26 Nisan 2011 Salı

6100 SAYILI HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNUNA GÖRE HÜKÜM

Av. Ender Dedeağaç

Bize göre, muhakemenin sonunda tarafların iddia ve savunmalarının değerlendirilerek uyuşmazlığa son vermek üzere, hakim tarafından varılan “nihai karara” yani sonuca hüküm denmektedir. Hüküm esasa ve usule ilişkin olabilir. Bazen hakim hükmünü vermeden önce taraflar kendilerince gerçekleştirilen bazı işlemlerden ötürü de yargılamaya son vererek uyuşmazlığı çözebilmektedir. Bunlara HMK’ya göre “davaya son veren taraf işlemleri” denmektedir. İşte bu konu HMK’nın 294 vd. maddelerinde incelenmektedir.

HMK’nın 294/2 maddesine göre, hüküm yargılamanın sona erdiği duruşmada tefhim olunur. Hüküm HMK 294/3 maddesine göre iki kısımdan oluşur. Bunlardan biri hüküm kısmı diğeri ise sonuç kısmıdır. HMK’nın 294/2 maddesine göre, kural olarak hüküm yargılamanın sona erdiği oturumda verilir ve tefhim olunur. Tefhimin hem hükmü hem de sonuç kısmını içermesi gerekir. Eğer, hüküm kısmı zorunlu nedenlerden ötürü tefhim edilemiyorsa, sonuç kısmı HMK 294/3 maddesi gereği mutlaka duruşma tutanağına yazılmalıdır ve HMK 294/4 maddesi gereği duruşmayı takip eden bir aylık süre içinde gerekçeli karar yazılmalıdır.

Bu hükümler öncelikle esasa ilişkin kararlar için geçerlidir. Ancak, niteliğine aykırı düşmediği müddetçe, bu hükümler, usule ilişkin kararlar için de uygulanır.

Hükmün tebliği aşamasında salonda bulunanların hepsi, hükmü ayakta dinler. Kanımca bu “hepsi” sözcüğünün içine, duruşmada görev alan savcı varsa o da dahildir.

HMK 294/2, 295/2 ve 295/3 maddelerini birlikte değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. Böylesi bir değerlendirme yapıldığında, hükmün hazırlanmasından önce tarafların sözlü açıklamalarını tamamlamaları ve hükmü verecek olan hakim yada hakimlerin bu sözlü açıklamaları mutlaka dinlemiş olmaları gerekmektedir. Çünkü HMK 295/2 maddesine göre, hüküm vermek ya da heyetli mahkemelerde hükme katılabilmek için mutlaka yargılamanın sona erdiğinin bildirildiği duruşmada hazır bulunmak ve 295/3 e göre tarafların sözlü açıklamalarını dinlemiş olmak gerekir. Bu husus HMUK 384. Maddesinde de belirtilmiştir. Hatta kanımıza göre daha güçlü bir şekilde ifade edilmiştir. HMUK madde 377’ye baktığımızda sözlü yargılamaya ilişkin temel hükmün bu madde içersinde yer aldığını görmekteyiz. Bu konuda Yargıtay içtihatlarını taradığımızda bulduğumuz 9.12.1931 gün E1931/21 K1931/47 sayılı YİBGK kararına baktığımızda; gıyapta yargılamanın yürürlükte olduğu dönemde bile taraflardan birine tahkikat aşamasında duruşmaların yokluğunda yürümesine ilişkin karar verilmiş olması halinde dahi, sözlü savunmanın geldiği aşamada, bu gıyap kararının bir anlam ifade etmeyeceği, tarafın yeniden davetinin zorunlu olduğu, tarafa sözlü savunma hakkının verilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır. Aynı nitelikte bir karar ise HGK’nın 20.09.1995 gün 1995/2-551 E ve 1995/747 K sayılı kararıdır. Bu kararda da tahkikat aşamasındaki gıyabın hüküm aşamasındaki sözlü yargılamayı kapsamayacağı; bu nedenle sözlü yargılama için de tarafın davetinin gerektiği vurgulanmış, ancak; eğer çıkartılan davetiyede tebligat yasasının 9. maddesindeki hususları ihtiva etmesi ve “belli edilen günde mahkemede hazır bulunmadıkları takdirde tahkikata yoklukta devam edileceği ve hüküm verileceği” meşruhatı / açıklaması konmuş ise duruşmaları takip etmeyen tarafa yeniden davetiye çıkartılmayacağı hüküm altına alınmıştır. Kanımızca YİBGK’nın kararında HUMK 377. maddeye verilen önem ve hassasiyet YHGK kararında yoktur. Üstelik uyulması zorunlu olan YİBGK kararına YHGK kararında uyulmamıştır. HGK kararı daha çok yargılamanın bir an evvel sonuca gitmesini dikkate almış, zaten sözlü savunmanın yerel mahkemelerce hiç uygulanmadığını, tarafların ve özellikle avukatların buna karşı gelmediklerini de görerek kendince bir çözüme ulaşmıştır. Bundan böyle yasanın tanıdığı bir hakkı kullanma ve yargılamayı yasaya uygun hale getirirken avukatlık mesleğini aktifleştirmenin bizlere düşen bir görev olduğunu düşünüyor ve uygulamanın bu şekilde geliştirilmesini öneriyoruz. (Bu konuda daha önce yazdığım ve inisiyatif.net ile enderdedeagac.blogspot.com da yayınlanan “HUMK’ya Göre Yazılı Yargılama ve Yanlışlarımız” başlıklı yazının okunmasını da önermekteyim)

Görüldüğü gibi, HUMK döneminde gerek tarafların gerekse hakimlerin sık sık kullandığı, “burada yazılı yargılama geçerlidir.” Beyanı yasa ile bağdaşmayan hatta emredici nitelikte olan usul hükümlerine aykırı bir beyandır. Dilerim bundan böyle, zamanım yok mazeretine sığınılmadan, bu kural uygulanır. Üstelik uygulanması, yargının yasamaya olan saygısını gösterir. Eğer siz başkalarına yeterince saygı göstermiyorsanız onlardan da saygı beklemeye hakkınız yoktur. Günlük hayata ilişkin bu kural bana göre kuvvetler ayrımı ilkesinin temelinde de yer almaktadır. Üstelik, yazılı yapılan açıklamaların yanı sıra yapılacak olan sözlü açıklamalar, hem açıklamayı yapanların anlatımını hem de ilk ve vazgeçilmez görev olarak tarafları anlamak görevini yüklenmiş olan hakimin daha iyi anlamasını ve çözümün daha hukuka uygun ve daha adil olmasını sağlayacaktır. Ayrıca eğer yasama bunu böyle istiyorsa ve usul uyulması zorunlu kamu kuralları ise zaman problemi hakimin değil yasamanın ve yürütmenin problemidir.

Hükmün hazırlanması gizli olarak yapılır. Hazırlanmış olan hüküm alenen tefhim edilir. (HMK 295/1) Eğer toplu mahkemeler söz konusu ise, HMK 296/1 hükmü gereği hükmün verilmesine ilişkin toplantıyı mahkeme başkanı yürütür ve oylama en kıdemsiz üyeden başlanarak yapılır. HMK 296/2 hükmü gereği ise kararın oy çokluğu ile verilmesi mümkündür. Eğer oy çokluğu ile alınmış bir karar söz konusu ise, HMK 298/3 maddesi gereği karşı oyun açıklanması içinde gereken olanak tanınmalıdır. Gerekçeli karar, hükmü veren hakim tarafından yazılır eğer hüküm toplu mahkemede verilmiş ise, hüküm, hükme katılmış olmak şartı ile başkan yada başkanın görevlendireceği bir üye tarafından yazılır (HMK 298/1)

Gerekçeli kararın, tefhim edilen hükme aykırı olmaması gerekir (HMK 298/2)
Hükmün içeriğinin neleri ihtiva etmesi gerektiği, HMK’nın 297/1 ve 297/2 de belirtilmiştir. HMUK 388,389 ve 390 maddelerinin tekrarı niteliğinde olan bu maddenin birinci fıkrasının birinci cümlesi yenidir. Söz konusu cümleye göre, hükmün başına “Türk Milleti Adına” ifadesi yazılmalıdır. Bu açıklama, kanımızca, kuvvetler ayrımının, yasama organı tarafından bir kez daha belirtilmesidir. O halde, yargının vazgeçilmez güç olduğunu, devlete ait güçleri paylaştığını dile getiren ve gerçek egemenliği elinde bulunduran yasama organının bu beyanına sahip çıkıp, yargıya herkesten çok saygı göstermeliyiz.

Söz konusu madde hükümde yer alması gereken unsurları tek tek saydığı ve çok önemli olduğu için, aynen alınmıştır.

Hükmün kapsamı
MADDE 297- (1) Hüküm “Türk Milleti Adına” verilir ve bu ibareden sonra aşağıdaki hususları kapsar:
a) Hükmü veren mahkeme ile hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin ad ve soyadları ile sicil numaraları, mahkeme çeşitli sıfatlarla görev yapıyorsa hükmün hangi sıfatla verildiğini.
b) Tarafların ve davaya katılanların kimlikleri ile Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, varsa kanuni temsilci ve vekillerinin ad ve soyadları ile adreslerini.
c) Tarafların iddia ve savunmalarının özetini, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesini, sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebepleri.
ç) Hüküm sonucu, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini.
d) Hükmün verildiği tarih ve hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin imzalarını.
e) Gerekçeli kararın yazıldığı tarihi.
(2) Hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir.

HMUK da yer alan 388 ve 389 maddeleri ile HMK’nın 297 maddesini karşılaştırdığımızda, daha doğrusu madde gerekçesine baktığımızda, Türk Milleti Adına karar verildiğinin belirtilmesi ve TC kimlik numarasının yazılması şartı dışında bir yenilik taşımadığını görmekteyiz.

Hükmün imzalanması ve imzalı metnin mahkeme arşivinde saklanması yasanın emridir. HMK 297/ 1.d, 298/4 ve 300 maddeleri ayrı ayrı bu hususu belirtmektedir. Bu maddelere göre, hükmü veren hakimler ve bu aşamada hazır bulunan zabıt katibi hükmü imzalar. Gerekçeli kararın yazılmasından sonra hakimin imzalamasına ölüm yada benzeri bir neden engel oluyorsa HMK 299/1 maddesine göre eğer olay tek hakimli bir mahkemede meydana gelmiş ise yeni hakim tefhim edilen hükme sadık kalarak yeni bir gerekçeli karar hazırlar ve imzalar eğer olay toplu mahkemede meydana gelmiş ise geriye kalanlar gerekçeli kararı imzalar ve noksan imzanın nedenini gerekçeli kararın imza bölümünde açıklarlar.

Hüküm yazıldıktan ve imza işlemleri tamamlandıktan sonra birer örneği taraflara verilir. Taraflara verilen bu örneğe ilam adı verilir. Eğer örnekler arasında bir fark varsa, Mahkeme de saklanan örnek asıl alınır. (HMK 301)

HMK’nın 302 maddesi HUMK’daki karşılığı olan 433/3 den farklı olarak kaleme alınmıştır. HMK kaleme alınırken, harçlar kanununda yapılan değişikliğe rağmen, bakiye harcın ödenmemesi halinin kararın tebliğe çıkmasına ve icraya konmasına engel olamayacağı açıkça belirtilmiştir. (Uyuşmazlığın bulunduğu dönemle ilgili olarak “Harçlar Kanununun 28. ve 32. Maddeleri Hakkındaki Anayasa Mahkemesi Kararı ve Uygulama” adlı yazım incelenebilir)

HMK’nın 303. maddesi HMK Tasarısının 307. ve HMUK 237. maddesinin karşılığıdır. Ancak bazı yenilikleri ve daha geniş bir açıklamayı içermektedir. Bu nedenle gerek madde metni gerekse madde gerekçesi aynen aşağıda bilgilerinize sunulmuştur.

HMK MADDE 303 - (1) Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.
(2) Bir hüküm, davada veya karşılık davada ileri sürülen taleplerden, sadece hükme bağlanmış olanlar hakkında kesin hüküm teşkil eder.
(3) Kesin hüküm, tarafların küllî halefleri hakkında da geçerlidir.
(4) Bir dava dolayısıyla ortaya çıkan kesin hüküm, o hükmün kesinleşmesinden sonra dava konusu şeyin mülkiyetini tarafların birisinden devralan yahut dava konusu şey üzerinde sınırlı bir ayni hak veya fer’î zilyetlik kazanan kişiler hakkında da geçerlidir. Ancak, Türk Medenî Kanununun iyiniyetle mal edinmeye ait hükümleri saklıdır.
(5) Müteselsil borçlulardan biri veya birkaçı ile alacaklı arasında yahut müteselsil alacaklılardan biri veya birkaçı ile borçlu arasında oluşan kesin hüküm, diğerleri hakkında geçerli değildir.


HMKT 307. Madde Gerekçesi

Bu maddede kesin hüküm, kesin hükmün unsurları ile tarafları ve üçüncü
kişiler açısından sonuçlan düzenlenmiştir. Kesin hükmün, bir baloma, davayı etkileyecek nitelikte
kesin bir delil teşkil etmesi yönünden deliller bölümünde ele alınması gerekeceği düşünülebilir.
1086 sayılı Kanunda bu madde, deliller faslında yer almış bulunmaktadır. Ancak müessesenin asıl
özelliği, hüküm olma niteliğinden ileri gelmektedir. Hükümden sonraki bir safhayı ifade etmesi ve
verilecek diğer hükümleri de etkileyecek kuvvette olması bakımından, yakın ve hatta doğrudan
doğruya ilgisi sebebiyle bu maddeye "Hüküm" bölümünde yer verilmesi daha uygun
bulunmuştur.
Maddenin birinci fıkrasında kesin hükmün "şeklî anlamda kesin hüküm" ve "maddî
anlamda kesin hüküm" ayrımı vurgulanarak, kesin hüküm tarif edilmektedir. Bu tarif, maddî
anlamda kesin hükmü kapsamaktadır. Bir hükmün maddî anlamda kesin hüküm hâline
gelebilmesi için öncelikle o hükmün şeklî anlamda kesinleşmiş olması gerekir. Başka bir deyişle,
şeklî anlamda kesin hüküm, maddî anlamda kesin hükmün bir Ön koşuludur. Bu bağlamda, bir
dava bakımından, diğer bir dava sonunda verilmiş ve usulen kesinleşmiş hükmün, kesin hüküm
sayılabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin (vakıaların) ve ilk davanın
hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.
Bir hüküm, dava veya karşılık dava ile ileri sürülen taleplerden, ancak hükme bağlanmış
olanlar hakkında kesin hüküm teşkil eder. Bu bakımdan talep sonuçlarından bir kısmı, maddedeki
açıklığa rağmen, hüküm dışı bırakılmış ise olumlu veya olumsuz şekilde hükme bağlanmamış
olan o konu hakkında, ayrıca dava açılması mümkün olacaktır. O hâlde kesin hükmün, sadece
çekişmeli yargıya ait işlerde söz konusu olacağını ve kesinlik kavramının hüküm sonucu ile sınırlı
olduğunu vurgulamakla yarar vardır. 1086 sayılı Kanunun "Kaziyei muhkeme, ancak mevzuunu
teşkil eden husus hakkında muteberdir." hükmü, ikinci fıkrada daha açık ifade edilmiştir. Örneğin,
sadece dava şartlarının bulunmaması sebebiyle verilmiş ve kesinleşmiş olan hükmün daha sonra
açılan davada esas bakımından kesin hüküm teşkil etmeyeceği daha açık düzenlenmiştir.
Üçüncü fıkraya göre, kesin hüküm davanın taraflarından başka onların külli halelleri
(örneğin; mirasçılar) bakımından da geçerlidir.
Bundan başka kesin hüküm, o hükmün kesinleşmesinden sonra dava konusu olan şeyi
taraflardan devralan veya bu şey üzerinde rehin, İntifa gibi sınırlı bir aynî hak ya da fer'î zilyetlik
kazanan kişiler hakkında da geçerlidir. Şu kadar ki, Türk Medenî Kanununun iyiniyetle mal
edinme hükümleri bu hâlde saklıdır.
Beşinci fıkra hükmü, kesin hükmün üçüncü kişilere tesirinin sınırlarını belirleme ve bu
konuda hasıl olabilecek tereddüdü ortadan kaldırma amacını taşımaktadır. Müteselsil borçlulardan bir veya birkaçı ile alacaklı arasında yahut müteselsil alacaklılardan biri veya birkaçı ile borçlu arasında oluşan kesin hükmün diğerlerine etkisi olmayacaktır.


Hükümle ilgili açıklamalar yaparken, HMK’nın 304, 305 ve 306. maddelerinde düzenlenen, “hükmün tashihi” ve “hükmün tavzihi” konularını da dikkate almak gerekmektedir. Bu kurumlar HUMK 459, 455, 456 ve 457. maddelerinde de düzenlenmişlerdi. Bu kez temel yapısı aynı kalmakla birlikte küçük bazı değişikliklerle HMK da yer almışlardır. Her iki kurum da, mahkemenin, karar vererek, davadan elini çektiği aşamada doğan sorunları ortadan kaldırmaya yöneliktir.

HMK 304/1 de yer alan “hükmün tashihi”ni incelediğimizde, hükmün tashihi yoluna gidilebilmesi için, hükümde “yazı ve hesap hataları” ile “benzeri açık hatalar”ın yer alması gerekmektedir. Eğer böylesi hatalar söz konusu ise, tarafların başvurusu ile ya da hakim resen bu hataların ortadan kaldırılması için yasanın emrettiklerini gerçekleştirir.

Eğer, hüküm taraflara tebliğ edilmemiş ise, hakim, resen yada taraf başvurusu ile bu hatayı giderir ve HMK 304/2 maddesi gereği, yapılan düzeltmeyi, gerek mahkemede saklanan gerekse taraflara verilen örneklerin altına yada ek olarak bir başka kağıda yazar.

Eğer hüküm taraflara tebliğ edilmiş ise, hakim hükmün tashihi için, tarafları dinlemek için çağırmak zorundadır. HMK 304/1 maddesine göre bu çağırma işlemi gerçekleştirilmeden, hükmün tashihine ilişkin karar verilemez. Ancak, tarafların yapılan davete rağmen gelmemesi halinde, hakim dosya üzerinden karar verebilir. Madde gerekçesine göre, HMK 304 maddesinin HMUK 459 maddesinden ayrılan en önemli özelliği, hükmün taraflara tebliğinden sonra oluşan, tashih istemlerinde, tashih yapılması halinde, tarafların elindeki örneklerle mahkemede saklanan asıl arasında fark doğmasını önlemektir. Kanımca, her iki tarafın gelip, yapılan tashihi kendi örneklerine işlettiklerinde amaca ulaşılmış olacaktır. Ancak, taraflardan biri özellikle karar düzeltmenin kendi zararına olduğunu düşünen taraf gelmez ya da yapılan tashihi kendi örneğine işletmez ise, ne olacaktır? Kanımızca, böylesi bir durumun varlığı halinde, diğer taraf, icra aşamasında, düzeltilmiş örneği, icra yetkililerine sunarak doğrunun uygulanmasını sağlayabilir.

HMK 305 ve 306 maddelerinde düzenlenen karar tavzihi daha önce HMUK 456 vd maddelerinde düzenlenmiştir. Hükmün tavzihinin istenebilmesi için verilen hükmün;
- Yeterince açık olmaması
- İcra işlemleri sırasında uygulanması açısından tereddüt uyandırıyor olması
- Hükmün içinde bir birine aykırı fıkralar bulunması
gerekmektedir. Eğer böylesi bir hal söz konusu ise, taraflardan her biri hükmün tavzihini isteyebilir. HMK 305/1 maddesi, hükmün tashihini düzenleyen HMK 304/1 maddesinden ayrılmış ve HUMK’da da olduğu gibi tavzihin sadece taraflarca istenebileceğini bu konuda hakimin resen hareket etmek yetkisinin olmadığını hükme bağlamıştır.

HMK 305/1 maddesine baktığımızda, hükmün tavzihinin ancak, hükmün “icrası tamamlanıncaya kadar” istenebileceğinin hükme bağlandığını görmekteyiz. Eda davalarında, hükmün icrasının gerçekleşip gerçekleşmediğini saptamak kolaydır. Ancak, tespit ya da inşai bir davada bunu saptamak kolay olmayabilir. İşte bu konu madde gerekçesinde açıklığa kavuşturulmuştur. Madde gerekçesine göre, diğer dava türlerinde, hükmün uygulanması söz konusu olduğu müddetçe hükmün tavzihi istenebilecektir.

HMK 306/1 hükmüne göre, tavzih isteminde bulunan taraf, mahkemeye dilekçe ile başvurur. Başvuran taraf, bu başvurusunda taraf sayısından bir fazla dilekçe sunar. Tavzih isteyenin başvuru dilekçesinin örnekleri, karşı tarafa tebliğ edilir. Bu tebliğ işleminde, hakim cevap süresini de belirtir. Görüldüğü gibi yasa koyucu burada HMK 127 maddesinde belirtilen, iki haftalık, cevap süresinden ayrılmış ve süreyi kendisi belirlemek yerine hakimin takdirine bırakmıştır. Eğer karşı taraf bir cevap vermiş ise bu cevap dilekçesi tavzih isteyen tarafa tebliğ olunur. HMK 306/1 maddesine göre, tavzih isteyenin, kendisine cevap dilekçesinin tebliğinden sonra yapacak herhangi bir işlemi yoktur. Cevap dilekçesi kendisine bilgi olarak gönderilmektedir.

Hakim cevap verildikten yada cevap için verilen süre geçtikten sonra, kararını dosya üzerinden verir. Ancak gerek görürse tarafları dinleyebilir.

HMK 305/2 maddesi hükmüne göre “Hüküm fıkrasında taraflara tanınan haklar ve yüklenen borçlar, tavzih yolu ile sınırlandırılamaz, genişletilemez ve değiştirilemez.”


DAVAYI SONA ERDİREN TARAF İŞLEMLERİ

Hüküm, yargılamanın tüm aşamaları bittikten sonra, hakim tarafından uyuşmazlığı sonlandırmak için, taraflara haklar ve borçlar yükleyen bir karardır. Verilen bu karar davayı sona erdirir. Buna karşılık, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebilecekleri, kamu düzenini ilgilendirmeyen, hukuki uyuşmazlıklarda, taraflar hükmü beklemeksizin de uyuşmazlığa son verebilirler. İşte bu aşamada, uyuşmazlığı sona erdiren, bu işlemlerin neler olduğunu, HMK’nın 307 vd maddelerinden yararlanarak incelemeye çalışacağız.

Davayı sona erdiren taraf işlemleri, feragat, kabul ve sulh olmak üzere, üç adettir. HMK 307/1 maddesi feragati ve 308/1 maddesi kabulü tanımlamış, HMK 309, 310, 311 ve 312. maddeleri ise feragat ile kabule ilişkin ortak hükümleri belirtmiştir.

HUMK 91. maddede düzenlenen feragat, HMK 307. vd maddelerinde genişletilerek düzenlenmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki feragat ancak tarafların serbestçe tasarrufta bulunabilecekleri davalar için geçerlidir. Yasa koyucu, HMK’daki düzenlemeleri yaparken HUMK’dan farklı olarak kısmi feragati de hükme bağlamış ve HMK 307/1 de ki tanımı bu farklılığı da içerecek şekilde gerçekleştirmiştir. HMK 307/1 maddesine göre, “Feragat davacının talep sonucundan kısmen ya da tamamen vazgeçmesidir.”

Davayı kabul de davadan feragatte olduğu gibi tarafların serbestçe tasarruf edebilecekleri davalar için geçerlidir. Bu husus, feragatin aksine, kabul için, HMK 308/2 de açıkça hükme bağlanmıştır. Halbuki feragatte bu hususu hükümet gerekçesinde yer alan açıklamalardan anlamaktayız. HMK 308/1 de yer alan tanıma göre “Kabul, davacının talep sonucuna, davalının kısmen ya da tamamen muvafakat etmesidir.” Kanımızca, burada “muvafakat etmek” yerine “kabul etmek” sözcükleri kullanılsa idi, günümüz Türkçesine ve maddenin anlamına daha uygun olurdu.

Görüldüğü gibi, HMK kabulü düzenlerken de HUMK’dan ayrılmış ve HUMK 92. maddesinde olmamasına rağmen uygulanan kısmi kabulü de yasa hükmü haline getirmiştir.

HMK 309. maddesine göre, feragat ve kabul, ister dava konusunun bir kısmı isterse tamamı için gerçekleştirilsin, açıkça belirtilmeli ayrıca kayıtsız ve şartsız olmalıdır. Feragat ya da kabul beyanı, dilekçe ile yapılabileceği gibi duruşmada sözlü olarak da gerçekleştirilebilinir. Eğer sözlü yapılmış ise duruşma tutanağına yazılması gerekmektedir. Günümüzde uygulandığı gibi tarafların imzalarının alınıp alınmayacağı konusunda HMK’da bir açıklık bulunmamaktadır. Ancak davaya son veren taraf işlemi olması nedeniyle uygulamanın aynen devam etmesi ve beyan sahibi tarafından imzalanması gerektiğini düşünmekteyiz.

HMK 310/1 m. göre, feragat ve kabul işlemleri hüküm kesinleşinceye kadar her zaman yapılabilir ve HMK 309/2 maddesine göre karşı tarafın kabulüne bağlı olmayan bu işlem, taraf iradesine bağlı konularda, kesin hüküm gibi sonuç doğurur.

Feragat ve kabul kesin hüküm gibi sonuç doğuracağı için, taraf, ancak HMK 311/1 maddesinin son cümlesinde belirtildiği gibi, irade bozukluğu hallerinde, feragat ve kabulün iptalini isteyebilir. Bunun dışında, kesin hüküm olarak yerine getirilmesi gerekmektedir.

Sulh ise HMK 313 vd. maddelerinde düzenlenen bir hukuksal kurumdur. Sulh, aslında tüm ADR yöntemlerinin yani uyuşmazlıkların uzlaşarak/anlaşarak çözüme kavuşturulması yöntemlerinin temelidir. Sulh dışında verilen tüm isimler, sulhun alt sınıflarını belirlemek için oluşturulmuştur. Sulhun, ABD kaynaklı bir hukuksal kurum olduğu kanısını uyandıracak anlatımlar günümüzde yaygın olmasına rağmen sulh yüz yıllardır tüm kültürlerde uygulanan bir yöntemdir. Türk Hukuk sisteminde de sulh kurulduğu günden bu yana vardır ve Osmanlı Hukuk sisteminde de uygulanmıştır. Gerek ilmi gerekse kazai içtihatlara göre sulh, davada kabul ve feragatin birlikte uygulanmasıdır. Günümüzdeki ifadesi ile “kazan-kazan” formülünün uygulanmasıdır. ( Sulh ile ilgili olarak “Yeni (6100 sayılı) Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda Sulh” adlı yazıma bakabilirsiniz)

Sulh HMK 313. Maddesini madde gerekçesi ile birlikte değerlendirdiğimizde, HMK’nın sadece mahkeme içi sulhu düzenlediğini mahkeme dışı sulhu bir borçlar kanununa tabi maddi hukuku işlemi olarak değerlendirdiğini görmekteyiz.

HMK 313 maddesine göre, sulh, mahkeme huzurunda yapılan bir sözleşmedir. Taraflar, bu sözleşme ile görülmekte olan ve tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebilecekleri bir davada, davayı kısmen ya da tamamen sona erdirmeyi amaçlarlar. Taraflar bu amaçları doğrultusunda, hazırladıkları sulh sözleşmesini HMK 315/1 maddesi doğrultusunda, mahkemeye sunarlar. HUMK uygulamasında tarafların mutlaka yazılı bir sözleşme sunmalarının yanı sıra iradelerini duruşma tutanağına da yazdırmaları sulhun doğumu için yeterli olmaktaydı. Kanımızca bu uygulama aynen devam edecektir. Mahkemeye sunulan bu sözleşme doğrultusunda, mahkeme tarafların iradelerini dikkate alarak iki tür karar verebilir. Bu husus HMK 315/1 maddesinde düzenlenmiştir. Bunlardan biri, “sulh nedeniyle karar vermeye gerek olmadığına ilişkin” karardır. Diğeri ise, sulhun “aynen hüküm fıkrası” olarak yazılmasıdır.

Sulh HMK 314/1 maddesine göre, hüküm kesinleşinceye kadar yani kanun yoluna başvurulmuş olmasına rağmen yapılabilir.

HMUK da yer almamasına rağmen, uygulamada kabul edilen, sulhun şarta bağlı olarak yapılabileceğine ilişkin kural bu kez HMK’nın 313/4 maddesinde yer almaktadır. Bundan böyle şarta bağlı sulh sözleşmeleri yasal dayanağa kavuşturulmuş olmaktadır.

HMK 313/3 maddesine göre “Dava konusunun dışında kalan hususlar da sulhun kapsamına dahil edilebilir.” Bu hüküm uygulamayı kolaylaştıracak bir husustur.

Üstelik talebin ıslah yolu ile değiştirilmesi ve genişletilmesine olanak tanındığına göre hukuk düzenine aykırı bir hususta yoktur.

Sulh hükmün kesinleşmesine kadar geçen sürede her aşamada taraf iradesine dayalı olarak yapılabilecek bir usul işlemi olmasının yanı sıra, gerek HMK137/1 maddesi gerekse, İş Mahkemeleri Kanunu, Aile Mahkemeleri Kanunu gibi kanunlar tarafından hakimlere, tarafları sulhe yönlendirmesi, hatta sulh teklif edilmeksizin davanın esasına başlanaamayacağının emredilmesi dikkate alındığında, sulhun hukuk düzenimizdeki yeri çok iyi anlaşılmaktadır. Tüm bunlara rağmen uygulamada hakimler sulh önermekten kaçınmaktadırlar. Hatta sulhu aile mahkemelerinde sadece tarafların barışarak salonu birlikte terk etmesi olarak anlamaktadırlar. Bazı hakimlere göre ise sulh ihsası rey olarak kabul edilmektedir. Kanımızca, önce hakimler bu yanlışlardan dönmeli aynı zamanda avukat olarak bizler de dava takip etmekten daha zor olan sulhu hayata geçirmeliyiz. Daha zor çünkü, sulhun sonuçlanmasında, vekil edene, karar veren hakim örneğinde olduğu gibi, gösterilecek bir suçlu yok. Eğer ortada bir yanlış varsa bunun tek suçlusu biziz. Ancak bu yolun uygulanabilir olması mesleğin itibarını arttıracaktır.

Ek: Her ne kadar feragat taraf iradesi ile davaya son veren bir işlem ise de, her davadan feragat edilemez. Kazancı Bilgi Bankasında yer alan Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 29.12.2011 gün 2011/17822 E ve 2011/21148 K sayılı kararı incelendiğinde, hizmet tespit davasından feragat edilemeyeceği, çünkü 506 sayılı kanunun 6. maddesine göre "Sigortalı olmak hak ve yükümünden kaçınılamaz ve feragat edilemez" hükmüne dayalı olarak karara bağlandığı görülmektedir. Söz konusu kararda davacı tarafın feragati "vazgeçme" olarak algılanmıştır. Bu nedenle davacı herhangi bir tarihte tekrar dava açma hakkını elinde bulundurmaktadır.

Bu kararda yer alan görüşü, kamu düzenine ilişkin feragati mümkün olmayan diğer davalarda da, örneğin nafaka, velayet vb. kamu düzenine ilişkin olduğu tartışmasız olan davalarda da uygulamak gerektiği kanısında olduğumuzu da bilgilerinize sunarız.(Bu konuya ilişkin detaylı bilgiye Sn. Baki Kuru'nun Hukuk Muhakemeleri Usulü 6. Bası 3650 vd. sayfalarında ulaşabilirsiniz)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder