Av. ENDER DEDEAĞAÇ
İlk derece mahkemesinde yapılan yargılamanın son
aşamasında, tarafların söz hakkı sona ermiş, bu aşamaya kadar yargılamanın sevk
ve idaresini üstlenen hakim bu aşamada karar veren/hüküm kuran rolünü
üstlenmiştir. Yargılama, uyuşmazlığı sonuçlandıran bir kararla biter.
Çoğunlukla, uygulamada, taraflara tebliğ edilen “kısa karar” bu sonlandırma işlemini
gerçekleştirir. Ancak, kısa karar yargılamanın görünen aşamalarının
tamamlanması anlamına gelmekle birlikte, ilk derece mahkemesinde ki
yargılamanın sona ermesi anlamına gelmemektedir. Bu aşamadan sonra “gerekçeli
kararın” yazılması ve “hüküm fıkrasının” bu gerekçeli kararda yer alması
gerekmektedir.
Tüm yargılama sürecince aktif rolü üstlenmeleri
gereken taraflar, bu aşamada, aktif rolün hakim tarafından üstlenilmesi ile
karşı karşıya kalırlar. Ancak unutulmaması gereken, taraflar yargılama sürecince,
nasıl, kurallara bağlı olarak, aktifliklerini gerçekleştirmişler ise, hakimde
bu aşamada, aynı şekilde, kurallara bağlı olarak bu Akifliği yerine getirmeli
ve kararını oluşturmalıdır.
Bu nedenle, önce karar ve hüküm kavramlarının
hukuk sistemimizde ki yerini belirlemek için, bu kavramlara ait tanımları
görmekte yarar bulunmaktadır. “Yargı organının uyuşmazlık hakkında bir karar
verebilmek amacıyla, hukuki gerekçeye dayandırılmış irade açıklamasına karar
denilmektedir”( Pekcanıtez sayfa 530). Karar
ise “hükmü de kapsayan üst ve daha genel bir kavramdır. Her hüküm bir
karardır. Ancak her hüküm bir karar değildir” (Pekcanıtez sayfa 530). Hüküm,
HMK 294/1 maddesinde belirtildiği gibi, davayı sona erdiren, usule veya esasa
ilişkin nihai bir karardır. Bu kararın taraflara tefhimi gerekir ve bu aşamadan
sonra hakim davadan el çekmiş olur.
Bir irade açıklamasının karar olabilmesi için,
gerekçesinin olması, zorunludur. Gerekçe ise, “… dava dosyasından bağımsız bir varlığa
sahiptir. Mahkemenin kararı/gerekçesi, tek başına ve dosyadan bağımsız olarak
değerlendirilmek durumundadır. Mahkemenin kararı ve gerekçesi, mahkemenin dava
dosyasını değerlendirmesini yansıtır. Mahkeme, dosyayı nasıl gördüğünü,
değerlendirdiğini ve buradaki olguları, hangi hukuki kavram, kural ve normlarla
ilişkilendirdiğini kararında gösterir. Modern hukuk devleti düşüncesi, idarede
ve yargıda rasyonalitenin sağlanmasını, aynı zamanda rasyonalitenin
gösterilmesi olarak görür. Rasyonalitesi gösterilmeyen karar, rasyonel
değildir. Hakimin zihninden çıkarak somutlaşmamış bir karar, yok hükmündedir.
(Ertuğrul Uzun, Hukuk Metodolojisinin sorunlar sayfa 264-265). Kısacası,
gerekçeli kararı inceleyen kişinin, dava dosyasını görmeye/incelemeye
gereksinimi olmamalıdır.
Yukarıda yer alan açıklamadan anlaşılacağı gibi,
hakim, hangi olguları/maddi vakıaları, hangi hukuki kavram, kural ve normlarla
ilişkilendirdiğini, kararında göstermelidir. Her ne kadar alıntı yaptığımız
metinde belirtilmiyorsa da, aslında bu açıklama, HMK 297/1 maddesine
dayandırılmış bir açıklamadır. HMK 297 maddesine baktığımızda, hükmün, taraf
dilekçelerinde olduğu gibi, giriş, gövde ve sonuç kısmından oluştuğunu
görmekteyiz.
Hükmün giriş kısmını oluşturan HMK 297/1.a ve b
maddelerinde, taraf kimlik bilgileri ile hakim/hakimlerin ve zabıt katibinin
kimlik bilgilerinin yer aldığını görmekteyiz. Kısacası, bu bölüm, taraf
dilekçelerinde yer alan bilgiye dayanılarak hazırlanan ve hazırlayanın kimlik
bilgilerini içeren bir bölüm olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hükmün gövdesini oluşturan kısmın hangi
bilgileri içermesi gerektiği ise HMK 297/1.c maddesinde yer almaktadır. Söz
konusu maddeye göre, hükmün gövde kısmında;
-
Tarafların iddia ve savunmalarının
özeti
-
Anlaştıkları ve anlaşamadıkları
hususlar
-
Çekişmeli vakıalar hakkında toplanan
deliller
-
Delillerin tartışılması ve
değerlendirilmesi
-
Sabit görülen vakıalar
-
Bundan çıkan sonuç
Yer almalıdır.
Gövde kısmında yer alması gereken konuları tek
tek ele alığımızda, yargılamanın, hüküm aşamasına kadar olan kısmında, tarafın
aktif, hakimin pasif süje olarak yargılamaya katıldığını açıkça görmekteyiz.
Bilindiği gibi, HMK 24 maddesi, tasarruf ilkesi
dediğimiz bir ilkeyi benimsemiştir. Bu ilkeye göre, “Hakim, iki taraftan
birinin, talebi olmaksızın kendiliğinden bir davayı inceleyemez ve karara
bağlayamaz.” . HMK 24/1 maddesinde yer alan bu hüküm aynı yasa maddesinin
ikinci fıkrası hükmü ile daha da kuvvetlendirilmiştir. Bu fıkra hükmü ise, “Kanunda açıkça belirtilmedikçe, hiç kimse
kendi lehine olan davayı açmaya veya
hakkını talep etmeye zorlanamaz.” Şeklinde kaleme alınmıştır.
Görüldüğü gibi, adalete erişim hakkının
kullanımı, tarafın iradesine bırakılmıştır. Taraf adalete erişimi
gerçekleştirebilmek için, dava dilekçesi dediğimiz belge ile mahkemeye
başvurmak zorundadır. Karşı tarafı oluşturan davalı ise, adaletten korunma
hakkı talep ediyorsa, cevap dilekçesi dediğimiz dilekçe ile mahkemeye başvurmak
zorundadır. Yargılamayı başlatan bu iki dilekçenin, içeriğine baktığımızda yani
gövdenin oluşumunu incelediğimizde, Gövdenin vazgeçilmez unsurunu, tarafların mahkemeye
sundukları maddi vakıaların oluşturduğun görmekteyiz. HMK da yer alan ilkeleri
değerlendirdiğimizde HMK 25/1 maddesi hükmünde “Taraflarca getirilme ilkesi”
nin yer aldığını görmekteyiz. Söz konusu ilkeye göre “Kanunda öngörülen
istisnalar dışında, hakimin, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya
vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda
bile bulunamaz.” Görüldüğü gibi, yargılamanın özünü oluşturan maddi vakıa
bildirimi taraflarca yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
İşte HMK 297/1.c nin birinci cümlesini hükmünü
yerine getirebilmek için hakim, kendisine sunulan, maddi vakıalara dayanarak,
iddia ve savunmanın özetini yapmakla görevlidir.
Hakim bu aşamadan sonra, tarafların anlaştıkları
ve anlaşamadıkları hususları belirlemek zorundadır. Hakim bu görevini, HMK 140
maddesi doğrultusunda, ön inceleme duruşmasında yerine getirmektedir. Bu
görevin duruşmada yerine getirildiğini ve yazılı yargılamanın taraf
dilekçelerinin verilmesi ile sonlandığını, davada taraflara dava, cevap, cevaba
cevap ve ikinci cevap dilekçesi dışında dilekçe hakkı tanınmadığını dikkate
aldığımızda, diyalektiğin hakim olduğu, bir tartışma sanatı olan yargılamada,
hakim tarafların tartışmaları sonucunda elde ettiği bilgilere göre, bu görevinin
yerine getirecektir. Olayı HMK 140/3 maddesi ile birlikte değerlendirdiğimizde,
tarafların ön inceleme duruşmasına “şifahi katılımının” yasa koyucu tarafından
emredilmiş olduğunu görmekteyiz. Çünkü HMK 140/3 maddesinin hükümet gerekçesine
göre, sulh anlaşmasının kısmen yada tamamen sonuçsuz kalması halinde,
tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları konuların tespiti görevi öncelikle
taraflara verilmiş bir görevdir. Eğer taraflar bu görevi yerine getiremiyorsa,
hakim bu görevin yerine getirilmesini üstlenecek ve HMK 140/1 maddesinde
gerçekleştirdiği çalışma ve tespite dayanarak, tarafların anlaştıkları ve
anlaşamadıkları hususları tespit edecektir.
Görüldüğü gibi, hakim HMK 297/1c maddesi
hükmünün ikinci basamağını, daha yargılamanın başlangıcında, taraf
beyanlarına/tespitlerine dayanarak elde ettiği bilgiler ışığında, yerine
getirmek zorundadır. Diğer bir anlatımla, hükmün bu kısmını hakim gerekçeli
karar yazımı aşamasında gerçekleştiriyorsa da, aslında bu kısım, ön inceleme
aşamasında, taraflarca saptanmış bulunmaktadır. Yani yargılamada ki aktif
süjelik hala taraflara aittir.
HMK 297/1.c maddesinin üçüncü basamağında,
hakim, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri hüküm içinde belirtmekle
görevlidir. Dava dosyasına delillerin hangi aşamalarda ve nasıl toplandığı
hatırlamakta yarar bulunmaktadır. HMK 119/1.e ve f maddelerini ile HMK 129/1 e
ve d maddelerini birlikte değerlendirdiğimizde, taraflar kendilerine tanınan
dilekçe haklarını kullanırken, bildirmiş oldukları maddi vakıalarla birlikte, bu
maddi vakıaları kanıtlamak için dayandıkları delilleri de mahkemeye sunmakla
görevlidir. Taraflara yüklenen bu yükümlülük HMK 194 maddesinde yer alan
somutlaştırma kuralı ile kuvvetlendirilmiştir. Kısaca, dava dosyasında yer alan
deliller, kural olarak, tarafların mahkemeye dilekçe aşamasında sunmuş
oldukları delillerden oluşmaktadır. Bu kuralın ıslah dışındaki iki istisnası
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi HMK 145 / 1 maddesinde, hakimin izni koşulu
ile tarafa tanınmış olan sonradan delil sunma hakkı ikincisi ise, iddianın değiştirilmesi
ve savunmanın genişletilmesi yasağına bağlı kalarak, hakimin HMK 31/1 maddesi
ile kendisine yüklenilen davayı aydınlatma kapsamında taraflardan dosyaya
sunmalarını istediği delillerden oluşmaktadır. HMK 31/1 maddesini
değerlendirirken, bu maddenin, HMK 25/2 maddesi hükmünde yer alan, hakimin
kendiliğinden delil toplama kuralının istisnası olduğunu da unutmamakta yarar
bulunmaktadır.
Ön inceleme aşaması başladığında, taraflar
ellerinde bulunan delilleri mahkemeye sunmuş ve ellerinde bulunmadığı ve bizzat
sunmaları mümkün olmayan delillerin deliler olduğun mahkemeye bildirmiş
olmaktadır. İşte hakim, dosyaya sunulan yada dosya bildirilen deliler içinde,
“çekişmeli vakıalara ilişkin olan delillerin neler olduğunu, hüküm içerisinde
belirtmekle yükümlü olduğundan, ön inceleme aşaması biterken, HMK 187/1 maddesi
doğrultusunda, çekişmeli vakıalardan hangilerinin uyuşmazlığın çözümünde etkili
olabileceğinin kararını vermiş olmalıdır. Hakim vermiş olduğu bu karar
doğrultusunda, başka yerlerden getirtilmesine gerek duyduğu delilerin de
dosyaya kazandırılması kararını vermelidir. Tahkikat aşamasında dosyaya
kazandırılması gereken, tanık dinlenmesi, keşif, bilirkişi incelemesi,
isticvap, yemin delili dışında kalan, tüm deliller toplandıktan sonra tarafları
tahkikat duruşması için davet etmelidir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ön
inceleme duruşmasında, tahkikat duruşması için gün belirleyerek ve bunu tüm
deliller dosyada toplanıncaya kadar devam ettirmek, usul ekonomisi ile
bağdaşmayan ve gerek mahkeme görevlileri ile hakime gerekse taraflara eziyet
oluşturan bir tutumdur.
Tahkikat aşamasında, gerek taraflarca dilekçeler
aşamasında gerekse HMK 31/1 maddesi doğrultusunda hakim kararı ile sunulan
deliller, toplandıktan sonra, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi
yapılacaktır. Görüldüğü gibi, delilleri sunmak taraflara yüklenen bir görev
olduğu gibi, değerlendirme tartışma aşamasına dayalı olarak gerçekleştirileceği
için, hakimin kendi kendine tartışma yapması olanaksız olduğuna ve HMK 25/1
Maddesinde hakime getirilmiş bulunan, taraf gibi davranmak yasağı nedeni ile bu
tartışma, taraflarca gerçekleştirilmelidir. Hakim HMK 32 /1 maddesinin
kendisine vermiş olduğu görev nedeni ile bu tartışmayı sevk ve idare
etmekle/yönetmekle görevlidir. Bu durumda, hakim, hüküm fıkrasının yazarken,
tarafların yapmış oldukları tartışmayı yansıtmakla görevli olmaktadır.
Bu aşamada, delillerin tartışılmasını izleyen
bir anda, delillerin değerlendirilmesinin yapılması gerektiği, HMK 297/1.c de
hükme bağlanmıştır. Elbette delillerin tartışmasını yapan taraflar, bu aşamada
delillerin değerlendirilmesine ilişkin görüşlerini de mahkemeye sunmaktadırlar.
O halde yasada yer alan bu değerlendirmeden yasa koyucu neyin yapılmasını
istemektedir. Kanımızca, yasa koyucu, tarafların tartışmasından sonra HMK 189/4
maddesinde yapılması gereken caiz delil saptamasını, 198/1 maddesinin
hakime, yüklediği yükümlülük nedeni ile
hakim tarafından yapılmasını sağlamaktır. Böylece, taraflar yargılamanın sözlü
aşamasına geçildiğinde, dosyanın tümü hakkında görüş beyan etmek şansına sahip
olacaktır.
Delillerin değerlendirilmesi ile yargılamanın
aktif süjesi hakim olmaktadır. Hakim bu aşamadan sonra, delil değerlendirmesi
sonucunda caiz delil olarak kabul ettiği delillere dayanarak, sabit gördüğü
vakıaları belirleyecektir. Elbette belirlenen bu vakıalara dayanarak nasıl bir
sonuca ulaştığını hükümde açıklayacaktır. Bu bölümün oluşumunda tarafların bir
katkısı söz konusu değildir. Tartışma yolu ile hakimi ikna etmek olarak
tanımlayabileceğimiz, yargılamada, taraf, delil değerlendirmesi ve sözlü
savunma aşmasında, son şansını denemiş olmaktadır.
Hüküm kurmak ve gerekçeli kararı ve de bunun
içinde yer alan hüküm fıkrasını yazmak hakime verilmiş bir görev ise de, bunun
oluşumu yani davanın kaderi taraf dilekçeleri ile belirlenmektedir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, hakim, ön
inceleme aşamasında, uyuşmazlığa hangi hukuk normunu uygulayacağının kararını
vermiştir. Diğer bir anlatımla, ispat ve delil yükünün belirlenmesi ile
başlayan delil toplanmasına ilişkin aşamada davanın sonucu belirlenmektedir. Bu
nedenle taraflar dilekçeler aşamasını çok iyi değerlendirmek zorundadır.
Kısa karar dediğimiz karar yargılamaya son
vermektedir. Hakim bu kararından sonra bir ay içinde gerekçeli kararını
yazmakla yükümlüdür. Gerekçeli kararla kısa karar arasında, bir uyuşmazlık
olmaması gerekmektedir. Diğer bir anlatımla kısa kararda yer alamayan bir hükme
gerekçeli kararda yer verilemez.
Kısa kararın tefhimi ile başlayan istinaf
süresinin işleyebilmesi için, kısa kararın HMK 297/1 maddesinin emrettiği tüm
koşulları içermesi gerekmektedir. Aksi takdirde süre tebliğ ile başlamak
zorundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder