4 Mayıs 2010 Salı

Yargıyı Düşünürken



Başkent Üniversitesi tarafından hazırlanan bir aktivitede “Yargı örgütü yönetim sisteminin geliştirilmesi konulu” sunumu hazırlamam istenildiğinde, son derece rahattım. Çünkü 1994 yılında Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan “Yargı Reformu” adlı 2 kocaman cilt; İzmir Barosu tarafından gerçekleştirilen, çok güzel bir çalışma ve TBB tarafından Haziran 2008’de gerçekleştirilen mükemmel bir çalışma, Ankara Barosu’nun 2006 yılı kurultayında yer alan çalışma, kitaplığımda duruyordu. Üstelik övünmek gibi olmasın ama gerek Ankara ve İzmir Barosunun gerekse TBB’nin çalışmaları, geniş kapsamlı, istenilene cevap verecek nitelikte çalışmalardı.
Bunları incelediğimde, her birinde konunun bir başka boyutunun incelenmiş olduğunu gördüm. Bu nedenle, söz konusu çalışmaya Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan çalışmayı esas aldım. Ancak, aktivite gerçekleşmedi, ben de bunca emeğin boşa gitmesini istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim ve bu yazıyı sizler için hazırladım.
Bakanlığın bu çalışmasında;
- İstinaf mahkemelerinin faaliyete geçmesi nedeni ile tetkik hâkimlerinin durumu,
- Hâkim ve savcıların idari görevlerinden arındırılması,
- Yargı bilişim kurulunun oluşturulması,
- Yargı çalışanlarının görev tanımlarının yapılması ile iş standartlarının geliştirilmesi,
- Adalet Bakanlığı ile Barolar Birliği arasındaki ilişkinin düzenlenmesi,
- Noterlerin görev tanımları ve açılış kriterlerinin yeniden belirlenmesi
konularının çok sınırlı bir şekilde yer aldığını gördüm.
Böyle sınırlı bir bilgi ile yetinmek yerine, bana özgü farklı bir şeyler sunabilmek arzusu ile bu çalışmayı hazırladım.
Benim, sizin, onların kısaca hepimizin dünyada bulunuşumuzun nedeni; önce bireysel olarak sonra da toplu olarak mutlu olmaktır. Tüm bilimsel gelişmeler, teknik olanaklar bunu sağlamakla görevlidir. Hukuk da bunlardan bir tanesidir.
İyi bir yemeğin hazırlanması ve sunumu için, iyi planlanmış ve tüm gereksinimlere cevap verecek şekilde, iyi donatılmış bir mutfağa ve yemek odasına gereksinimimiz varsa; bizim mutluluğumuzu sağlamakla görevli olan hukukun da sunumu için, iyi bir yapılanmaya gereksinimi vardır.
Eğer yazılı olan ve olmayan toplumsal kurallar birbiri ile örtüşüyor ve hepsi toplum tarafından kabul görmekte ise; yani, kuralların tamamı yaşayan hukuk alanı içinde kalıyorsa, kanımca toplum; hukuk açısından, gerek bireyler olarak, gerekse bütün olarak mutluluğa ulaşmıştır. O halde, gerek yaşamımızı şekillendiren gerekse uygulama alanını, yani sistemin oluşumunu belirleyen hukuksal kuralları yapılandırırken, öncelikle kendi insanımızın, ülkemizin vatandaşının gereksinimlerini iyi saptamamız gerekmektedir. Bu nedenle böylesi bir çalışmaya başlamadan evvel, gereken saha araştırmasını gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Zaten sosyal araştırmaların nasıl yapılması gerektiğini öğreten, bilim insanları da, bize bunu önermektedirler. Hâlbuki biz, yasa ya da hukukla ilgili bir çalışmaya gereksinimimiz olduğunda, bir grup bilim insanını, birkaç yargıcı ve bir iki avukatı bir araya getirerek; onların okuyarak, izleyerek ve yaşayarak öğrendiklerinden yararlanmaya çalışmaktayız. Böylece toplumun ne istediğini, ne düşündüğünü hatta gereksinimi olup olmadığını dikkate almaksızın, bir grup elitin en iyisini düşüneceği kanısı ile gerekenleri yapmaktayız. Aynen sinemaya gidecek olan çocuğu, kendi gördüğümüz beğendiğimiz veya güvendiğimiz bir tanıdığın gördüğü ve beğendiği bir filme göndermemiz ya da onunla birlikte bizim veya bir büyüğün gitmesini sağladığımız; kısaca mutlu olması yerine işkence çekmesini sağlamamıza rağmen, onu sinemaya göndermenin keyfini yaşadığımız gibi, toplumun gereksinimi olmayan kurallarla yaşamasına neden olarak, iyi bir bürokrat ve ülkenin eliti olarak gereken mutluluğa ulaşmaktayız.
Bugünlerde ise, İtalya’dan ayakkabı, Fransa’dan parfüm alır gibi, Avrupa Birliği’nden talimat alarak, yasalarımızı değiştirmeye başladık. Bu işi öylesine benimsedik ki sormayın gitsin. Bırakın AB’nin yetkili organlarının bize ulaşmış kararlarını, ülkemizi mesken edinmiş bazı konuklarımızın ağzından çıkan her şeyi talimat olarak algılamaya başladık. Konuk da konukluğunu unuttu, ülkenin seçilmişi ya da evin beyi gibi davranmaya başladı.
Öncelikle unutmamamız gereken, bir ülkeyi oluşturan toplum ile evrende yer alan diğer canlılar arasında bir farkın bulunmadığıdır. Her ikisi de canlıdır. Her canlı gibi, dışarıdan aldığı girdilerle, kendi bünyesinde yer alan değerleri, birlikte değerlendirerek, yani özümseyerek yeni değerler oluşturur ve aynı zamanda oluşturduğu çıktılarla kendi dışındaki âleme yeni girdiler verir. Onun bu çıktıları bir başka canlının girdileri olur ve bu döngü sürer gider. Bu evrenin doğal yapısının gereğidir.
Bazen bu doğal değişim beklenmeksizin, toplumda söz sahibi olan ya da olduğunu sanan kişi ya da kişilerce bir rol model seçilir ve seçilen bu “rol modele” uygun değişim gerçekleştirilmek istenir. Kanımca bu değişim de iki türlü sağlanır. Bunlardan biri devrim diğeri ise modernleşmedir. Bugünlerde bizde modernleşme kabul görmüştür. Ancak her iki modelde de, olağan gelişme yerine, istenilen gelişme tercih edilmiştir. Bu iki yöntemin de başarıya ulaşabilmesi için, bir lidere ve ekibine gereksinim vardır.
Lider, elindeki olanakları en doğru kullanarak, amaçlanan hedefe en kısa zamanda varan insan olduğuna ve yargı sisteminin yapılanması için liderin elindeki olanakların başında insan yer aldığına göre, toplumsal yapımızın istemediği bir şeyi gerçekleştirebilmek mümkün değildir.
Doğru karar vermek için, yargılama sisteminden kimlerin yararlandığını, bu kişilerin ne zaman hizmet sunan, ne zaman hizmetten yararlanan olarak rol aldığını, toplumun kendisine ve bu rollere ne özellikler yüklediğini, buna karşılık rollerin gerçek yapısının ne olduğunu, doğru saptamamız gerekir. Kısaca, bir tacirin göstereceği özenle, tüketicinin, yani müşterinin isteklerini saptamak gerekir. Önemli olan onun memnuniyeti, onun mutluluğudur.
Elbette ki, bu saptamanın doğru yapılmasında gösterdiğimiz özen kadar, saptanan isteklerin, evrensel yapıda kabul görmüş genel hukuk ilkelerine, yasalarla tanınmış uluslararası anlaşmalara ve anayasaya uygun olanların hayata geçirileceğinin de bilincinde olmamız gerekmektedir. Aksi takdirde, çabuk gıda üreticilerinin kullanmış olduğu, kötü yağ ile üretilen gıda maddelerinin çok sevilmesine karşılık, toplumun sağlığının bozulmasına ve toplumsal tepkiye neden olması gibi, temel kurallara aykırı olarak oluşturulan hukuk kuralları da, toplumun sağlığını bozar ve tepkiye neden olur.
Özetle, hukukla ilgili bir çalışma yapılırken, bir işletmecinin, bir tacirin izlediği yol gibi, ekonomistin, sosyologun, tarihçinin kısaca tüm bilim insanlarının gereken katkıları sağlanarak iyi bir saha araştırılması yapılmalıdır.
Aksi takdirde, uygulanması mümkün olmayan, ölü doğmuş kurallarla, uygulamayı hantallaştırırız. Kocaya gitme umudu olmayan deli kızın çeyizinin, evin içini doldurması gibi, uygulanmayacak olan kanunların rafları doldurmasına neden oluruz.
Bunu örneklemek istersek, istinaf mahkemeleri olarak andığımız, bölge adliye mahkemelerine ilişkin yaşananları hatırlatmak isterim. Hukukla uğraşan bizler, yıllarca, istinaf mahkemelerini neden açmamız gerektiğini belirlemeden, faydası ile zararının neler olduğunu soyut verilere dayandırarak, tartışmadan, Yargıtay’ın iş yükünden söz ederek, bu iş yükünü doğuran nedenleri saptayıp nasıl giderebileceğimizi irdelemeden, tetkik hâkimlerinin dosya okumasını doğru bulmamamıza rağmen, tetkik hâkiminin dosya okumasının da nedenlerini bulmadan, ona bu yolu kapamayı düşünmeden, yani sorunu içinde ve örgütsel bir sorun olmasına izin vermeden çözmek yerine, istinaf mahkemelerinin açılmasına karar verdik ve bu kararın toplum tarafından yani TBMM tarafından kabulünü bekledik. TBMM yasayı kabul etti, ancak bu kez, gerek nicelik gerekse nitelik olarak yeterli hâkim olmadığını, mekân problemi bulunduğunu gördük. Şimdi yasanın yürürlüğe girmesini ertelemekle meşgul olmaktayız. Üstelik bütünün yani HMUK içinden bir bölümünün ertelemesini yaparken sistemi de anlaşılmaz hale getirmekteyiz. Bu arada unutmadan söylemek isterim ki, istinaf mahkemelerinin açılmasının nedenleri ile ilgili olan saptamalar ve görüşler bana değil Adalet Bakanlığı’na aittir. Bakanlık bu saptamayı yaparken avukatlar da dâhil olmak üzere tüm hukukçuların ve kendi Bakanlığı’nın bu topluma karşı görevini yapmadığını da ilan etmektedir. Çünkü vatandaş Yargıtay incelemesinde, dosyasının seçilmiş ve mesleğinin en iyisi olduğuna inandığı Yargıtay üyeleri tarafından okunduğunu düşünmektedir.
Hatta yasalarda yapılacak değişiklik uğruna, belki de istemediğimiz sonuçların doğmasına seyirci kalmaktayız. Bilindiği gibi, 21.07.2004 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 5219 sayılı Kanunla HMUK’un 427. maddesinde yapılan değişiklik ile bir davanın temyiz edilip edilemeyeceğine ilişkin parasal sınırın saptanmasında, yıllardır kullandığımız “davanın açıldığı tarihteki sınır” ilkesi yerine, “davanın karara bağlandığı tarihteki sınır” ilkesini benimsedik. Kendi iş yükünün azalmasına neden olduğu için, bana göre hakkaniyet ilkesi ile bağdaşmayan, hatta kendi kusurumuzdan yani geç kalmamızdan ötürü vatandaşı cezalandıracak nitelikte olan bu davranışımız, Yargıtay tarafından derhal kabul gördü. Yasanın bu şekle dönüşmesinin gerçekten TBMM’nin yani vatandaşın iradesi ile mi olduğunu, yoksa bu konuda çalışma yapan profesyonellerin arzusu ile mi olduğunu merak ediyorum.
Bunun gibi pek çok örnek bularak, yasa çıkarırken gereken özeni göstermediğimizi ve işleyen sistemi bozduğumuzu sizler de kanıtlayabilirsiniz. Ancak, şimdi size sunacağım örneği hiç unutmayacağınızdan eminim. Bilindiği gibi yasaların amacı, toplumsal düzeni sağlamaktır. Ancak yasalar bu fonksiyonunun yanı sıra, belirli yarar gruplarının yararını koruma fonksiyonunu da yerine getirirler. Bana sorarsanız, bir yasanın çıkmasında, en aktif görev alanlar, milletvekilleri ile hukukçular olmalıdırlar. Hele çıkacak olan yasa, milletvekili olan hukukçular ile avukatlık yapan hukukçuları ilgilendirirse, bu grupların en aktif katılımı vermesi gerektiğini düşünmekteyim. Hâlbuki Avukatlık Kanunu’nda 4667 sayılı Kanunla 43. maddesinde yapılan değişiklikle, milletvekillerinin görevleri süresince avukatlık yapmaması kabul edilirken, 12. maddesinde yer alan, milletvekilliğinin avukatlıkla bağdaşan işlerden yani birlikte yapılabilecek işlerden olduğuna ilişkin hüküm aynen korunmuş ve aynı yasanın iki değişik maddesinin hükmünün çelişmesine neden olunmuştur.
Üç ayrı yasada oluşan bu değişikliğin, “Yargı Örgütünün Yönetsel Yapısı” ile ilgisini inkâr etmek mümkün değildir. İlk iki yasada anılan değişikliklerle, yargıyı oluşturan sistemde istinaf mahkemeleri olarak anılan yeni bir oluşuma yer verilmiş ancak yeterli araştırma yapılmadan yasalaşmasına olanak tanındığı için uğranılan başarısızlık sergilenmeye çalışılmıştır. Ayrıca bu değişiklik, alıştığımız, yargıç tipinin dışında bir yargıç tipinin de varlığını ortaya koymuştur. Alıştığımız, en azından benim alıştığım yargıç tipinde, her türlü zorluğu üstlenerek adaletin hakkaniyet ilkeleri ile oluşmasını ilke edinen yargıç tipi yerine, kendisini de zamana, iş yoğunluğuna vb. nedenlere karşı korumayı amaçlayan bir yargıç tipinin doğmuş olduğunu görmemize yol açmıştır.
Üçüncü örnek toplumun nasıl bir avukat modelini benimsemek istediğini göstermesinin yanı sıra, yasa çıkarmayı tek çare olarak benimsediğimizi ve buna rağmen gereken özeni göstermediğimizi sergilemektedir.
Buraya kadar anlattıklarımı özetlersem, toplumun yapılanmasını sağlayan, yasa yapma yetkisi kullanılırken, öncelikle toplumun gereksinimlerinin ve istemlerinin saptanması gerektiği, bu saptamadan sonra, saptanan bu verilerin, evrensel kurallar, uluslararası anlaşmalar, anayasa gibi hukuk normlarına uygun, normlar hiyerarşisi dikkate alınarak, gereken uyum sağlanmalı ve bundan sonra kural, yani yasa oluşturulmalıdır.
Benim düşünce yapıma ilişkin bu açıklamayı burada noktalayarak, sunumun başlığı ile daha somut ilgilenmeye başlamak gerektiğini düşünmekteyim. Bu nedenle, öncelikle, “Yargının yönetsel yapısı” kavramından, yargısal faaliyetlerin gerçekleştirilmesi için, oluşturulması zorunlu, örgüt yapısını anladığımı belirtmekte yarar bulunmaktadır.
Ülkemde yüzyıllardır, yargısal faaliyetler geçekleştirildiğine göre, yargının yönetsel yapısı hakkında konuşabilmek için öncelikle, bugünkü yapıyı, saptamakla işe başlamamız gerekmektedir.
Bugünkü yapı, Anayasamızın 138 vd. maddeleri ile saptanmış olup anayasa ile uyumlu olan bazı yasalarla da detayları belirlenmiştir.
Anayasa ve yasalarla düzenlenen bu örgütsel yapıya, zaman zaman siyasilerin ya da bilim insanının eleştiri yönelttiğini görmemize rağmen, vatandaşın örgütsel yapı ile ilgilenmediğini, onun yerine, adil yargılanma, seri yargılanma gibi istemleri ile bunu sağlayacak olan, muhakeme eden, hüküm veren olarak nitelendirdiği, hâkimin niteliğinde olması gerekenlere ilişkin istemlerini dile getirdiğini görmekteyiz. Yani vatandaş, sunulan hizmetin sonuçlarını değerlendirmekte ve bu değerlendirmeye dayalı olarak da istemlerini dile getirmektedir. Olayı bir başka yaklaşımla değerlendirirsek, vatandaş kendisine sunulan yemeğin kendi ağız tadına uygun olmasını aramakla yetinmekte, şimdilik yemek odası ve sofra ile ilgilenmemektedir.
Yargısal faaliyetin insan öğesi hâkim, savcı ve avukattan oluşmasına rağmen, vatandaş, yargısal faaliyeti, hâkim ile özdeşleştirmiş bir düşünce yapısına sahiptir. Bu düşünce yapısı, tarihsel gelişim ile bağlantılıdır. Kanımca, Osmanlı İmparatorluğu içinde gerçekleştirilen yargı faaliyetinde savcıya ve avukata yer verilmemiş olması, savcının ve avukatın, yargısal faaliyette yer almasının, zaman olarak daha sonraki aşamalarda görülmesi, özellikle avukatın etken katılımdan çok, o günkü uygulanan kurallar gereği, olması gereken zorunlu katılımı sağlaması, gibi nedenler bu düşünce yapısının oluşumunun da rol oynamıştır. Bilindiği gibi, o günlerde görev yapan kadı, o beldenin tüm sivil yönetimini de üstlenmiş bir kişi olup, kolluk kuvvetlerinin başı olarak görev yapmasının yanı sıra, kamu adına dava açmak yetkisini de kendisinde toplamıştır. Bir nevi kendisine bu görevi veren sultanla özdeşleşmiştir. Uhrevi ve dünyevi yetkileri kullanır haldedir.
Vatandaşın yani bu ülkenin gerçek sahibinin, mutluluğu en fazla hak eden kişinin, yargısal faaliyeti hâkim odaklı oluşturmasında / düşünmesinde, evrensel hukuk ilkeleri, uluslararası anlaşmalar, anayasa ve diğer hukuk normları ile çelişen ya da aykırılık oluşturan bir taraf bulunmamaktadır. Üstelik biraz önce Yargıtay hakkında Adalet Bakanlığı’nın görüşlerini aktarırken, Bakanlığın da görüşlerini hâkim odaklı olarak oluşturduğunu gördük.
Vatandaş, ceza hâkimlerinden korkusunu saklamamakla beraber, ağır ceza reisi dışında kalan diğer hâkimler arasında bir ayrım da gözetmemiştir. Ağır ceza reisine yüklenen ayrıcalık, ağır ceza reisinin senelerce adliyeyi, daha doğrusu yargıyı temsil eden kişi olmasından kaynaklanmaktadır. Kısaca vatandaş iş bölümü olarak nitelendireceğimiz, teşkilat yapısındaki oluşum ile ilgilenmemiş, adil yargılanma, seri yargılanma gibi gerçek insan hakları ile hem de bilim insanından evvel ilgilenmiş ve bu kavramları benimsemiştir.
Bana göre vatandaş, hâkim denince, muhakeme eden, hakkı zamanında ve adalet duygusuna uygun olarak oluşturan, kararlar veren kişiyi anlamaktadır. Muhakeme etmek, yargılamak, bilgi ile yoğrulmuş bir sanattır. Bu nedenle, hâkimin gerçek anlamda iyi bir öğrenimden geçmiş olması, ayrıca öğrendiği bilgileri nasıl kullanacağı konusunda da gerçekten iyi bir eğitim alması gerekmektedir. Üstelik adil davranmak zorunda olan bu kişinin, kişisel özelliklerinin de görevine uygun olması ve uygun olan bu kişisel yapının, korunması, geliştirilmesi gerekmektedir.
Bu durumda, adli yargı imiş, idari yargı imiş, askeri yargı imiş, sivil yargı imiş, tek hâkim imiş, çok hâkim imiş gibi detay problemleri tartışmayı, onlara suni çözümler aramayı bir kenara bırakarak, hâkimin öğretimini ve eğitimini nasıl düzenleyeceğimizi düşünmek zorunda olduğumuzu anlamamız gerekmektedir. Bu düzenleme yapılırken, ilköğretimden beri gelen aksaklıklara sığınmak yerine, diploma ile ödüllendirdiğimiz kişilerin, hukuk fakültesi öncesi almadığı, alamadığı öğretim ve eğitimi tamamlatmayı, tamamlayamayanı ise ödülden yoksun etmeyi peşinen kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü noksanları olanla noksanları olmayanı aynı kefede değerlendirmek, noksanları olanları ödüllendirmek olduğu gibi, noksansızları cezalandıran bu davranış; aynı zamanda vatandaşı ve ülkemi de cezalandırmaktadır. Kısaca iyilikten maraz doğmaktadır. Ancak, öğrencilerle ilgili olan bu değerlendirmenin yanı sıra daha acımasız bir değerlendirmeyi biz yetişkinler kendimize ve özellikle öğretim üyelerine ilişkin olarak da yapmamız gerekmektedir. Bu eleştiriyi özellikle öğretim işini meslek olarak kabul etmiş ilköğretimden son öğretime kadar görev alan kişilere yöneltmemiz gerekmektedir. Örneğin, asıl görevi olan ders vermeyi ders verme yetkisi olmayan asistanına devreden, adına tez denmesine rağmen, kendine özgü bir görüşü, tezi içermeyen, yamalı bohça gibi, kendinden önce yayınlanan eserlerin alıntısından oluşan tezleri hazırlayan, öğretim üyelerini, ülke genelinde öğretim üyesinin sayısal yetersizliği bilinmesine rağmen, yeni fakülteler açılmasına izin veren bürokrat ve siyasileri, bu görevlilerin mali sıkıntılarını görmezden gelen bizleri, çocuklarını sevgiden ve problem çözme yeteneğinden yoksun olarak yetiştiren aile büyüklerini, yüzünü görmediği stajyerlere staj bitim belgesi veren avukat ve hâkimleri, yapıcı bir bakış açısından eleştirmemiz ve hep birlikte bu problemleri çözmemiz gerekmektedir. Ancak bu şekilde istenilen hâkim yetiştirilebilinir ve yargının yönetsel yapılanmasına ilişkin temel problem çözümlenebilir.
İnsan öğesine ilişkin görüşlerimi savcı ve avukatlarla devam edeceğim ancak daha önce hâkim ile ilgili olarak bir başka gerçeğe daha değinmek isterim. Daha önce de belirttiğimiz gibi, hâkim muhakeme eden, karar veren kişidir. O halde bir muhakeme yöntemine gereksinimi vardır. Yürürlükte olan yöntemi irdelerken ve bu yöntemin nasıl olması gerektiğini düşünürken, en iyi, en mükemmel yöntemin en basit yöntem olduğunu hatırdan çıkarmamız gerekmektedir.
Basit olmanın ilk özelliğinin tek yöntem kullanmaktan geçtiğini hatırdan çıkarmayarak, idari yargıda olduğu gibi, adli yargıda da özellikle hukuk yargılamasında tek yargı yöntemi benimsenmelidir. Böylece, meslekten olmayan kişilerin kendi haklarını aramasına olanak verileceği gibi, yargılamanın aşamalarını anlamalarına yardımcı olarak adil ve süratli yargılama yapılıp yapılmadığını irdelemelerine olanak tanınmalıdır. Yargılamanın ülkenin genelini ilgilendirdiği gerçeği görülerek yasaların dili, genelin anlayacağı şekilde, gençleştirilmelidir. Yargılamanın hâkime tanınmış bir görev olduğunu, ancak bu görevin toplum tarafından verildiğini, hâkimin kendi başına yöntem oluşturamayacağını kabul ederek, yargılamada beraberliği sağlamak ve adil yargılamayı gerçekleştirebilmek için, yönteme uyumu mutlaka sağlamalıyız.
Vatandaşın beklentisi budur. Bu beklenti akla ve mantığa uygun olduğu gibi hukuka da uygundur. Bu beklenti dururken, yeniden örgütler oluşturmak ya da var olan örgütleri yenileştirerek, problemi çözmeye çalışmak kanımca, kendimizi oyalamaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Yukarıda da değindiğim gibi, kadı tarafından gerçekleştirilen soruşturma ve kamu adına dava açma, görev ve yetkisi, savcıya devredilmiştir. Ancak, yasalarda var olan bu görev ve yetki devri, günlük yaşamda, tam anlamı ile gerçekleşmemiştir. Savcılık makamı, kolluk kuvvetleri ile yargı arasında bir köprü oluşturmuş, önceleri kolluk kuvvetlerinin hukuk öğretimi ve eğitimi almış, başı olarak görev yapmıştır. Daha sonra, ülkemdeki tüm mesleklerde olduğu gibi, kolluk kuvvetlerindeki öğretim ve eğitim olanaklarının artması ile birlikte, savcılık, sanık hakkındaki lehe ve aleyhe delilleri toplamakla görevli olmasına rağmen mağdurun ve kamunun avukatlığını üstlenmiştir. Ancak, kadılık sisteminin etkilerinden kurtulamamış ve hâkimle birlikte hareket etmek alışkanlığını sürdürmüştür. İşte bu alışkanlık son zamanlarda eleştirilere konu olmaya başlamıştır. Avukatların sanıkların savunmasını üstlenmesinin yanı sıra mağdurlara da hukuki yardım vermeye başlaması ile birlikte, savcılık, sadece kamunun haklarını korur hale gelmektedir. Kanımca doğrusu da budur. Çünkü ülkemde isminin başında “Cumhuriyet” sözcüğü bulunan başka bir meslek yoktur. Bu unvan savcılık kelimesine bilinçli olarak M.K. Atatürk’ün onayı ile eklenmiştir.
Ceza davaları ile aram yoktur. Ancak gördüğüm odur ki, günümüzde toplumsal yapının olağan değişimi nedeni ile gerek yargının diğer alt sistemlerinde gerekse toplumun diğer sistemlerinde oluşan değişimler, istinaf mahkemelerinin kurulup kurulmaması gibi tartışmalardan önce, savcılığın isminde yer alan “Cumhuriyet” sözcüğüne yakışır şekilde görev yapması için, öncelikle var olanın saptanması ve hedefin belirlenerek çözümün sağlanması gerekmektedir. Kanımca bu çalışma insan ağırlıklı bir çalışma olacaktır. İnsan unsurunun etkisi ile organizasyon değişikliği olsa da ağırlık insanda, onun öğretiminde ve eğitiminde, onun görev yapısında ve anlayışında olacaktır.
Savcılığın sisteme geç girmesi gibi, avukatlık da yargı içinde yerini geç almıştır. Kâğıt esnafı ya da ayak esnafı adı ile başlayan avukatlık benzeri çalışmalar, öncelikle yargılama faaliyetine katılmayan tarafların yokluğunu tamamlamak görevini üstlenmiştir. Daha sonraları sanık vekilliği üstlenilmiş hatta bir dönem, toplumda, avukatlık ceza davalarındaki sanık vekilliği görevi ile sınırlı olarak düşünülmüştür. Avukatın, müştekinin / mağdurun da savunmasını üstlenmesi olayı daha sonra düşünce yapımızda yerini bulmuştur. CMUK avukatlığı olarak adlandırdığımız yapıda da aynı değişim yaşanmıştır. Avukatın özel hukuk alanında görev yapması, yasalarda yer alan olumlu hükümlere rağmen çok sonraları benimsenmiştir. Kısaca bu değişimde yasalar toplumun gereksiniminden önce oluşmuş, toplumun yapılanmasına yardımcı olmuştur. Tüm bu değişimlere rağmen, avukatın, uyuşmazlık öncesi hukuki yardımı henüz toplum tarafından benimsenmemiş bir hizmet olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik uyuşmazlık öncesi yardım gereksinimi, toplum tarafından duyulmaktadır. Ancak, çözüm için avukat yerine başka meslek mensuplarına başvurulmaktadır. Hatta yeterli öğretimi olmayan sadece yaptığı iş nedeni ile sınırlı bilgisi olan bazı meslek mensupları bile avukattan önce başvurulan kişi olarak seçilmektedir. Bu nokta ele alınıp çözüme kavuşturulmalıdır.
Osmanlı toplumunda kadılık içinde yer alan tüm yargısal faaliyetlerin, zaman içinde toplumun istemesi, gelişmesi, evrensel kuralların, ekonominin ve diğer etkenlerin zorlaması ile olağan ve olağanüstü yapısal değişiklikler sonucu günümüzdeki yapısına kavuştuğunu özet olarak gördük. Bu özetlemede kuralların değişiminin ve toplum tarafından benimsenmesinin uzun zaman dilimleri içinde gerçekleştiğini de gördük.
İşte tüm bu özetlemelerden sonra, Adalet Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen çalışmaya baktığımızda, istinaf mahkemelerinin kurulması ile Yargıtay’ın iş yükünün azalacağı noktasına değinildiğini görmekteyiz. Bu görüş doğru olabilir ancak çözüm sağlayıcı bir yanı bulunmamaktadır. Çünkü vatandaşın istemi, kararın yerel mahkemede adil olarak sonuca ulaşmasıdır. Bu nedenle de asıl sorunun çözümü hâkimin niteliğinde ve niceliğinde gerçekleştirilecek iyileştirmede bulunmaktadır.
Elbette Adalet Bakanlığı’nın yapmayı düşündüğü hâkim ve savcıların idari işlerini azaltma hatta sona erdirme yolunda ki çalışma çok güzel bir çalışma olacaktır. Buna paralel olarak yapılacak olan yargı çalışanlarının iş standartlarının belirlenmesi yolunda yapılacak olan çalışma ile de hâkim ve savcılardan alınan iş yükünün nasıl dağılacağını da düzenleyeceği için verimli bir çalışma olacaktır. Ancak bu çalışma yapılırken işin uzmanları olan kişilerden yardım almak gerektiğini unutmamak lazımdır.
Üstelik bu yapılaşmayı sağlarken, AB’nin isteklerini dikkate almak, daha büyük bir hatanın doğmasına neden olacaktır. Öncelikle unutmamak gerekir ki AB kendisinin hatasız bir toplumsal yapıya sahip olduğunu kabul etmekte ve bizim kendisini “rol model” olarak benimsememizi istemektedir. Bu eleştirilmeyecek kadar açık hatalı bir düşüncedir.
Bu değişikliği isterken, bilinçli davranmamaktadır. Örneğin Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yer alan, genel aramaya ilişkin yetki ve görevleri düzenleyen 9. madde birkaç kez değiştirilmiş ve her değişiklikte AB’ye uyumdan söz edilmiştir. Maddenin aslına ve değişikliklere baktığımızda, maddenin değişmediğini sadece yetkinin kullanılmasında gösterilmesi gereken özenin nasıl olmasına ilişkin detayların maddeye ilave edildiği yani insan öğesindeki öğretim ve eğitimden kaynaklanan, yanlış davranışların yasal zorlama ile giderilmeye çalışıldığı görülecektir. Anladığım kadarı ile bu değişiklikler AB yetkilileri tarafından kabul görmüştür. O halde AB bilinçli davranmamıştır. Bu ülke benim ülkem olduğuna göre, bilinçli davranmak bana düşer. Bunu da unutmamam gerekmektedir.
AB tarafından yapılan çalışmalarda, avukata yer verilmediğini görmekteyiz. Hâlbuki ülkemde avukatın konumu anayasa ve yasa ile düzenlenmiştir. Her ne kadar Osmanlı döneminde avukatlık yeterince benimsenmemiş ise de, günümüzde avukatın yargının kurucu unsuru olduğu kanunla kabul edilmiş, en önemlisi toplum tarafından benimsenmiştir. Savunma görevi avukata yüklenmiştir. Savunmasız yargı olamayacağına göre, avukata ilişkin düzenlemeleri dikkate almaksızın yargıyı düzenlemek olası değildir. Yargı, sav, savunma ve karar üçgeni ile oluştuğuna göre, üçgenin uçlarını bir araya getirip, doğaya aykırı bir şekilde doğru elde etmeye çalışmak mümkün değildir. Bu nedenle, baroların bağımsızlığının bir an önce çözümlenmesinin sağlanmasının yanı sıra, savın hazırlanması ile hüküm kurmanın bir birinden ayrı iki görev olduğu, iki ayrı meslek mensubu tarafından yapılması gerektiği, onların öğretim ve eğitimlerinin farklı olduğu gerçeği dikkate alınarak, baroların bağımsızlığının yanı sıra, sav ile karar organlarının ayrı ayrı kurulup bağımsızlığa kavuşturulması gerektiğini düşünmekteyim. Ancak, gerek yargının bağımsızlığından gerekse baroların bağımsızlığından söz ederken, bu örgütlerin içinde yer alan insan unsurunun, sorumsuzluğundan söz etmemekteyim. Tam aksine sistemi doğru çalıştırmak için tüm insanların sorumluluklarını taşıması gerektiğine inandığım gibi, hâkim, savcı ve avukatların da mesleki faaliyetlerinden ötürü sorumlu tutulması gerektiğine inanmaktayım. Adalet Bakanlığı tarafından görüşlere bu nedenle katılmaktayım. Ancak bu çalışmalar yapılırken TBB’nin yukarıda belirttiğim yayınında ve inisiyatif.net sitesinde yer alan makalelerde dile getirilen hâkimlere ve avukatlara ilişkin eleştiri ve değerlendirmeleri mutlaka dikkate almak gerektiğine inanmaktayım. Bu düşünceler çıkar kavgasından uzak genç meslektaşlarımın, hukuk fakültesi öğrencilerinin görüşleri ve meslekten beklentileridir. Bu meslek onların mesleği olduğuna göre mutlaka onların görüşlerine yer verilmelidir.
Tüm bu çalışmalar ve değişiklikler yapılırken, toplumun ya da kuralı uygulamakla görevli olan örgütün tepkisi de dikkate alınmalıdır. Örneğin Men’i İsrafat Kanunu’nda yer alan “düğün yapmamak” kuralının toplum tarafından benimsenmemesi nedeni ile şeklen kaldığını ya da hukuki konularda bilirkişiye başvurulmaması kuralına rağmen, hem de kuralı kuvvetlendiren 275. maddenin ikinci cümlesine ilişkin madde hükmünün 1981 tarihinde yeniden kabul edilmesine rağmen, bugün de hâkimlerin bilerek ya da bilmeyerek, görevi ihmal suçunu göze alarak, HMUK’un bu kuralını yıktığını hala hukuki konularda bilirkişiye başvurduğunu unutmamak gerekmektedir.
Bir kuralın yasada yer almasının uygulanması için yeterli olmadığını, 1929 tarihli ve 1412 sayılı TCK’nın 194 ve 232. maddelerinde, iddianamenin geri çevrilmesi ve avukatın sorgulamaya bizzat katılmasına ilişkin kurallar bulunmasına rağmen uygulanmadığını, bunun sonucu olarak, avukatın sorgulamaya bizzat katılmasındaki alışkanlık ve öğretim/eğitim noksanlığı nedeni ile 5271 sayılı TCK’nın 174 ve özellikle 201. maddesinin de henüz yeterince uygulanmadığını söylememiz gerekmektedir.
Adalet Bakanlığı, kendi çalışmasında noterleri de bu çalışmanın kapsamına almıştır. Kanımca, noter hukuk alanında çalışan bir görevli olmasına rağmen sav - savunma - karar üçgeninde yer almamaktadır. Bu nedenle, saha araştırmasına dayalı, toplumsal değişimi ve gereksinimleri yansıtacak bir çalışmanın noterler için de yapılması gerektiğine inanmama rağmen o çalışmanın başka bir zeminde gerçekleştirilmesini düşünmekteyim.
Gerçekleştirilmesi düşünülen “Yargı Bilişim Ağı” için bir an önce oluşmasını dilemekten öte diyecek bir şey bulamamaktayım.
Bütün bunlardan sonra, adalet sisteminde bir şey yapılacaksa bunun insan odaklı değişiklik olması gerektiğine inandığımı belirtirim. Bu nedenle de ilk önce yargıç, savcı ve avukatın öğretim ve eğitiminde toplumun gereksinimleri de dikkate alınarak yenileştirme yapılması gerektiğini düşünmekteyim. Bana göre, sistemin değerlendirilmesi düşünülecekse, bundan sonra düşünülmelidir. Ayrıca sistemde değişiklik yapılırken ısmarlama değişiklik yerine ülkeme özgü değişikliklere gidilmesi gerektiğine inanmaktayım.
Her şey gönlünüzce olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder