17 Haziran 2011 Cuma

Baro İle İlgili Düşüncelerim

Av. Ender Dedeağaç

Bir müddettir, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile ilgilendiğimden ötürü, sizlerle paylaşmak istediğim halde, yazamadığım birkaç şeyi, bu yazıda dile getirmek istemekteyim.
Öncelikle belirtmek isterim ki, hukuk toplumsal sorunları çözmek için vardır. Bu nedenle her hangi bir toplumsal sorunla karşılaştığımızda, bu soruna ilişkin yasa maddelerini, özellikle olumsuz olanları, sayarak, olayı çözümsüz göstermek, kanımca doğru bir yaklaşım değildir. Doğru olan, sorunu çözmektir. Zaten ülkemiz de dahil pek çok ülkenin yazılı hukuk kuralları da bu gerçek üzerine kurulmuştur. Kuvvetler ayrılığı dediğimiz sistemin temel taşı olan ve kanımca gerçek iradeyi/toplumsal gücü içinde barındıran, yasama erkine tanınan yasa yapma - yasama yetkisinin, çözümü için yazılı hukukta kural bulunmaması koşulu ile somut uyuşmazlıkları çözmekle sınırlı da olsa, yargıya devredilmiş olması, hukukun çözüm üretmek için var olduğunun toplumsal olarak kabul edildiğinin bir kanıtıdır. Bu saptamanın bizleri şımartmaması için, hemen hatırlatmak isterim ki, gene toplumun sağlığı, güvenliği gibi koşullarla sınırlı olmak şartı ile böylesi bir yetki idareye de tanınmış ve uyulmasını sağlamak için cezai yaptırıma da bağlanmıştır. İdareye tanınmış olan bu yetkinin, hükümete diğer bir deyimle siyasi iktidara tanınmamış olması, kanımca irdelenmesi gereken bir konudur. Kimlerin dikkatini çekmiştir ya da çekecektir bilmiyorum, ancak, en azından şimdilik benim boyumu aşan bir konu olduğunu düşünmekteyim. Sadece, cevabını bilen varsa bana da öğretsin diye dile getirdim.
Hukukun çözüm üretmek için var olduğunu kabul etmenin yanı sıra, bu çözümün, en azından yaşanan zamanın gerçekleri ile bağdaşır, makul, toplumun yararına, çözümler olması gerektiğini de, kabul ettiğimi peşinen belirtmekte yarar görmekteyim.
Eğer hukuk çözüm üretmek için varsa, hukukçu, öncelikle kendi yaşamındaki sorunlarla ilgili olarak, çözüm üretmek zorundadır. Üstelik, bu hukukçuların bir kısmı, gerek fiziki gerekse mesleki yaşından ötürü, yada meslektaşlarının kendisine gerek formel gerekse enformel olarak yüklediği görevlerden ötürü, çözüm üretmek zorundadır, bu görevinden kaçınamaz. Her ne kadar, çulla çaputla, diğer deyimle, zarfla matlubu örtmeye çalışsam da fiziki yaşımı inkar etmem olanaksız olduğu gibi sizlerin defalarca bana yüklediği formel görevleri de unutmam mümkün değildir. Bu nedenle, beğenseniz de beğenmeseniz de, yıllardır, doğru bildiklerimi, mesleğin ve toplumun yararına olacağını düşündüklerimi bu yazıda sizlerle paylaşmaya çalıştım.
Ancak, çözüm üretememenin acısını, hatta var olan çözümü, tartışmadan ve/veya görmezden gelerek, ya da zaman zaman yeni gelin gibi tozu halının altına saklarcasına, meslektaşlardan ve de toplumdan saklamanın ayıbını yaşamaktan da sıkıldım. Hele hele ekonomik sıkıntılarla boğuşurken, şövalyelik yapmanın anlamsızlığını, kan kusarken, kızılcık şerbeti içtim, demek yanlışlığı ile örtmenin çare olmadığını gördükçe, gerek kendi adıma gerekse meslektaşlarım adına, üzüldüm.
Tüm bunlara rağmen biliyorum ki pek çoğunuz, bu mesleği en az benim kadar seviyorsunuz ve sorunlara çözüm üretebilmek için düşünüyorsunuz. Tek yapmadığınız, bunu dile getirmek ya da yazıya dökmektir. İşte bu nedenle ben, “imam verir talkımı kendi yutar salkımı” dedirtmemek için, aklımın erdiğince, mesleğin sorunu olarak gördüğüm hatta birkaç meslektaşım/değerli dostum tarafından da dile getirilen, bazı şeyleri, kendi penceremden değerlendirmek ve sizlerle paylaşmak istedim ve bu yazıyı sizlere sunmaya karar verdim.
Bana göre, gerek baroların gerekse barolar birliğinin hukukumuzda yer alan tüm tüzel kişilerden bir farkı yoktur. Bir tüzel kişi olarak, diğer tüzel kişilerin sahip olduğu haklara sahip ve onlar gibi yükümlülükleri bulunmaktadır. Elbette, baroların ve barolar birliğinin bir meslek örgütü olarak, toplumun gözünde ve yasalar önünde diğer tüzel kişilerden farklı daha doğrusu itibarlı bir yeri vardır. Ancak unutmamak gerekir ki, bir farklılığın/bir itibarın korunabilmesi için, aynen gerçek kişilerde olduğu gibi, yapılması gereken fedakarlıklar ve ödenmesi gereken bedeller bulunmaktadır.
Bu farklılıkların başında, bir avukatın, gerek mesleki bilgi gerekse genel kültür açısından donanımlı olması gerekmektedir. Bu ise ancak, kaliteli bir lisans öğretiminin üzerine inşa edilmiş kaliteli bir staj eğitimi ile gerçekleşebilir. Bu gün diğer meslek üyelerini yetiştiren lisans öğretim kurumlarında, uzman olmamamıza gerek olmaksızın gördüğümüz, yetersiz öğretim, ne yazık ki hukuk fakülteleri içinde geçerlidir. O halde bu ülke gerçeğini dikkate alarak, lisans öğretimi ile staj eğitimi arasındaki geçişi nasıl kuracağımızı düşünmemiz gerekmektedir. Bu düşünsel faaliyete, sorunları çözmeye yönelik tartışmaya, söz konusu öğrenim kurumlarının sorumluları ve geleceğini bu kararlara bağlayan öğrenciler de katılmalıdır. Çünkü bu gençler, meslektaşlarımız olacaktır. Onların iyi yetişmesinden onur duyacağımız gibi onların hatalarında ötürü utanç duyacağız. Ancak bu utancımız sadece kendi noksanlarımızdan kaynaklandığı takdirde bu utancı taşımaya hazırız. Yoksa vergilerimizle ya da öğrencilerin anne-baba ya da benzeri yakınlarının paralarıyla maaşlarını ödediğimiz akademisyenlerin hatalarından ötürü utanç taşımak istemiyoruz, en azından ben istemiyorum.
Lisans öğreniminden kaynaklanan utancı taşımak istemiyorum ama staj eğitiminden kaynaklanan utançtan kaçamayacağımı da iyi biliyorum. Tüm stajyerlerin eğitiminin özellikle kendi stajyerlerimin eğitiminin benim onurum olduğunun bilincindeyim. O halde, önce kimlerin ve nasıl bir staja tabi tutulması gerektiğini tartışmak ve sonucunda bir karar almak zorundayız. Üstelik bu kararın gerek ülke gerekse dünya gerçekleri ile bağdaşır olmasını sağlamak zorundayız. Bu yüzden de tartışmaya meslek üyesi olan bizlerle birlikte akademisyenlerin, gençlerin kısaca ilgisi olan tüm kesimlerin katılımını sağlamalıyız. Bu tartışma gerek toplumun gerekse meslek üyesi olarak bizlerin nasıl bir avukat profili oluşturmak istediğimizi saptamalı ve bunun gerekliği olan lisans öğrenimi ile staj eğitiminin çizgilerini çizmeliyiz. Bundan sonra kimleri staja kabul edeceğimizin ve onları nasıl eğiteceğimizin, bunun için önce kendimizi nasıl yetiştirmemizin gerektiğinin, kararını vermeliyiz. Bu tür çalışmaların daha önce de yapıldığını bilmekteyim. Ancak tüm canlılarda olduğu gibi toplumlarda her gün değişime uğradığı için yapılmış olan bu çalışmaları da değerlendirerek, günün gereklerine uygun karar almanın doğru olacağını düşünmekteyim.
Bu kararı aldıktan sonra, her şeyin çözüme kavuştuğunu düşünerek, işin peşini bırakmamak gerektiğini de hatırlatmak isterim. Çünkü benimde içlerinde yer aldığım sosyal demokratlar için, kural koyunca her şeyin halledildiğini düşünmek gibi bir yanlışımız olduğunu çok iyi bilmekteyim. Halbuki kural öncelikle, yeni durumun yaratılmasını isteyenler yani kuralı koyanlar tarafından saygı ile uygulanması, uygulamayanlar hakkında gereken yaptırımların yapılması için izlenmesi ve de her an güncellenmesinin sağlanması gereken bir toplumsal araçtır. Ancak bu şekilde kural koyanlar ya da konulması için çaba gösterenler amacına ulaşmış olacaktır. Buna karşılık, kural konulduktan sonra köşesine çekilenler, sadece kendisini tatmin etmiş olarak kalacaklardır.
Elbette güzele gitmek için yapılan bu öğretim ve eğitim çalışmalarının ölçümlenmesi gerekmektedir. Bu gün bunun bilinen tek yolu sınavdır. Sınavın eleştiriye açık pek çok yönü olmasına rağmen, vazgeçilmezliği inkar edilemez. Avukatlık stajında sınavın gerekliliğini anlatmak yerine Anayasa Mahkemesi’nin Avukatlık Kanununun sınava ilişkin maddesinin iptaline yönelik kararını okumanızı önermekteyim. (08.10.2010 tarihli Resmi Gazete) Hatta buna ek olarak Danıştay’ın mali müşavirlerin sınavları ile ilgili kararlarını da okursanız daha fazla bilgileneceğinizi düşünmekteyim. Gerek Anayasa Mahkemesi’nin gerekse Danıştay’ın kararlarında alıntı yapan “Avukatlık Sınavı” başlıklı yazımı bu blogda bulacağınızı da söylemek isterim.
Üstelik sınavsız bir eğitim, stajyere bir yükümlülük getirmediği için, eğitimin stajyere bir katkısı olduğunu da söylemek mümkün değil. Bir kısım, stajyer uzatmalı da olsa belirlenen sürenin sonunda kendisine bitirme belgesinin verileceğinden emin olduğu için gençliğin avantajlarından yararlanmayı stajla ilgilenmekten önce tutmaktadır Hatta bazı kararsızlara da kötü örnek olmaktadır.
Bir kısım stajyerler ise Marmaris Kurultayında olduğu gibi stajın öneminin bilincinde olup bunu dile getirmekte hatta yazılı hale dönüştürmektedir.
Staj sınavı ve staj uygulaması ile ilgili düşüncelerin karar altına alındığı tek yer Marmaris Kurultayı değildir. Bu konu 2011 yılından yapılan TBB Genel Kurulunda da karar halinde belirlenmiştir. Ancak yasa gereği yapılması zorunlu hale gelmiş olmasına rağmen uygulanmaz durumdadır. Yasa gereği zorunlu hale gelmiştir, çünkü Av. Kanununun 95. maddesi, genel kurul tarafından alınan kararların yönetim kurulunca yapılması zorunlu ödevleri oluşturduğunu hükme bağlamaktadır. Avukatlık Kanununda, genel kurulca alınan fakat yönetim kurulunca benimsenmeyen kararlara karşı ne yapılması gerektiği hükme bağlanmamıştır. Böylece bir hukuki boşluk yaratılmıştır. Yukarıda da belirttiğim gibi, hukukçunun, daha doğrusu yargı emekçisinin görevi, çözüm üretmek olduğuna göre, staj konusunda genel kurulun almış olduğu kararda, böylesi bir durum varsa, yani yönetim kurulunca benimsenmemiş ise, TBB nin yönetim kurulunun, katılmadığı bu genel kurul kararını uygulamak istemediğini açıkça dile getirmesi ve genel kurulun emrini uygulamamaktan ötürü doğacak sorumluluğunu ortadan kaldırmak için bir çözüm üretmesi gerekir. Eğer TBB yönetim kurulu bu konuda suskun kalıyorsa, hatta zaman zaman stajın sınava bağlanması konusunda görüş bildiriyorsa, bunun uygulanması için suskun kalmak ya da mazeret üretmek yerine çözüm üretmesi gerekir.
Bir an için, yönetim kurulunun genel kurulca alınan bu karara katılmadığını ancak yasada katılmadığı kararlara karşı ne yapılmasının belirtilmediğinden ötürü suskun kaldığını düşünebiliriz. Kanımca, eğer böylesi bir durum varsa önce bunu açık kalplilikle dile getirmelidir. Onun bu açık kalpliliği karşısında genel kurul, konuyu bir kez daha düşünür ve hatalı ise kararını geri alarak bir yanlıştan dönebilir. Yok, genel kurul kendisinin, doğru olduğunu düşünüyorsa bu kez yönetim kurulu, TTK da yer alan anonim şirketlerin yönetim kurulu üyelerine tanınan, yönetim kurulunun sorumluluğunu doğuracak olan, genel kurul kararlarının iptal hakkına benzer bir yol izleyebilir, hakimin MK 1 den yararlanarak çözüm üretmesini talep edebilir. Eğer bunlar yapılmıyorsa, TBB yönetim kuruluna düşen tek görev, genel kurulun kararını yerine getirmektir.
Kanımca, TBB yönetim kurulu bu konuda genel kurul kararının doğru olduğunu, kendisine bir sorumluluk yükleyecek kararlardan olmadığını düşünmektedir. Çünkü aynı konu, 2011’de Adana’da gerçekleştirilen genel kurulda da dile getirilmiş hatta bu konu ilk defa gerçekleştirilen sonuç bildirgesinde yer almış olmasına rağmen kararın yanlışlığı konusunda TBB yönetim kurulundan bir açıklama gelmemiştir. O halde bu durumda TBB yönetim kuruluna düşen tek görev genel kurulun emrini yerine getirmektir.
Peki, yönetim kurulunun böylesi bir emri yerine getirmemesinin sonuçları ne olur?
Hiç tereddüt etmeden söylemek isterim ki, böylesi bir durum söz konusu olursa, yönetim kurulunun genel kurul tarafından ibra edilmemesi gerekir. Elbette yönetim kurulunun ibra edilmemiş olmasını değişik yorumlamamak, kimsenin onuruyla oynamamak için, verilmeyen ibranın bir genel kurul emrini uygulamamakla sınırlı olduğunu da açıkça belirtmek gerektiğinin bilincindeyim.
Bu sonuca nasıl mı ulaştım?
Çünkü bana göre, tüm tüzel kişilerde, ibra, sadece hesaplarla sınırlı değildir. Yani, bir şirket yönetim kurulunun sadece para yemiş olup olmadığı incelenerek, onun ibra edilip edilmediğine karar verilmemektedir. İbra, o kurulun ya da kişinin faaliyetlerinin yasalara, ana sözleşmeye/tüzüğe, genel kurul emirlerine, uygun olup olmadığını eğer ticaret şirketi ise ekonominin kurallarına uygun karlılık sağlayıp sağlamadığını diğer anlatımla şirketin varlığını oluşturan amacı gerçekleştirip gerçekleştirmediğini de değerlendirdikten sonra verilmesi gereken bir karardır. Olaydaki haklılığımı kanıtlamak için, bir örnek vermek isterim, bir şirket düşünün, parası olmasına ve tüm yasal olanaklara sahip olmasına rağmen sadece yönetim kurulunun basiretsizliği ya da sorumluluktan kaçınması nedeniyle bir yıl boyunca hiçbir ticari faaliyette bulunmamıştır. Bu yönetim kurulu, hesap açısından ise kimsenin eleştiremeyeceği kadar sağlam bir hesap düzenine sahiptir. Şimdi size sormak isterim, bu yönetim kurulu ibra mı edilecektir? Eğer ibra edilecekse, bu tüzel kişiliği oluştururken yani şirketi kurarken, sahip olduğumuz kar etmek amacı ne olacak? Yönetim kurulu bu görevi üstlenmemiş mi olacak? Elbette böylesi bir davranış yani kanun, ana sözleşme ve genel kurul kararlarını yerine getirmeyen örneğimizde olduğu gibi basiretsizliği ya da tembelliği nedeniyle bizi kardan mahrum bırakan yönetim kurulunun sorumlu tutulabilmesi için yönetim kurulu ibra edilmeyecektir. Zaten TTK 369. maddesi de yönetim kurulunun ibrasının yapılmamasından evvel “yönetim kurulu faaliyet raporunun” okunmasını ve tartışılmasını şart koşmaktadır. Eğer yasa koyucu ibranın sadece hesaplara yönelik olması gerektiğini düşünseydi, yönetim kurulu faaliyet raporunun okunmasını yasa maddesi olarak belirlemezdi. Bu yapı sadece TTK’da yer almamaktadır. Bu yasal düzenleme, derneklerde, vakıflarda da yer almaktadır. Hatta Avukatlık kanunda da yer almaktadır. Av. Kanunu 81. ve 117. maddelerine göre ibradan önce yönetim kurulu faaliyet raporunun okunmasının nedeni budur.
Peki, bir tüzel kişinin yönetim organının ibra edilmemesinin pratik sonucu ne olacaktır?
Elbette öncelikle böylesi bir karar, yönetimin başarısızlığını dile getirecektir. Yani manevi bir yaptırım içerecektir.
Kanımca, bu manevi yaptırımın yani sıra maddi yaptırım da uygulamak mümkün olmalıdır. Her ne kadar sorumluluğun öncelikle eylemden daha doğrusu haksız eylemden kaynaklandığı kabul edilmekte ise de gerek kamu hukukunda gerekse özel hukukta eylemsizliğin de yaptırıma konu olduğu durumlar bulunmaktadır. Bunlardan biri ve belki de en klasiği kamu görevlileri için uygulanan görevi savsaklama suçu ve onun neden olduğu suça konu eylemden kaynaklanan haksız fiil tazminatıdır.
Elbette zaman zaman tazminatın hesaplanması mümkün olamamaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki yasa koyucu onun çözümünü BK 43. maddesinde hükme bağlamış ve böylesi bir durum söz konusu olursa hakimin hakkaniyet ilkelerini dikkate alarak tazminata hükmedebileceğini belirtmiştir.
Genel kurul ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen, stajda sınavı uygulamamak, kanımca, yönetim kurulunun genel kurula karşı sorumluluğunu doğurmaktadır. Anayasa Mahkemesi iptal kararı için ne düşündüğümü daha önce “Avukatlık Sınavı” adlı yazımda ve Sn. Av. Güneş Gürseler’in yeniyaklasimlar.orq sitesinde yer alan “İstanbul Ankara İzmir Baro Başkanları’na Açık Mektup” adlı yazısına gönderdiğim yorumda belli olduğu için burada bir kez daha yenilememekteyim. Anayasa Mahkemesi kararı ile ilgili düşüncelerimden ötürü de uygulanmamasının sorumluluk doğacağını düşünmekteyim.
Hemen yeri gelmiş iken belirtmek isterim ki yeni yaklaşımlara gönderilen yorumlardan birinde, bir avukat meslektaşım, stajyerlere bizim tarafımızdan / yani yanında staj yapılan kişi tarafından, ödenen ücretin asgari ücretten bile az olduğunu dile getirmiş ve bundan ötürü yakınmıştır. O değerli meslektaşıma, yasa gereği stajda ücret alınmayacağını hatırlatmak isterim. Ancak, bundan ötürü, üzülmemesi gerektiğini de söylemek isterim, çünkü benim bildiğim ya da hatırladığım kadarıyla barolarımızdan biri ücretli stajyer arayanlar için liste bile oluşturmuştu. Kısaca baro hata yaptığına göre bizlerin hata yapmasını hoş karşılamalıyız.
Peki, delege yolu ile toplanan genel kurullarda, delegeler, kanun, esas sözleşme ve genel kurul emirlerine aykırı olan yönetim kurulu faaliyetlerini onaylar ve yönetimi ibra ederlerse ne olur?
Elbette onlarda sorumlu olurlar. Hiç şüphesiz bu sorumluluğun ilk ayağı, manevidir. Bu manevi sorumluluktan ötürü, kendilerine temsil görevi vermiş olan meslektaşlarına karşı başarısızlığın utancını yaşarlar. Delege de yönetim kurulu üyeleri gibi temsilcidir. Bu nedenle, temsil ettiği kişilerin çıkarlarını korumanın yanı sıra yasaların, esas sözleşmenin ve genel kurul emirlerinin uygulanıp uygulanmadığını kontrolle görevlidir. Üstelik kontrol görevinin takdire giren bir tarafı yoktur. Bunu yapmamak tartışmasız, sorumluluk doğurur.
Peki delegeler için maddi sorumluluk var mıdır? Ütopik de gözükse vardır. Temsil edilenin emirlerini oluşturan yasaya ve esas sözleşmeye uygunluk yerine getirilmeyerek, ihmalden kaynaklanan, bir haksız fiil sorumluluğu doğmuştur. Kanıtlandığı ve hesaplandığı ölçüde ya da hakkaniyete uygun olarak hükmedilebilecekse, tazminata konu olmalıdır.
Kısaca artık dilimize yapışmış olan “icrai sorumluluk vardır, ihmali sorumluluk yoktur.” Mantığından kurtulmamız gerekmektedir.
Peki, yasalara ve genel kurul kararlarına aykırı davranan yönetim kurulu için başka bir yaptırım uygulanabilir mi?
Eğer TTK da olduğu gibi yönetimin azline ilişkin hüküm yasada yer alıyorsa tartışmasız bu hükümden yararlanılabilinir.
Peki yer almıyorsa ne olacaktır? İşte yazının başında da belirttiğimiz gibi, elimizdeki olanaklarla yani yasaların yorumu ile ilmi ve kazai içtihatlarla konuya çözüm aramamız ve bulmamız gerekmektedir. (Yargıtay HGK 25.02.2004 gün 2004/10-109 E ve 2004/115 K sayılı kararı)
Bu durumda, temsilciler için hangi yasa maddeleri ile düzenleme getirildiğine bakmakta yarar bulunmaktadır. Böylesi bir araştırma yaptığımızda bu konuya, Borçlar Kanununun vekalet akdine ilişkin hükümlerinin uygulanması gerektiğini düşünmekteyim. Çünkü vekalet akdi özünde temsilin bir başka halini daha doğrusu genel halini düzenlemektedir. Hem de BK 386. maddesine göre hakkında hüküm bulunmayan konularda vekalet akdinin hükümlerinden yararlanmamız gerekmektedir.
O halde, vekalet akdini düzenleyen BK 386 vd. maddeleri gereği, vekil eden her zaman vekili azledebildiğine göre genel kurul da gündem de yer alsın yada almasın her zaman yönetim kurulunu azledebilmelidir. Zaten, gündemde yer almasını beklemek hayalcilik olur, çünkü kimse “beni azleder misin” demez. Ayrıca belirtmek isterim ki ilmi ve kazai içtihatlarda azlin görüşülmesinin, gündeme bağlılık ilkesini bozmayacağı, kabul gören bir görüştür. Hatta azilden sonra gündemde bulunmasa bile seçim yapılmalıdır görüşünde olanlar bile bulunmaktadır.
O halde yasaları ve genel kurul kararlarını uygulamayan gerek barolar gerekse barolar birliği için böylesi bir sorumluluk yoluna da gidilebilinir.
Elbette, sen delege olarak üzerine düşeni yaptın mı? Vicdanın rahat mı? Diye soracaksınız.
Ben kendime düşen görevi yaptığıma inanıyorum. Herkesin diline düştüğü gibi, stajla ilgili olarak genel kurul emirlerine uyulmamasından ötürü, yönetimin sorumlu olduğunu kendi delegasyonumun toplantısında dile getirdim. Yönetsel sorumlulukla sınırlı kalarak, ibra verilemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Anlatamadım. Tek başıma karşı çıkmaya karar verdim. Ancak, bazı baro başkanlarının da staj konusunda çözüm aramak için TBB yönetiminden talepleri olduğunu öğrendiğimde, suskun kalarak bu baro başkanlarını desteklemenin doğru olacağını düşündüm. Bu düşüncemde, size yukarıda sunduğum, ancak daha önce delege arkadaşlarımın çoğunluğu tarafından kabul görmeyen, hukuksal düşüncelerimde yanılabileceğimi, benim yanılgılarımla, olumlu sonuç alınmasını önleyecek bir davranışta bulunarak mesleğe zarar vereceğimi dikkate aldım. Benim üzerine eğildiğim konu, sonuç bildirgesinde yer aldığı içinde size olan temsil görevi mi yerine getirdiğimi düşünüyorum. Ayrıca bu konunun takipçisi olacağımdan ötürü, içim rahat.
Bu arada belirtmek isterim ki, bazı meslektaşlarım, aidatların genel kurul kararlarına aykırı olduğunu dile getirmektedirler. Bazı meslektaşlarım ise baro kart uygulamasının yasalara uygun olmadığını dile getirmektedirler. Bildiğim kadarıyla, aidatlar daha önceki dönemlerde daha yüksekti, bu genel kurulda indirildi. Eğer aidatların yasalara aykırılığı varsa, geçmiş dönemleri de kapsayacak şekilde bir sorumluluk vardır, bu sorumluluk genel kurulda kabul oyu veren ya da genel kurula gelmek yerine pikniğe giden hepimizindir. Baro karttaki sorumluluk da hepimizindir. Bir meslektaşım bu konuda dava açmıştır. Ancak davaya katılmayı bırakın, izlemeye giden kişi sayısı bile bir elin parmakları ile sınırlıdır.
Bana göre aidatlara ya da baro karta ilişkin açıklanan düşünceler, doğru ya da yanlış olabilir. Ancak tartışılması zorunludur. Hem de tartışma ile kavga etmeyi birbirine karıştırmadan tartışılmalıdır. Üstelik tartışma birbirimizi kırmaya neden olmamalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder