10 Şubat 2017 Cuma

AVUKAT AÇISINDAN KARAR VE HÜKÜM

Av. ENDER DEDEAĞAÇ
İlk derece mahkemesinde yapılan yargılamanın son aşamasında, tarafların söz hakkı sona ermiş, bu aşamaya kadar yargılamanın sevk ve idaresini üstlenen hakim bu aşamada karar veren/hüküm kuran rolünü üstlenmiştir. Yargılama, uyuşmazlığı sonuçlandıran bir kararla biter. Çoğunlukla, uygulamada, taraflara tebliğ edilen “kısa karar” bu sonlandırma işlemini gerçekleştirir. Ancak, kısa karar yargılamanın görünen aşamalarının tamamlanması anlamına gelmekle birlikte, ilk derece mahkemesinde ki yargılamanın sona ermesi anlamına gelmemektedir. Bu aşamadan sonra “gerekçeli kararın” yazılması ve “hüküm fıkrasının” bu gerekçeli kararda yer alması gerekmektedir.
Tüm yargılama sürecince aktif rolü üstlenmeleri gereken taraflar, bu aşamada, aktif rolün hakim tarafından üstlenilmesi ile karşı karşıya kalırlar. Ancak unutulmaması gereken, taraflar yargılama sürecince, nasıl, kurallara bağlı olarak, aktifliklerini gerçekleştirmişler ise, hakimde bu aşamada, aynı şekilde, kurallara bağlı olarak bu Akifliği yerine getirmeli ve kararını oluşturmalıdır.
Bu nedenle, önce karar ve hüküm kavramlarının hukuk sistemimizde ki yerini belirlemek için, bu kavramlara ait tanımları görmekte yarar bulunmaktadır. “Yargı organının uyuşmazlık hakkında bir karar verebilmek amacıyla, hukuki gerekçeye dayandırılmış irade açıklamasına karar denilmektedir”( Pekcanıtez sayfa 530). Karar  ise “hükmü de kapsayan üst ve daha genel bir kavramdır. Her hüküm bir karardır. Ancak her hüküm bir karar değildir” (Pekcanıtez sayfa 530). Hüküm, HMK 294/1 maddesinde belirtildiği gibi, davayı sona erdiren, usule veya esasa ilişkin nihai bir karardır. Bu kararın taraflara tefhimi gerekir ve bu aşamadan sonra hakim davadan el çekmiş olur.
Bir irade açıklamasının karar olabilmesi için, gerekçesinin olması, zorunludur. Gerekçe ise, “…  dava dosyasından bağımsız bir varlığa sahiptir. Mahkemenin kararı/gerekçesi, tek başına ve dosyadan bağımsız olarak değerlendirilmek durumundadır. Mahkemenin kararı ve gerekçesi, mahkemenin dava dosyasını değerlendirmesini yansıtır. Mahkeme, dosyayı nasıl gördüğünü, değerlendirdiğini ve buradaki olguları, hangi hukuki kavram, kural ve normlarla ilişkilendirdiğini kararında gösterir. Modern hukuk devleti düşüncesi, idarede ve yargıda rasyonalitenin sağlanmasını, aynı zamanda rasyonalitenin gösterilmesi olarak görür. Rasyonalitesi gösterilmeyen karar, rasyonel değildir. Hakimin zihninden çıkarak somutlaşmamış bir karar, yok hükmündedir. (Ertuğrul Uzun, Hukuk Metodolojisinin sorunlar sayfa 264-265). Kısacası, gerekçeli kararı inceleyen kişinin, dava dosyasını görmeye/incelemeye gereksinimi olmamalıdır.
Yukarıda yer alan açıklamadan anlaşılacağı gibi, hakim, hangi olguları/maddi vakıaları, hangi hukuki kavram, kural ve normlarla ilişkilendirdiğini, kararında göstermelidir. Her ne kadar alıntı yaptığımız metinde belirtilmiyorsa da, aslında bu açıklama, HMK 297/1 maddesine dayandırılmış bir açıklamadır. HMK 297 maddesine baktığımızda, hükmün, taraf dilekçelerinde olduğu gibi, giriş, gövde ve sonuç kısmından oluştuğunu görmekteyiz.
Hükmün giriş kısmını oluşturan HMK 297/1.a ve b maddelerinde, taraf kimlik bilgileri ile hakim/hakimlerin ve zabıt katibinin kimlik bilgilerinin yer aldığını görmekteyiz. Kısacası, bu bölüm, taraf dilekçelerinde yer alan bilgiye dayanılarak hazırlanan ve hazırlayanın kimlik bilgilerini içeren bir bölüm olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hükmün gövdesini oluşturan kısmın hangi bilgileri içermesi gerektiği ise HMK 297/1.c maddesinde yer almaktadır. Söz konusu maddeye göre, hükmün gövde kısmında;
-          Tarafların iddia ve savunmalarının özeti
-          Anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlar
-          Çekişmeli vakıalar hakkında toplanan deliller
-          Delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi
-          Sabit görülen vakıalar
-          Bundan çıkan sonuç
Yer almalıdır.
Gövde kısmında yer alması gereken konuları tek tek ele alığımızda, yargılamanın, hüküm aşamasına kadar olan kısmında, tarafın aktif, hakimin pasif süje olarak yargılamaya katıldığını açıkça görmekteyiz.
Bilindiği gibi, HMK 24 maddesi, tasarruf ilkesi dediğimiz bir ilkeyi benimsemiştir. Bu ilkeye göre, “Hakim, iki taraftan birinin, talebi olmaksızın kendiliğinden bir davayı inceleyemez ve karara bağlayamaz.” . HMK 24/1 maddesinde yer alan bu hüküm aynı yasa maddesinin ikinci fıkrası hükmü ile daha da kuvvetlendirilmiştir. Bu fıkra hükmü ise,  “Kanunda açıkça belirtilmedikçe, hiç kimse kendi lehine olan  davayı açmaya veya hakkını talep etmeye zorlanamaz.” Şeklinde kaleme alınmıştır.
Görüldüğü gibi, adalete erişim hakkının kullanımı, tarafın iradesine bırakılmıştır. Taraf adalete erişimi gerçekleştirebilmek için, dava dilekçesi dediğimiz belge ile mahkemeye başvurmak zorundadır. Karşı tarafı oluşturan davalı ise, adaletten korunma hakkı talep ediyorsa, cevap dilekçesi dediğimiz dilekçe ile mahkemeye başvurmak zorundadır. Yargılamayı başlatan bu iki dilekçenin, içeriğine baktığımızda yani gövdenin oluşumunu incelediğimizde, Gövdenin vazgeçilmez unsurunu, tarafların mahkemeye sundukları maddi vakıaların oluşturduğun görmekteyiz. HMK da yer alan ilkeleri değerlendirdiğimizde HMK 25/1 maddesi hükmünde “Taraflarca getirilme ilkesi” nin yer aldığını görmekteyiz. Söz konusu ilkeye göre “Kanunda öngörülen istisnalar dışında, hakimin, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda bile bulunamaz.” Görüldüğü gibi, yargılamanın özünü oluşturan maddi vakıa bildirimi taraflarca yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
İşte HMK 297/1.c nin birinci cümlesini hükmünü yerine getirebilmek için hakim, kendisine sunulan, maddi vakıalara dayanarak, iddia ve savunmanın özetini yapmakla görevlidir.
Hakim bu aşamadan sonra, tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları belirlemek zorundadır. Hakim bu görevini, HMK 140 maddesi doğrultusunda, ön inceleme duruşmasında yerine getirmektedir. Bu görevin duruşmada yerine getirildiğini ve yazılı yargılamanın taraf dilekçelerinin verilmesi ile sonlandığını, davada taraflara dava, cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi dışında dilekçe hakkı tanınmadığını dikkate aldığımızda, diyalektiğin hakim olduğu, bir tartışma sanatı olan yargılamada, hakim tarafların tartışmaları sonucunda elde ettiği bilgilere göre, bu görevinin yerine getirecektir. Olayı HMK 140/3 maddesi ile birlikte değerlendirdiğimizde, tarafların ön inceleme duruşmasına “şifahi katılımının” yasa koyucu tarafından emredilmiş olduğunu görmekteyiz. Çünkü HMK 140/3 maddesinin hükümet gerekçesine göre, sulh anlaşmasının kısmen yada tamamen sonuçsuz kalması halinde, tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları konuların tespiti görevi öncelikle taraflara verilmiş bir görevdir. Eğer taraflar bu görevi yerine getiremiyorsa, hakim bu görevin yerine getirilmesini üstlenecek ve HMK 140/1 maddesinde gerçekleştirdiği çalışma ve tespite dayanarak, tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tespit edecektir.
Görüldüğü gibi, hakim HMK 297/1c maddesi hükmünün ikinci basamağını, daha yargılamanın başlangıcında, taraf beyanlarına/tespitlerine dayanarak elde ettiği bilgiler ışığında, yerine getirmek zorundadır. Diğer bir anlatımla, hükmün bu kısmını hakim gerekçeli karar yazımı aşamasında gerçekleştiriyorsa da, aslında bu kısım, ön inceleme aşamasında, taraflarca saptanmış bulunmaktadır. Yani yargılamada ki aktif süjelik hala taraflara aittir.
HMK 297/1.c maddesinin üçüncü basamağında, hakim, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri hüküm içinde belirtmekle görevlidir. Dava dosyasına delillerin hangi aşamalarda ve nasıl toplandığı hatırlamakta yarar bulunmaktadır. HMK 119/1.e ve f maddelerini ile HMK 129/1 e ve d maddelerini birlikte değerlendirdiğimizde, taraflar kendilerine tanınan dilekçe haklarını kullanırken, bildirmiş oldukları maddi vakıalarla birlikte, bu maddi vakıaları kanıtlamak için dayandıkları delilleri de mahkemeye sunmakla görevlidir. Taraflara yüklenen bu yükümlülük HMK 194 maddesinde yer alan somutlaştırma kuralı ile kuvvetlendirilmiştir. Kısaca, dava dosyasında yer alan deliller, kural olarak, tarafların mahkemeye dilekçe aşamasında sunmuş oldukları delillerden oluşmaktadır. Bu kuralın ıslah dışındaki iki istisnası bulunmaktadır. Bunlardan birincisi HMK 145 / 1 maddesinde, hakimin izni koşulu ile tarafa tanınmış olan sonradan delil sunma hakkı ikincisi ise, iddianın değiştirilmesi ve savunmanın genişletilmesi yasağına bağlı kalarak, hakimin HMK 31/1 maddesi ile kendisine yüklenilen davayı aydınlatma kapsamında taraflardan dosyaya sunmalarını istediği delillerden oluşmaktadır. HMK 31/1 maddesini değerlendirirken, bu maddenin, HMK 25/2 maddesi hükmünde yer alan, hakimin kendiliğinden delil toplama kuralının istisnası olduğunu da unutmamakta yarar bulunmaktadır.
Ön inceleme aşaması başladığında, taraflar ellerinde bulunan delilleri mahkemeye sunmuş ve ellerinde bulunmadığı ve bizzat sunmaları mümkün olmayan delillerin deliler olduğun mahkemeye bildirmiş olmaktadır. İşte hakim, dosyaya sunulan yada dosya bildirilen deliler içinde, “çekişmeli vakıalara ilişkin olan delillerin neler olduğunu, hüküm içerisinde belirtmekle yükümlü olduğundan, ön inceleme aşaması biterken, HMK 187/1 maddesi doğrultusunda, çekişmeli vakıalardan hangilerinin uyuşmazlığın çözümünde etkili olabileceğinin kararını vermiş olmalıdır. Hakim vermiş olduğu bu karar doğrultusunda, başka yerlerden getirtilmesine gerek duyduğu delilerin de dosyaya kazandırılması kararını vermelidir. Tahkikat aşamasında dosyaya kazandırılması gereken, tanık dinlenmesi, keşif, bilirkişi incelemesi, isticvap, yemin delili dışında kalan, tüm deliller toplandıktan sonra tarafları tahkikat duruşması için davet etmelidir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ön inceleme duruşmasında, tahkikat duruşması için gün belirleyerek ve bunu tüm deliller dosyada toplanıncaya kadar devam ettirmek, usul ekonomisi ile bağdaşmayan ve gerek mahkeme görevlileri ile hakime gerekse taraflara eziyet oluşturan bir tutumdur.
Tahkikat aşamasında, gerek taraflarca dilekçeler aşamasında gerekse HMK 31/1 maddesi doğrultusunda hakim kararı ile sunulan deliller, toplandıktan sonra, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi yapılacaktır. Görüldüğü gibi, delilleri sunmak taraflara yüklenen bir görev olduğu gibi, değerlendirme tartışma aşamasına dayalı olarak gerçekleştirileceği için, hakimin kendi kendine tartışma yapması olanaksız olduğuna ve HMK 25/1 Maddesinde hakime getirilmiş bulunan, taraf gibi davranmak yasağı nedeni ile bu tartışma, taraflarca gerçekleştirilmelidir. Hakim HMK 32 /1 maddesinin kendisine vermiş olduğu görev nedeni ile bu tartışmayı sevk ve idare etmekle/yönetmekle görevlidir. Bu durumda, hakim, hüküm fıkrasının yazarken, tarafların yapmış oldukları tartışmayı yansıtmakla görevli olmaktadır.
Bu aşamada, delillerin tartışılmasını izleyen bir anda, delillerin değerlendirilmesinin yapılması gerektiği, HMK 297/1.c de hükme bağlanmıştır. Elbette delillerin tartışmasını yapan taraflar, bu aşamada delillerin değerlendirilmesine ilişkin görüşlerini de mahkemeye sunmaktadırlar. O halde yasada yer alan bu değerlendirmeden yasa koyucu neyin yapılmasını istemektedir. Kanımızca, yasa koyucu, tarafların tartışmasından sonra HMK 189/4 maddesinde yapılması gereken caiz delil saptamasını, 198/1 maddesinin hakime,  yüklediği yükümlülük nedeni ile hakim tarafından yapılmasını sağlamaktır. Böylece, taraflar yargılamanın sözlü aşamasına geçildiğinde, dosyanın tümü hakkında görüş beyan etmek şansına sahip olacaktır.
Delillerin değerlendirilmesi ile yargılamanın aktif süjesi hakim olmaktadır. Hakim bu aşamadan sonra, delil değerlendirmesi sonucunda caiz delil olarak kabul ettiği delillere dayanarak, sabit gördüğü vakıaları belirleyecektir. Elbette belirlenen bu vakıalara dayanarak nasıl bir sonuca ulaştığını hükümde açıklayacaktır. Bu bölümün oluşumunda tarafların bir katkısı söz konusu değildir. Tartışma yolu ile hakimi ikna etmek olarak tanımlayabileceğimiz, yargılamada, taraf, delil değerlendirmesi ve sözlü savunma aşmasında, son şansını denemiş olmaktadır.
Hüküm kurmak ve gerekçeli kararı ve de bunun içinde yer alan hüküm fıkrasını yazmak hakime verilmiş bir görev ise de, bunun oluşumu yani davanın kaderi taraf dilekçeleri ile belirlenmektedir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, hakim, ön inceleme aşamasında, uyuşmazlığa hangi hukuk normunu uygulayacağının kararını vermiştir. Diğer bir anlatımla, ispat ve delil yükünün belirlenmesi ile başlayan delil toplanmasına ilişkin aşamada davanın sonucu belirlenmektedir. Bu nedenle taraflar dilekçeler aşamasını çok iyi değerlendirmek zorundadır.
Kısa karar dediğimiz karar yargılamaya son vermektedir. Hakim bu kararından sonra bir ay içinde gerekçeli kararını yazmakla yükümlüdür. Gerekçeli kararla kısa karar arasında, bir uyuşmazlık olmaması gerekmektedir. Diğer bir anlatımla kısa kararda yer alamayan bir hükme gerekçeli kararda yer verilemez.
Kısa kararın tefhimi ile başlayan istinaf süresinin işleyebilmesi için, kısa kararın HMK 297/1 maddesinin emrettiği tüm koşulları içermesi gerekmektedir. Aksi takdirde süre tebliğ ile başlamak zorundadır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder