5 Şubat 2017 Pazar

ÖN İNCELEME AŞAMASINDA AVUKATIN ROLÜ

Av. Ender DEDEAĞAÇ

Kanımızca hakimin, birkaç istisna hariç, dava dosyasını ilk kez incelediği aşama ön inceleme aşamasıdır. Çünkü, bundan önce yapılan işlemler, taraf dilekçelerinin karşılıklı olarak gönderilmesi işlemidir. Diğer bir anlatımla yargılamanın şeklen sevk ve idaresidir ki bu konuda görev yazı işleri müdürüne aittir.
İstisnalar ise, harçlara ilişkin çözülmesi gereken bir problem nedeni ile dosyanın hakime sunulması ve ihtiyati haciz, ihtiyati tedbir gibi koruma tedbirlerinden ve yargılama öncesi yapılması gereken delil tespiti taleplerinden ötürü hakimin kararına gerek duyulmasıdır.
Üçüncü Kısmın Dördüncü Bölümünde Ön İnceleme düzenlenmiştir. “Ön İnceleme” başlığını taşıyan bu bölüm, medenî usul hukuku alanındaki kanunlaştırmada, hukukumuz için önemli bir yeniliktir. Uygulamada en çok şikâyet edilen ve yargılamanın gecikmesi sebebi olarak gösterilen önemli bir husus, tam hazırlık yapılmadan tahkikata başlanmasıdır. Hatta çoğu kez, taraflar delillerini tam olarak göstermeden ve dilekçelerine eklemeden, mahkeme de delilleri tam olarak toplamadan tahkikata başlamaktadır. Delillerin ve hukukî uyuşmazlığın tartışılması için yeterli hazırlık yapılmadan tahkikata başlandığında, istenen sonuç elde edilememekte, tahkikat, delillerin toplanması için gereksiz yere uzamaktadır. Bunun yanında, mahkemelerce, yeterli hazırlık yapılıp dosyalar incelenmediğinden ve taraflar da bu konuda gerekli açıklamaları tam olarak yapmadıklarından, yargılamanın başında karar verilmesi gereken, usule ilişkin dava şartları ve ilk itirazlar hakkında davanın sonunda karar verilebilmektedir. Örneğin, iki yıl süren bir davanın sonunda, bazen mahkemenin görevsizlik ya da yetkisizlik kararı verdiği veya zamanaşımı gerekçesiyle davayı reddettiği görülebilmektedir. Dilekçelerin karşılıklı verilmesi aşaması tamamlandıktan ve tarafların elinde bulunan delillerin mahkemeye sunulmasından, elde olmayanların ise masrafları ödendikten ve nereden getirtileceğine ilişkin bilgiler verildikten sonra, tahkikatın başlatılması amaçlanmıştır. Buna bağlı olarak, tahkikatın, amacına uygun olarak, sadece uyuşmazlığın ve uyuşmazlığa ilişkin delillerin incelendiği ve tartışıldığı bir aşama hâline getirilmesi; bunun için de tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususların tahkikat başlamadan tam tespiti gereklidir. Ayrıca, işin esasına girilmesi gerekli olmayan, usule ilişkin kararlarla sürelere ilişkin kararların da başlangıçta verilmesi, bir çok uyuşmazlığın baştan hâlli sonucunu doğuracaktır. Bu aşamada, uyuşmazlık konuları tam ve açık olarak tespit edilmiş olacağından, tarafların durumlarını gözden geçirerek sulh olmaları da daha kolay hâle gelebilecektir. Bu aşamanın diğer bir olumlu yönü ise uyuşmazlık noktaları kesin olarak tespit edildiğinden, inceleme ve hukukî tartışma da bu noktalara münhasır olarak yapılacak, gereksiz işlemlerin ve zaman kaybının önüne geçilmiş olacaktır. Ön incelemenin amacına uygun yapılması, taraflar arasında sulh imkânını artıracak, hatta yargılama dışı uyuşmazlık çözüm yollarıyla da bağlantılı olarak tarafların doğrudan ya da arabulucu yardımıyla uyuşmazlığı çözmelerinin yolunu açacaktır. Taraflar sulh olmadıklarında ise tahkikat için tüm hazırlıklar yapılmış olduğundan, tahkikatta sadece tanık dinlenmesi, bilirkişiye başvurulması ve keşif gibi usul işlemleri gerçekleştirilecek, tahkikatın arka arkaya yapılacak birkaç oturumda da tamamlanması mümkün olabilecektir. Bu Bölümün “Ön İnceleme” olarak ifade edilmesinin sebebi, dilekçelerden sonra, mahkemece yapılacak ilk inceleme aşaması olması, ancak işin henüz esasına tam olarak girilmemesidir. Bu aşama, tahkikat olmadığından tahkikat ifadesi de kullanılmamıştır. Çünkü, bu aşamada bir ön tahkikat ve benzeri işlemlerden daha çok, tahkikattan önce yapılması gereken işlemler tamamlanmaktadır. Bu Bölüm, Tasarıda yeni olmakla birlikte, hukukumuza tamamen yabancı da değildir. Nitekim istinaf aşamasında ön inceleme kabul edilmiştir. Yine temyiz aşamasında da işin esasına girilmeden ön inceleme yapılmaktadır.
Uygulamada tensip zaptı olarak tanımladığımız ve yasal hiç bir dayanağı olmamasına rağmen HMK yönetmeliğinde düzenlenen belge hem yargılamanın yanlış yönlendirilmesine neden olmakta hem de hakimin zamanını çalmaktadır. Elbette dolayısıyla çalınan zaman gerçekte tarafın zamanıdır. Söz konusu yönetmeliğin 40. maddesinde, tensip tutanağının tutulması gerektiği belirtilmiştir. Gene aynı maddeye göre, tensip tutanağı için bir örnek verilmiş ancak aynı madde kapsamında bu tutanağın içeriğinin hakimin takdirine ait olduğu vurgulanmıştır.
Öncelikle belirtmek isteriz ki, HMK da tensip tutanağına ilişkin bir hüküm yer almadığına göre, bu konuda yönetmelikle düzenleme yapılması idare hukuku ilkelerine aykırı bir davranıştır.
Bu aşamada, Yönetmeliğin 40 maddesine göre tensip tutanağında yer alması gereken kayıtları tek tek irdeleyerek bunların sadece dava dilekçesine dayanılarak hazırlanmasının mümkün olup olmadığını değerlendirmek isteriz.
Söz konusu yönetmeliğin 40/1.a maddesine  göre, HMK 119 maddesinde hükme bağlanan, dava dilekçesinin içeriğinde yer alması gereken hususların var olup olmadığı  ve noksan varsa yapılması gereken işlem belirtilmelidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, HMK 127/1 maddesine göre cevap dilekçesinde bir noksanlık varsa bu havale aşamasında saptanmalı ve gerekenler yapılmalıdır. Gene kişisel kanımıza dayanarak daha önce ifade ettiğimiz gibi, cevap dilekçesine ilişkin bu hüküm, dava dilekçesi için de geçerlidir. Zaten, uygulamada, dava açılması ile ilgili işlemler açısından, yazı işleri müdürünün görevini üstlenmiş olan tevzi bürosu, dava dilekçesini HMK 119 maddesi açısından incelediğimizde, maddenin 1 fıkrasının a,b,c,d ve h bentlerinde noksan ve aykırılıkların varlığı halinde işleme başlamadığını bilmekteyiz.
HMK 129 maddesinin HMK 119/2 maddesine yapmış olduğu gönderme nedeni ile 119/2 maddesinde belirtildiği gibi, söz konusu maddenin a,d,e,f,g bentlerinde yer alan eksiklerin giderilmesi için, hakimin, davacıya bir haftalık kesin süre vermesi gerekmektedir. Maddenin mefhumu muhalifinden anladığımıza göre, dava dilekçesinde yer alan diğer noksanlar için süre vermek mümkün değildir. Aynı kuralın cevap dilekçesi için de uygulanması gerekmektedir.
Yönetmeliğin 40 maddesi HMK 119 açısından değerlendirmeyi hükme bağlamış olmasına rağmen HMK 129. maddesindeki şartlara ilişkin değerlendirmeyi yapmamıştır. Bu davranış, tensip tutanağının, davanın açılışında tutulması gereken bir belge olduğunu vurgulamaktadır.
Ancak, Yönetmeliğin 40/1 maddesindeki bilgiler, HMK içeriğinde yer alan ve taraflara ilişkin yükümlülükleri belirten bilgiler olduğuna göre, bu bilgilerin taraflara hakim tarafından verilmiş olması, hakimin tarafsızlığı ilkesini zedelememekle birlikte, taraflar arasında bir yarışma olan dava hakkında, yarışmayı etkileyecek açıklama olarak değerlendirilemez mi ? Hatta HMK 25/1 maddesine aykırılık olarak değerlendirilemez mi ?
Kısacası, tensip tutanağı gereksiz bir zaman kaybıdır. Yargıtay 2 HD 11.12.2013 gün ve 2013/16048 E 2013/29316 K ve 28.03.2013 gün 2012/22296 E 2013/8523 K sayılı kararlarında da belirtildiği gibi yasal bir değeri yoktur ( Postacıoğlu& Altay sayfa 491).Aynı husus HGK 22.01.2016 gün 2014/ 2- 433 E 2016/63 K sayılı kararında da belirtilmiştir (Kazanci içtihat bilgi bankası).
Ön inceleme aşaması HMK ile hukuk sistemimize kazandırılan yeni bir aşama olarak kabul edilmekte ise de (Postacıoğlu sayfa 491 Ali Haydar Karahacıoğlu ve Aynur Parlar ile Yrg HGK 13.03.2013 gün 2012/14.802 E 2013/347 sayılı kararı, Bilge sayfa 403)kanımızca bu avukat dahil tüm yargı mensuplarının HMUK uygulaması sırasında ki başarısızlıklarını örtmek için geliştirilen bir görüştür.
Tasarının genel gerekçesinde HMUK yönelik eleştirileri değerlendirirken ifade edilen “Bu eleştirilerin aslında 1086 sayılı kanunun sistemi içerisinde giderilmesi mümkündü. Her ne kadar kanunda açıkça bir ön inceleme aşaması mevcut olmasa da, dilekçelerin teatisi aşamasında, tarafların tüm delillerini sunmaları ve gerekli yerlerden getirilecek şekilde bilgi ve masrafları vermelerine ilişkin hükümler, hakimin tahkikata başlamadan önce, tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tespit ederek, anlaşmazlık noktaları üzerinde yargılamayı yürütmesi, hatta uyuşmazlık için yeterince aydınlanmış ise hükmün verileceği, gerektiğinde tarafların dinlenerek sulhe teşvik edileceği şeklindeki hükümler karşısında, yukarıda kısaca eleştiri içeren uygulamanın ortaya çıkmaması gerekirdi” şeklindeki değerlendirmede, ön inceleme aşamasının ayrı bir aşama olarak değerlendirilmesinin ısrarla süren yanlış uygulamadan dönülmesi için benimsenmiş bir yazılım içerdiğini ortaya koymaktadır (Postacıoğlu sayfa 491).
Yazının sonunda bilginize sunacağımız, yasa gerekçesinde, hükümet tasarısının gerekçesinde yer alan bu satırların yer almaması, biz uygulamacıları toplum nazarında utandırmamak için olsa gerek diye düşünmekteyim.
Daha önce de söylediğimiz gibi, hakimin dosya ile karşılaştığı ilk an ön inceleme aşamasıdır.
Hakimin ön incelemeye başlayabilmesi için  HMK 137/1 maddesi gereği, öncelikle taraf dilekçelerinin dosyaya sunulmuş olması yada dilekçelerin sunulması için tanınan yasal sürenin dilekçe sunmaksızın geçirilmiş olması gerekmektedir. Çünkü, dilekçeler tamamlanmadan verilen karar hukuki dinlenilme hakkını ortadan kaldıracak nitelikte bir karardır. Hatta, Kazancı.içtihat bankasında yer alan, HGK 02.10.2013 gün 2013/4-305 E 2013 / 1412 K, HGK 02.04.2014 gün 2014/18-431 E 2014 / 426 K ve HGK 13.03.2013 gün 2012/14-802 E 2013/347 K sayılı kararlarında dilekçeler aşaması ve ön inceleme aşaması yapılmadan tahkikat aşamasına geçilmesi halinin hakimin hukuki sorumluluğunu doğuracağına karar verilmiştir.
Ön inceleme aşamasını ikiye ayırmakta yarar bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, hakimin duruşma yapmaksızın, HMK 138/1 maddesinde sayılan dava şartları ve ilk itirazlarla sınırlı olmak kaydı ile, dosya üzerinden karar vermesinin mümkün olduğu hallerdir. Bu tür kararlara örnek olmak üzere Yrg 14 HD 1.2.2016 gün 2015/4500 E 2016/1133 K sayılı kararı gösterilebilinir. Bu kararda yer alan açıklama, yol gösterici nitelikte olduğu için, bilginize sunmakta yarar bulunmaktadır. Söz konusu karara göre “Kural olarak her davada duruşma yapılmalıdır. Davadaki ilk duruşma ön inceleme duruşmasıdır (m. 140). Mahkeme, geçici hukuki korumalarda (ihtiyati tedbir, (m. 390/2); ihtiyati haciz, İİK m. 258/2; delil tespiti, (m. 403), usule ait kararların bir kısmında (örneğin, hakimin reddi talebinde, (m. 42); dava şartlarının birinin yokluğunda (m.138), ayrıca çekişmesiz yargı işlerinin bir kısmında, duruşma yapmadan da karar verebilir. Ancak bu durumlar mutlak istisna olmayıp duruma göre duruşma yapılmamasına imkan tanınan hallerdir. Eğer işin niteliği bu hallerde de duruşma yapılmasını gerektiriyorsa yine duruşma yapılmalıdır. (Hukuk Muhakemeleri Kanunu Hükümlerine Göre Medeni Usul Hukuku, Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez, Prof. Dr. Oğuz Atalay, Prof. Dr. Muhammet Özekes, s. 385)
Aynı nitelikte bir başka karar Yrg 1 HD 16.09.2015 gün 2015/14588 E 2015/13167 K sayılı kararıdır ( Kazancı içtihat bilgi bankası)
İkincisi ise, duruşma yapılarak verilecek kararlardır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki bu halde de dilekçeler aşamasının tamamlanması şarttır. Dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra, duruşma yapılmasına karar verilmiş ise, HMK 139/1 maddesi hükmünde belirtilen kayıtları içeren bir davetiye ile taraflar davet edilir. Bu nedenle söz konusu davetiyede HMK 147/1 maddesinde belirtilen koşulların yanı sıra;
-          Sulhe ilişkin hazırlıklarını yapmaları gerektiği
-          Gelmeyen tarafın, yokluğunda yapılan işlemlere itiraz edemeyeceği
-          Gelmeyen taraf aleyhine olmak üzere diğer tarafın iddia ve savunmanın değiştirilesi ve genişletilmesi yasağına tabi olmayacağı
Konularında da gereken açıklamanın bulunması gerekir.
Duruşmalı olarak yapılan ön incelemeyi de iki ayrı aşamada değerlendirmekte yarar bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi, HMK 140/2 maddesinde hükme bağlanan, tarafları sulhe teşvik etme aşamasıdır. Bu aşama aslında kanun tarafından hakime verilen bir ödevdir. Sulhe teşvik ödevinin, hakim tarafından gereklerine uygun bir biçimde yerine getirilebilmesi için, öncelikli olarak tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususların tek tek ortaya konulması, yani uyuşmazlık konularının tespit edilmesi zorunludur (Süha sayfa 689; Bilge sayfa 403). Bu aşamada, davacının iddiası ile davalının savunması özetlenmiş ve bu özetleme ışığında tarafların üzerinde anlaşamadıkları maddi vakıalara ilişkin uyuşmazlıkların saptanmış olması gerekir. Bu saptamadan sonra, bunlar hakkındaki delillerin değerlendirilmesine geçilmeden önce sulhe teşvik yapılır ( Bilge Umar sayfa 403).
HMK 140 maddesinin tasarıdaki karşılığı olan 145 m. gerekçesine baktığımızda, “Usule ilişkin hususlarda taraflar dinlendikten sonra, uyuşmazlığın esası ile ilgili iddia ve savunmalar dikkate alınarak, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlar tespit edilecektir. Bu belirleme genel bir belirleme olmayacak, tarafların ortaya koydukları somut vakıalar üzerinden, tek tek hangi vakıa üzerinde anlaştıkları yada anlaşamadıkları belirlenecektir.” İfadelerinin yer aldığını görmekteyiz.
Gene gerekçeye göre, “tarafların anlaşmazlık noktaları tespit edildikten sonra, deyim yerinde ise uyuşmazlığa ilişkin resim daha net olarak ortaya çıkacaktır.”
Bu madde doğrultusunda yapılması gereken iki ayrı tespit bulunmaktadır. Bunlardan biri, taraflar arasındaki uyuşmazlığın hangi hukuk kurumuna ve bu kurumda ki hangi norma göre çözümlenmesi gerektiğinin saptanmasıdır. Diğeri ise, tarafların hangi maddi vakıalarda anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlarının tespitidir.
Uyuşmazlığın konusunu saptamadan, tarafların sunmuş oldukları maddi vakıalardan hangilerinde anlaştıklarının hangilerinde anlaşamadıklarının saptanması, gereksiz bir çalışma olacaktır. Çünkü, tarafların sunmuş oldukları vakıaların bir kısmının uyuşmazlığa uygulanması düşünülen hukuk normu ile bir ilgisi bulunmayabilir. Bunlar hakkında yapılan tespit emek kaybı olacağı gibi gerek sulh görüşmelerinde gerekse tarafların ispat ve delil yükünün belirlenmesi ve değerlendirilmesi aşamasında bilgi kirliliğine neden olacaktır. İşbu nedenle, uyuşmazlığın çözümüne katkısı olmayacak olan maddi vakıaların, daha başlangıçta inceleme dışı bırakılması gerektiği saptanmalı ve ön inceleme tutanağında bu husus gerekesi ile birlikte karar altına alınmalıdır. Böylece hükümet gerekçesinde de belirtildiği gibi yeterli yasa maddesi olmasına rağmen uygulayıcıların hatalarından kaynaklı olarak HMUK da yapılması zorunlu olan değişikliklerin bir kez daha karşımıza çıkması önlenmiş olur. Bilindiği gibi, HMUK 218 maddesine göre, hakim, “kabule şayan delillerin” hangileri olduğunu tahkikat aşamasında saptamalı ve bunların toplanmasına karar vermeli idi. Bu günkü ön inceleme ve tahkikat aşamasını birlikte hüküm altına alan HMUK 213 vd maddeleri yerine HMK ön inceleme ve tahkikatı ayrı ayrı hükme bağladığına ve tahkikat aşamasında, bilirkişi incelemesi, keşif, tanık dinlemesi, isticvap dışında delil toplanmayacağını da gerekçesinde açıkça ifade etmesi nedeni ile, hakim uyuşmazlığın çözümünde etkili olacak maddi vakıaları belirlemelidir. Aksi takdirde hakim HMK 187 maddesini uygulanmaz hale getirecektir. Çünkü, HMK 187 maddesi “uyuşmazlığın çözümünde etkili olacak maddi vakıaların” yargılamanın ana faaliyeti olduğunu delil toplamanın bu saptamaya göre yapılmasının zorunlu olduğunu hükme bağlamaktadır.
Gerek madde metninde gerekse gerekçede görüldüğü gibi yasa koyucu iki ayrı tespitin yapılmasını emretmektedir. Bunlardan biri uyuşmazlığın konusunun tespiti diğeri ise tarafların maddi vakıalar açısından anlaştıkları ve anlaşamadıklarının maddi vakıaların tespitidir.
Uyuşmazlığın konusu, davada yer alan talebin doğumuna neden olan olaydır. Örneğin, “davalının kirasında olduğu iddia edilen ve dava dilekçesinde adresi bildirilen, taşınmazın eylül kirasının ödenip ödenmediği” uyuşmazlığın konusunu oluşturmaktadır. Davada ki talep ve davaya uygulanması gereken hukuk, davanın konusu olan uyuşmazlığa göre belirlenir. İşte birinci tespiti istenen husus bu şekilde sınırlanmalıdır. Zaten bu gün uygulamada buna benzer saptamalar yapılmaktadır. Diğer bir anlatımla, hakim bu aşamada, HMK 33/1 maddesinin kendisine yüklediği görev nedeni ile, uyuşmazlığa uygulanacak hukuku yani hangi hukuki kuruma göre ve hangi hukuk normlarına dayalı olarak uyuşmazlığı çözeceğine ilişkin kararı vermiş ve bunu taraflara bildirmiş olmaktadır. Her ne kadar, uyuşmazlığa uygulanacak hukuk normunun taraflara bildirilmesi, ihsas-ı rey olarak değerlendirilmekte ve bu bildirimin yapılmasından kaçınılmakta ise de, zaten uyuşmazlık konusunun bildirilmesi uygulanacak hukukun zımnen bildirilmesidir. Üstelik, yasa ile verilen bir görev nedeni ile yapılan bildirimin ihsas-rey olmayacağı herkes tarafından kabul gören bir görüştür. Tüm bunların yanı sıra ceza yargılamasında, gerek iddianamede gerekse ek savunma nedeni ile duruşmada bildirilen hukuk normu neden ihsas-ı rey olmuyor da özel hukuk yargılamasında ihsas-ı rey oluyor anlamak mümkün değildir. Ayrıca HMK 27/ 2.a maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkı kapsamına neden uygulanacak hukukun ne olduğunu bilmek girmiyor. Bunun sonucu olarak, yargılamanın sonunda ummadığı, hiç tartışılmayan bir hukuk normuna dayanılan kurulan karar, neden, adil yargılamanın vazgeçilmezlerinden olan  sürpriz karar yasağı kapsamına girmiyor bunu da anlamak mümkün değildir.
Uyuşmazlık konusunun saptanmasından sonra, bu uyuşmazlığın çözümünde etkili olacak maddi vakıalar tek tek belirtilerek saptanacaktır.
Hakim, bu saptamaları yaparak tarafları sulhe teşvik edecektir. Diğer bir anlatımla, “davalıya davacının kira parasını ödenmediğini iddia ederek, dava açtığını, alacağın aslı ile birlikte faiz vb ferilerini talep ettiğini, bu konuda uyuşmazlığı sürdürmek yerine/davayı sürdürmek yerine anlaşmanın doğru olacağını, kira parasının banka hesabına yatırıldığına ilişkin maddi vakıada anlaştıklarını ancak son iki ay kira parasının söz konusu banka hesabına yatıp yatmadığı konusunda maddi vakıa bakımından anlaşamadıklarını” açıklayarak tarafların uyuşmazlık konusunu yani dava konusunu ortadan kaldırmasını önerecek hatta sulhün yararlarını örneğin harç ve benzeri giderlerde sağlanan yararı dile getirerek yasanın kendisine yüklediği teşvik görevini yerine getirecektir.
Gene madde gerekçesine göre, hakim eğer tarafların sulh olabileceği konusunda kanaat sahibi ise, tarafları süre istemesine gerek görmeksizin resen de taraflara süre vererek onları teşvik etmelidir.
Hakimin, tarafları sulhe daveti şeklen yapılması yasanın açık hükmüne aykırı bir davranıştır. Çünkü, yasanın hükümet gerekçesine göre, “….hakimin, tarafları sulhe teşvik etmesi zorunludur. Hakimin, bunu şeklen, bir hükmü mecburen uygulamak için değil, samimi bir çaba olarak yerine getirmesi gerekir.”
Tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları konuların tespiti, sulhe teşvik aşamasında olduğu gibi, sulhe teşvikin sonuçsuz kalması halinde bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, tarafları sulhe teşvik ederken hakim hangi maddi vakıalar açısından taraflar arasında anlaşmazlık olduğunu saptamış olduğundan ötürü, sulh sonuçsuz kalsa bile taraflar bu maddi vakıalardan bir kısmı için aralarındaki anlaşmazlığı gidermiş olabilir her ikisi de maddi vakıa için aynı görüşü/düşünceyi paylaşmış olabilir. Böylece HMK 187 madde uygulaması açısından toplanması gereken delil sayısı azalmış uyuşmazlık usul ekonomisine uygun bir çözüme kavuşturulmuş olabilir. Diğer bir anlatımla bu aşamada tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları konular tekrar saptanarak taraflar açısından uyuşmazlığın çözümünde etkili olacak olan bakiye anlaşmazlık konularının saptanması yapılmış olur. Bilindiği gibi, HMK 187/1 maddesine göre, delilin gösterilmesi için iki koşulun bir arada bulunması gerekmektedir.
-           Bunlardan birincisi, tarafların üzerinde anlaşamadıkları maddi vakıa olmasıdır. Yani o vakıanın varlığı ya da hala etkisini sürdürüp sürdürmediği hakkında taraflar arasında bir çekişmenin olmasıdır.
-          İkincisi ise bu maddi vakıanın, uyuşmazlığın çözümüne etki edecek nitelikte olmasıdır.
Üçüncü fıkra ile taraflara yükümlenen, her iki tarafça ileri sürülen maddi vakıaların hangilerinde anlaşıp anlaşamadıklarının hakime beyan edilmesidir. Aslında, tarafların bu beyanı bir anlamda HMK 187/2 maddesinin içinde yer alan ikrar edilmiş vakıaların saptanmasını sağlamaktır.
Sulhe teşvik hakime yasa tarafından verilmiş bir görevdir(Süha 689 vd ). Bu nedenle, bu görevin, YAPILMIŞ gibi yapılması hali hakimin sorumluluğuna yol açacak bir davranıştır . Ne yazık ki cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar gelen zaman diliminde, değişik yasalarımızda sulhü öneren hükümler olmasına rağmen sulh bir türlü hukuk sistemimize yerleşmemiştir. 16 yy Balıkesir şeriye defterlerinde sulhe rastlanmış olmasına rağmen(Yrd Doç. Abdülmecit Mutaf “Osmanlı Hukuk Sisteminde Dostane Çözüm Sulh Uygulaması /internet) bugün uygulanıyor olmaması, mecellede bu konuda açık hüküm olmasına ve uygulanmasına rağmen bu gün, hem de devlet teşviki ile uygulamanın sağlanamamasının nedenleri irdelenmesi gereken bir husustur.
Gene aynı gerekçede üçüncü fıkrada yapılacak işlemler anlatılırken “ Eğer taraflar uyuşmazlığı sürdürerek yargılamaya devam etmek istiyorlarsa, o zamanda anlaşmazlık noktalarının nelerden ibaret olduğu, tek tek tutanağa geçirilmelidir. Şüphesiz tarafların bu konudaki iradeleri önemlidir. Yani, taraflar hangi konularda anlaşamadıkları konularında anlaşabiliyorlarsa, bu hususlar tutanağa geçirilecektir. Ancak taraflar bu konuda anlaşamıyorlarsa, yada mazeretsiz olarak oturuma gelmemişlerse, hakim (birinci fıkradaki tespitleri dikkate alarak) anlaşmazlık noktalarını kendiliğinden tespit edecektir. Bu husus ve anlaşmazlık noktaları tutanağa geçirilmelidir.”
Taraf mazeret sunmuş ve mazeret mahkemece kabul edilmiş ise, ön inceleme duruşması yapılmaksızın ertelenir (Kazanci içtihat bilgi bankası 2 HD 02.12.2013 gün 2013/15291 E 2013/28266 K ).
Kanımızca, birinci fıkranın ve üçüncü fıkranın gerekçeleri birlikte değerlendirildiğinde, gerek sulh teşvik aşamasında gerekse sulhün olmaması halinde uyuşmazlık noktaları tespit edilirken, tarafların anlaşıp anlaşamadıkları konular maddi vakıalar bazında değerlendirilecektir. Üstelik bu değerlendirme yapılırken, taraf iradeleri öncelik taşıyacak, eğer taraf iradeleri yapılması gereken saptamada anlaşamıyorlarsa, bu kez hakim gene her bir maddi vakıayı belirleyerek tarafların anlaşıp anlaşamadıkları konuları belirleyecektir. Bu belirlemenin geçirildiği tutanak yargılamanın yol haritası olacak ve yargılamanın bundan sonraki aşamaları bu tutanağa göre yürütülecektir.
Görüldüğü gibi, bu gün uygulamada yapıldığı gibi, gerek hakimin emek vererek gerekse kes yapıştır yolu ile hatta buna bile gerek görmeden, yazmış olduğu iki satırla, ön inceleme gerçekleştirilemez. Yukarıdaki satırlarda bilgilerinize sunduğumuz HGK kararlarında da görüldüğü gibi bu gibi davranışlar hakimin hukuki sorumluluğuna yol açacak davranışlardır.
Madde gerekçesinde açıkça ifade edildiği gibi ve duruşmanın özünde şifahilik ilkesi yer aldığı için, ön inceleme duruşması “dilekçemi tekrar ederim” ifadeleri ile değil gerçekten şifahi olarak gerçekleştirilmelidir. Bu konu hakimlerin hatalı davranışlarından olduğu kadar tarafların hatalı davranışlarından kaynaklanan nedenlerden ötürü, yasanın emri ile bağdaşmayan şekli işlemlerle tamamlanmaktadır. Bunun önüne geçilmesi hakimler ve taraflar (elbette avukatlar) açısından kaçınılmaz bir görevdir.
(Bu konuda ki endişelerimizi belirtmek için Ankara mahkemelerine ait üç örnek duruşması tutanağı yazımın sonunda görüşlerinize sunulmuştur)
Uygulamanın böyle olmasında, hatanın büyüğü barolarda ve TBB dedir. Çünkü, HMK yürürlüğe girdiğinde, bu kurumlar, yasanın uygulanmasında, özellikle avukata düşen görevler açısından gereken çalışmayı gerçekleştirmemiştir. Ben bu konuda vermiş olduğum konferanslarda ve yazdıklarımda hatta Ankara Barosu tarafından yayınlanan kitapçığımda üstüme düşeni yapmadığımı itiraf ediyorum.
Avukat olarak bizlere düşen görevlerden biri de, uyuşmazlığın tamamının sulh yol ile çözümlenmemiş olması halinde bile, eğer maddi vakıaların bir kısmında taraflar arasında çekişme giderilmiş ise bunu mahkemeye bildirmek için, bir tutanak tutmaktır. Aksi takdirde, bu bilgiyi sunmak sulh görüşmelerinin gizliliği ve sulhte elde edilen bilgilerin hatta ikrarın bile delil olamayacağı kuralını çiğnemek anlamına gelir (6325 SK m.15). Her ne kadar HMK 140/3 maddesinde “…sonuç alamadıkları takdirde anlaşamadıkları hususların nelerden ibaret olduğu tutanakla tespit edilir.” açıklaması yer alıyorsa da, söz konusu hükmün sulh görüşmelerinin gizliliği ilkesine uygun olarak düzenlenmesi gerektiğine inanmaktayız.
HMK 140/2 maddesi hükmüne göre, ön incelemenin bir duruşmada sonuçlanması gerekir. Ancak gene aynı madde hükmüne göre, eğer hakim tarafların sulh olabileceği kanısına ulaşır ise, taraflara yeni bir duruşma günü vererek, tarafların anlaşmalarına olanak tanır. HMK 140/4 maddesinde ise, sulh olanağı dışında doğan her hangi bir zorunluluk nedeni ile hakimin ikinci bir duruşma günü verebileceği hükme bağlanmıştır.
İkinci aşama ise tarafların sulh teşvikine olumsuz yaklaşması yada sulh için yaptıkları çabaların olumsuz sonuçlanması halidir.
Görüldüğü gibi, davanın omurgasını oluşturan, tarafların uyuştukları ve uyuşamadıkları maddi vakıaların saptanmasında görev taraflara düşmektedir. Tarafların başarısızlığı halinde, hakim bu görevi üstlenmektedir. Elbette, böylesi bir çalışmanın yapılabilmesi için, hakimlerin “vaktim yok” itirazının ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Bu aşamadan sonra HMK140/5 maddesinin uygulanması gerektiğine inanmaktayız. Bu maddeye göre, “…taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gerekli açıklamayı yapmaları için iki haftalık süre verilir.”
Bu maddede yer alan hükmün bir kısmına değişik nedenlerle katılmadığımızı belirtmek isteriz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, taraflar ellerinde bulunan delilleri dilekçeleri ekinde sunmak zorundadır. Yasada böylesi bir emredici hüküm varken, HMK 140/5 maddesi ile bu hükmün yumuşatılmasını anlamamaktayız. Üstelik kanımızca, tarafların bu yasa emrini yerine getirmemesi, hele hele birde kötü niyet içeren bir davranışla yerine getirmemesi söz konusu ise, HMK 27/2.a maddesinde hükme bağlanan hukuki dinlenilme hakkını ihlal eden bir davranıştır. Halbuki, HMK tasarısının genel gerekçesine baktığımızda, HMK nın hazırlanmasında adil yargılanma ilkelerine uygun bir yasa olması için emek verildiği yolunda açıklamanın yer aldığını görmekteyiz. Kanımızca, yasa koyucunun bu davranışı kendi içinde çelişmektedir. Daha önce belirttiğimiz ve Baki Kuru ve Ejder Yılmaz’ın görüşlerinden alındı yaparak sunduğumuz gibi ekleri sunmamış olmanın en azından cevap yada cevaba cevap süresinin başlamasını engelleyen bir olay olarak kabul edilmesi gerektiğine inanmaktayız.
Yasa başka yerden getirilmesi gereken delil derken bunun tanımını HMK 140/5 maddesinde, yapmamıştır. Bunun tanımını HMK 195/1 maddesinde görmekteyiz. HMK 195/1 maddesine göre, bunlar resmi merci ve makamlarda yada üçüncü kişilerde bulunan ve de taraflarca temin edilmesi olanaksız olan delillerdir. Üstelik bunların taraf dilekçelerinde belirtilmiş olması, mutlaka getirtilmesini şart koşmamaktadır. HMK 195/1 maddesine ve madde gerekçesine göre, bu delillerin getirtilmesi için, mahkemece incelenmesine karar verilmiş olması gerekmektedir.
Kanımızca, bu madde kaleme alınırken, özellikle başka yerlerden getirtilmesi gereken deliller açısından, HMK 187,188 ve 189 maddesinde hükümler dikkate alınmalı idi. Çünkü bunların toplanması hem zaman ve para kaybına neden olacaktır hem de dosyada bilgi kirliliğine yol açacaktır. HMK 187/1 maddesine göre, delil ispatı gereken maddi vakıalar için gereklidir. İspatı gereken maddi vakıalar ise, gene aynı maddeye göre, tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalardır. O halde, başka yerlerden getirtilmesi gereken delillerden hangilerinin getirtilmesi gerekeceği konusunda bir karara gereksinim vardır. Bu kararı verirken öncelikle, uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek maddi vakıaların neler olduğunun saptanmış olması gerekmektedir. Bu ise hakimin, uyuşmazlığın çözümünde, tarafların bildirdiği hukuki nedene mi bağlı kalacağı yoksa HMK 33/1 maddesi doğrultusunda kendisinin mi belirleyeceğinin aydınlığa kavuşmasını gerektirmektedir.
HMK 33/1maddesine göre hukuku hakim resen uygulayacağına göre, uyuşmazlığa etkili olabilecek maddi vakıaları ve bunlar için toplanması/başka yerden getirtilmesi gereken delilleri belirlemekte hakime düşer. Üstelik, dosyada bulunan deliller, hakimin taraflarca sunulan maddi vakıaların gerçek olup olmadığı konusunda bir fikre sahip olmasına yani HMK 31/1 maddesi doğrultusunda davayı aydınlatma görevini yerine getirmesine yarayan dava malzemeleri olduğuna göre bunun hakim tarafından belirlenmesi gerekir. Elbette tüm ara kararlarda olduğu gibi hakim bu ara kararını da oluştururken, kararının gerekçesini tutanağa geçirmekle yükümlüdür.
Hakim bu toplama kararını verirken, HMK 187/2 maddesini de dikkate almak zorundadır. Eğer, toplamak istediği delil, tarafların ikrar ettiği yani taraflar açısından çekişmeli vakıa değil ise, bu delili dosyaya kazandırmanın bir anlamı yoktur. Elbette resen delil toplamayı gerektiren hususlar bu yorumun dışındadır.
Eğer toplanmasına karar verilen delil herkesçe bilinen vakıalardan ise, hakim bu delili resen delil toplanması gereken vakıalarda olsa bile toplamaya karar vermeyecektir.
Tarafların elinde bulunan ve dilekçelerinde belirtilen deliller, dosyayı sunulması gereken delillerdir. Taraf bu delilin sunulmasından HMK 196/1maddesi gereğince tek taraflı olarak, vazgeçemez.
HMK 196/1maddesini, HMK 140/5 maddesi ile karşılaştırmak gerektiğine inanmaktayız. Bilindiği gibi, HMK 140/5 maddesi dilekçede yer alan delillerin mahkemeye sunulması yada başka yerlerden getirtilecek olan delillerin getirtilmesi için gerekenleri yapılması için iki haftalık kesin süre vermekte ve bu süre içinde, bu gerek yerine getirilmez ise söz konusu delilden vazgeçilmiş sayılmasına karar verilmektedir. Halbuki, HMK 196/1maddesi tek taraflı vazgeçmeye izin vermemektedir. Kanımızca bu bir çelişkidir. Bu çelişkinin HMUK uygulamalarında giderilmiş olduğunu hatırlamakta yarar görmekteyiz. Bilindiği gibi, HMUK döneminde eğer taraflardan biri gösterdiği delilden vazgeçerse diğer taraf gereken masrafları vererek bu delilin dosyaya kazandırılmasını sağlayabiliyordu.
Yargıtay kararlarına göre, tarafların anlaştıkları ve anlamadıkları noktalar ön inceleme aşamasında saptanmalı ve bunlardan uyuşmazlığı çözüme yarayan çekişmeli vakıalar için ön inceleme aşamasında verilecek karar doğrultusunda delil toplanmalıdır ( Yrg 2HD 15.12.2015 gün 2015/7077 E 2015/24027 K ve 2 HD 13.04.206 gün 2015/26731E 2016/7488 K sayılı kararlar Kazancı içtihat bilgi bankası )Bu kararlar HMUK döneminde ispat ve delil yükünü düzenleyen ilmi ve kazai içtihatlara uygun kararlardır.
Ön inceleme duruşmasında hakim öncelikle, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında duruşmalı yada duruşmasız olarak karar vermek zorunda olduğu gibi, ön inceleme duruşmasını bitirirken HMK 142/1 maddesi gereği, eğer varsa zamanaşımı itirazı ve her halükarda hak düşürücü süreler yönünden de karar vermek zorundadır.
HMK 137/2 maddesi, ön inceleme yapılmadan ve alınması gereken kararlar alınmadan tahkikata geçilemeyeceğini hatta tahkikat için gün bile verilemeyeceğini hükme bağlamıştır. Bu madde hükmünü madde gerekçesi ile birlikte değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. Söz konusu maddenin hükümet tasarısında yer alan gerekçesine göre delillerin sunulması ve toplanması işlemleri ön inceleme kapsamındadır. HMK göre deliller bölümünde incelenmiş olmasına rağmen, gene gerekçeye göre, tanık dinleme, belge inceleme, bilirkişi görüşü alma, keşif yapma ve yemin teklif etme gibi tahkikat işlemleri yapılamaz.
Gerekçede “Bu açık kanun hükmüne aykırı davranış, hakimin sorumluluğunu gerektirir” açıklaması yer almaktadır. Kanımızca, bu açıklamanın gerekçede yer almasının sebebi, HMK tasarısının genel gerekçesinde açıkça belirtildiği gibi yeni yasanın hazırlanmasında, adil yargılanmanın unsurlarından biri olan, makul sürede yargılanmayı gerçekleştirmektir. Bunun içinde, gereksiz duruşmaların önüne geçmek amaçlanmıştır. Toplanamayan deliller nedeni ile, gereksiz duruşmaların yapıldığı gene gerekçede açıkça belirtilmiştir. Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde, gerek tarafların sunmak zorunda olduğu delillerin dosyaya kazandırılması gerekse, başka yerden getirtilmesi gereken delillerin dosyaya kazandırılması işlemi bitmeden tahkikat için duruşma günü verilemeyeceği eğer verilir ise bunun yasaya açık aykırılık oluşturacağı ve hakimin sorumluluğunun doğacağı anlaşılmaktadır. Yukarıda hakim sorumluluğuna ilişkin olarak bilginize sunduğumuz Yargıtay kararlarına ek olarak 18 HD 20.10.2015 gün 2015/17683 E 2015/14840 K ve 2HD 18.04.2013 gün 2012/12690 E 2013/11009 k sayılı kararlarına gösterebiliriz(Kazancı içtihat bilgi bankası)


Ön inceleme için yapılan bu açıklamalar ışığında avukata bu aşamada düşen görevleri belirlemekte yarar bulunmaktadır.
Her şeyden önce avukat Avukatlık Kanunu 35/A maddesinde hükme bağlanan uzlaşmayı denemelidir. Hakimin yada uzlaştırmacının yardımına gerek olmadan uyuşmazlığı kendi olanakları ile çözmenin yolunu aramalıdır.
Bunun yanı sıra, avukat, dilekçelerinde yer alan delillerden elinde bulunanları, dilekçelerine eklemek zorunda olduğunu unutmamalıdır. Bunun aksine davranışın hukuki dinlenilme hakkını ihlal eden bir davranış olmasının yanı sıra, avukatla takip edilen davalarda, meslek kurallarına da aykırılık olduğunu bilmelidir. Üstelik, eğer söz konusu davada başka yerlerden getirtilmesi gereken delil yok ise, ön inceleme duruşması biter bitmez, yargılamanın tahkikat aşamasına bile geçmesi söz konusu olabilecek ve böylece koridorlarda ömür tüketmekten kurtulmuş olacaktır.
Ön inceleme duruşmasına giderken, taraf dilekçelerini birlikte değerlendirerek, tarafların hukuki nedende anlaşıp anlaşamadıklarını saptamalılardır. Eğer bu konuda taraflar arasında bir anlaşma söz konusu değil ise, kendi görüşünü destekler ilmi ve kazai içtihatları mahkemeye sunmak için hazır bulundurmalıdırlar.
Tarafların dayandıkları maddi vakıalardan hangilerinin taraflarca birlikte kabul edilen maddi vakıa olduğunu saptamalılar ve tarafları üzerinde anlaşamadıkları yani birlikte doğruluğunu kabul etmedikleri vakıaların belirlenmesini sağlamalılardır. Bu maddi vakıalardan hangilerinin, uyuşmazlığın çözümünde gerekli olduğunu da belirleyerek, taraf dilekçelerinde somutlaştırma kuralı doğrultusunda sunulmuş olan, bu konuya ilişkin delilin ne olduğunu belirlemelilerdir. İşte bu belirleme doğrultusunda söz konusu delillerin dosyaya kazandırılmasına çalışmalıdır.
Ön incelemenin duruşma olarak yapılmasına rağmen hakimlerin yasa ile bağdaşmayan “vaktim yok” savunmasını kırmak ve duruşmanın temel ilkesi olan sözlülüğü sağlayabilmek için, yapılan bu hazırlığı yazıya dökmek ve de duruşma öncesi hakim ve karşı tarafla paylaşmak gerektiğine inanmaktayız. Böylece hakimin vaktim yok savunması ortadan kaldırılacak ve HMK nın taraflara tanımış olduğu uyuşulamayan maddi vakıaların saptanması görevi yerine getirilecektir. Eğer uyuşulamayan maddi vakıalar sağlıklı bir şekilde saptanmış ise, yargılamanın bundan sonraki aşamaları bu saptamaya göre devam edeceği için, örneğin sadece bu konuya ilişkin delil toplanacağı ve bu konuya ilişkin delillerin değerlendirilmesi yapılacağından hatta gerekçeli kararda bu konulara ilişkin değerlendirmeler açıkça belirtileceği için yargılama avukatın aktif rol aldığı bir şekilde gelişmiş olacaktır.
Ceza yargılamasında hakim vaktim yok savunmasına hiç sığınmaz iken, özel hukuk yargılamasında bu savunmanın sık sık karşımıza çıkması, adil yargılamaya ilişkin AİHS kurallarının önce ceza yargılamasında hayata geçirilmesi, acaba biz özel hukuk avukatlarının pasifliğinden mi kaynaklanmaktadır?
Ben henüz formatını belirlememiş olmakla birlikte, ön inceleme öncesi yazılı beyanda bulunmaya başladım. Faydası olduğu kanısına da ulaştım.
Ön inceleme duruşması sonunda, tutulan tutanak diğer tutanlardan farklı olarak, tarafların imzalaması gereken bir tutanaktır. Diğer tutanaklarda, tarafı bağlayan bir husus varsa, tarafın imzası alınmasına rağmen ön incelemede her zaman taraf imzası alınmaktadır. Gene HMK maddesine göre, ön inceleme tutanağı, yargılamanın yol haritasını oluşturmaktadır. Hukukumuza yeni kazandırılan istinaf yargılamasının temel unsuru, ilk derece mahkemesindeki dosya ile bağlı kalarak yargılamayı gerçekleştirmek olduğuna göre, ön inceleme duruşmasında yapılması gereken itirazları yapmayarak, tutanağa muhalefet yazmayarak, istinaf incelemesini de baştan kaybedebileceğimizi hatırdan çıkarmamak gerekir. O halde imzamızın değerini bilerek bunun ilerde kişisel sorumluluğumuza yol açacağını kabul ederek, gereken itirazlarımızın tutanağa geçmesini saplamalı hatta gerekirse imza aşamasında bizzat muhalefet şerhimizi koymalıyız.
Gerek tarafların dilekçeleri ekinde sundukları gerekse hakimin verdiği kararla başka yerden getirilerek dosyaya kazandırılan deliller dışında, HMK 31/1 maddesinin hakime yüklediği davayı aydınlamak görevi nedeni ile hakimin de, delil isteme yetkisi olduğunu unutmamak gerekir. Kanımızca hakimin bu görevini yerine getirmesi gereken zaman tahkikat duruşmasında taraf delillerinin değerlendirilmesinden sonra olmalıdır. Davayı çözmek ve bir karara ulaşmak hakimin görevi olduğuna göre, bu konuda taraflardan yardım istemesi işin doğası gereğidir. Ancak bu yardıma başvururken, yasanın getirdiği iddianın genişletilmesi ve savunmanın değiştirilmesi kuralına uygun davranmak zorundadır. Çünkü, HMK tarafların temel sorumluluğunun maddi vakıaları sunmak olduğunu hükme bağlamış ve taraf dilekçelerinin verilmesinden sonra maddi vakıa sunulamayacağı ilkesini, bazı istisnalar dışında, kabul etmiştir. Hakim, HMK 31/1 maddesini uygularken hangi maddi vakıa için hangi taraftan delil istediğini açıkça ara kararında belirtmek zorundadır. Üstelik hakim bu ara kararı oluştururken, söz konusu maddi vakıanın uyuşmazlığın çözümünde gereken, taraflarca üzerinde anlaşmaya varılamayan, ve herkesçe malum olmayan vakıalar için oluşturmalıdır.
Görevsiz bir mahkemede gerçekleştirilen ön inceleme görevli mahkemede geçerliliğini koruyacak mıdır? Kanımızca hayır. Çünkü, görev kamu düzenine ilişkindir ve dava şartı olarak yasada açıkça hükme bağlanmıştır. Bu nedenle, yapılan tüm işlemler, dava şartını diğer bir anlatımla davanın görülmesi için gereken koşulları içermediğinde ötürü, görevli mahkemede bir kez daha değerlendirilmelidir.
Mahkeme, hakim değişikliği nedeni ile yada bir başka nedene dayalı olarak, ön inceleme zaptında almış olduğu kararlardan dönebilir mi ? Bu nedenle yeni bir ön inceleme yapabilir mi ? Yasada hakimin sözlü yargılama aşamasında bile tahkikat ile ilgili kararını irdelemek ve gereken önlemleri almak hakkı bulunmaktadır. Ancak, ön inceleme ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır. Kişisel kanımıza göre, bunun da mümkün olması gerekmektedir. Ancak, yargılama ön inceleme aşamasından itibaren yeniden oluşturulmalı ve tarafların haklarının kaybı önlenmelidir. Sonuçta ön inceleme alınan kararlar ara karar niteliğindedir.
16.05.2011 de “HMK da ön inceleme”
20.06.2016 da “Basit yargılama ve ön inceleme duruşması” başlıklı yazılarım enderdedeağaç blogspot’ yayınlanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder