca AAÜT 5/2 maddesine göre, ücret kısmi
davanın tamamını oluşturan değer üzerinden hesaplanmalıdır. Çünkü, davacı, dava
değerinin gerekli olduğu HMUK döneminde, görev yönünden HMUK ve HMK yönünden
kanun yoluna başvuru yönünden bu değere gereksinim bulunmaktadır. Yani mahkeme
kısmi davanın tamamı hakkında yeterli bilgiye sahip olmak zorundadır.
Elbette harç hesaplaması da aynı mantıkla
yapılmıştır. Böylece, hazine zarara uğratılmıştır. Harçlar Kanununun 16/3 ve 30
maddelerine, gereken harç yatırılmadan davaya devam etmek mümkün olmadığına için,
vergi sorumlusu olarak mahkeme hakiminin harçları bu kurala göre
tamamlattırıp davaya ondan sonra devam
etmesi gerekirdi, bunu yapmayarak vergi sorumlusu olarak vergi mükellefi olan davacı ile birlikte
noksan yatırılan harçlardan sorumludur.
Eğer dava bizzat, davanın tarafı olan davalı
tarafından takip edilseydi hakim ne yapacaktı? Uygulamaların tamamında
görüldüğü gibi, yargılama giderleri arasında yer alan 323/1.g maddesi
uygulanmayacak ve haklı çıkan tarafın zararı giderilmeyecekti. Gerek hakimler
gerekse avukat olarak bizler, yasanın tamamını
okumadan, diğer yasalarda yer alan benzer yada çelişkili hükümlerle
karşılaştırmadan, hukuki yardım yapmamız yada hüküm kurmamız nedeni ile böylesi
haksız sonuçların doğmasına neden olmaktayız.
Anayasamızın 138 maddesinde belirtildiği gibi ,
ceza yada hukuk hakimi ayrımı yapılmaksızın hakim vicdani kanaatine göre karar
vermek zorundadır. Yargıtay 1 HD 31.12.1976 gün 1976/9370 E 1976/13138 K sayılı
kararında, “karar insan kokmalıdır” ifadesi ile, bu kural başka bir şekilde
ifade edilmiştir.
Yasa hükmünü uygulamayarak, hukuk devletinin bir
önceki basamağı olan kanun devleti kurallarına bile uymayan, kanunda yer
almasına rağmen, haklı çıkan tarafın, haksız çıkan tarafından bir de yargılama
ücreti açısından zarara uğratılması adil olmadığı gibi vicdani de değildir.
Karşı taraf vekalet ücretinin avukata mı yoksa
davanın taraflarına mı ait olduğu tarafımdan birkaç kez yazılmış ve panellerde
dile getirilmiştir. Bu konudaki düşüncelerimi merak eden varsa www.https//enderdedeagac.blogspot
da yer alan yazılarıma bakabilir. Dilerse
düşüncelerini paylaşabilir.