Av. Ender DEDEAĞAÇ
HMK 24/1 maddesinde yer alan dava sözcüğü geniş
anlamda yorumlanmalı hatta dava şeklinde ileri sürülmeyen “istem”, “iş”,
“tedbir” gibi tarafa ait her türlü işlem de bu kapsamda değerlendirilmelidir
(Ejder Yılmaz HMK Şerhi s 272)
Dava, genelde, sübjektif bir hakkı ihlal edilen
yahut tehlikeye düşürülen yada kendisinden haksız bir talepte bulunulan
kimsenin, mahkemeden hukuksal koruma talep etmesi şeklinde tanımlanmaktadır (
Süha Tanrıver Medeni Usul Hukuku sayfa 449 dip not 445 ). Dava her ne kadar iki
taraf arasındaki bir uyuşmazlığı çözmeye yönelik bir eylem ise de, özünde,
“mahkemeye yöneltilmiş bulunana hukuksal himaye talebidir” (Süha Tanrıver age. sayfa
450 ve 454). Bu nedenle, bir sözleşmenin kurulması evresinde kurulan bu
sözleşmeden kaynaklanacak hakların dava edilebilirliğinden, mutabakata
varılması suretiyle vazgeçilmesi, ...önce Anayasaya dolayısıyla hukuka
aykırıdır (Süha Tanrıver age. sayfa 452). Bu kuralın bir yansımasını HMK 349 ve
366 maddelerinde görmekteyiz (Süha Tanrıver age sayfa 454). Söz konusu yasa
maddesine göre, temyizden feragat ancak, kararın HMK da belirtilen kurallara
uygun olarak yazılması ve ilgili tarafça öğrenilmesinden sonra geçerlidir. Bu
kural, hukuki himayede muhatabın mahkeme olmasının tabii bir sonucudur ( Süha Tanrıver
age. 454)
Davayı mahkemeye sunan kişiye davacı ve bu
kişinin talebini mahkemeye sunduğu belgeye dava dilekçesi denmekte olup, bu
dilekçenin içeriğine ilişkin hükümler
HMK 118 vd maddelerinde yer almaktadır.
Dava dilekçesinin içeriği hakkındaki hükümleri
değerlendirmeden önce, HMK ikinci bölümünde “Yargılamaya Hakim Olan İlkeler”
başlığı altında, sayılan 10 adet ilkeye göz atmakta yarar bulunmaktadır. Bu
ilkelerin ilki HMK 24 maddesinde hükme bağlanan tasarruf ilkesidir. Söz konusu
maddenin birinci fıkrasına göre, hakimin bir davaya bakabilmesi ve karara
bağlayabilmesi için, taraflardan birinin talebi gerekir.
Tasarruf ilkesini HMK 26/1 maddesinde yer alan,
taleple bağlılık ilkesi ile birlikte değerlendirmekte zorunluluk bulunmaktadır.
Bu iki ilke birbirini tamamlar niteliktedir. ( Bilge Umar, Hukuk Muhakemeleri
Kanunu Şerhi sayfa 104 vd İlhan E.Postacıoğlu ve Sümer Altay safta 159 ). Hakim
kendisine sunulan bir uyuşmazlık olmadığı sürece bir davaya bakamayacağına
göre, davada istenilen dışında da karar vermesi mümkün değildir. Çünkü, böylesi
bir davranış, tarafın istemi dışında bir şeyin karara bağlanması anlamına
geleceği için, tasarruf ilkesi ile bağdaşmayan bir davranış olacaktır.
Bu iki ilke avukat açısından da bağlayıcıdır.
Avukat da kendisine yapılan başvuruda yer alan talebi değerlendirmek ve bu
talebin gerçekleşmesi için davacının iznine/talebine dayalı olarak dava dilekçesini
hazırlamakla yükümlüdür. Bu blogda yayınlanan, davanın hazırlanması başlıklı
yazım incelendiğinde, Karayalçın ve Yongalık tarafından yayınlanan Hukukta
Öğretim, Medot, Kaynaklar, problem Çözme adlı yapıtın 184 sayfasında yer alan açıklamaya dayanarak,
avukatın çözmekle yükümlü olduğu temel sorunun “talebin hangi hukuki nedene
dayalı olduğunu bulmak” olduğunu dile getirdiğimiz görülecektir. Bu açıklama
bize avukatın da, taleple bağlılık ilkesine dayalı olarak uyuşmazlığı çözmekle
görevli olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, avukatlık görevi nedeni ile vekil edene
yapılan hukuki yardımın TBK da tanımlanan vekalet akdi hükümlerine bağlı olduğu
dikkate alınırsa TBK 502 ve 505 maddelerinde yer alan “yüklendiği iş” ve “vekil
edenin talimatına bağlılık” ile ilgili açıklamalar ile Av. K. 34 maddesindeki
“yüklendiği iş” ve 37 maddesinde yer alan “teklif edilen iş” açıklamaları,
avukatında, vekil edenin tasarruf yetkisine sadık kalmakla yükümlü olduğunu
açıklayan hükümler olduğunu söyleyebiliriz.
Kısacası, avukat, vekil edenin sahip olduğu
tasarruf hakkı ve onun ikiz kardeşi olan taleple bağlılık yani vekil edenin
talebinin dışında bir talebin uyuşmazlık konusu yapılmaması kuralı ile bağlı
olarak dava dilekçesi hazırlamakla yükümlüdür.
Tasarruf ilkesinin bir doğal sonucu, HMK 24/2
maddesinde hükme bağlanmıştır. Bu madde hükmüne göre, hiç kimse kendi lehine
olan davayı açmaya veya hakkını talebe
zorlanamaz. Bu hüküm avukatı da bağlayıcı niteliktedir. Avukat hakime göre daha
geniş bir hareket sahasına sahip olmasına rağmen yani vekil edenden gelen
talebi şekillendirmek ve talep etmediği ama talep edebileceği haklarını
hatırlatmak hakkına sahip hatta bu yönde görevli ise de, vekil edenin iradesi
dışında hareket edemez. Örneğin bir boşanma davasında, boşanma davasının
ferileri olan, tedbir nafakası istenmesi için, vekil edeni uyarır fakat vekil
edenin istemi dışında bir isteme dava dilekçesinde yer veremez. (Bilge Umar’ın
adı geçen eserinin 104 sayfasında yer alan açıklamada ise, bu kuralı hakim
açısından değerlendirilmiş ve evlilik birliğinin feshi ile açılan bir davada
boşanma kararı verilemeyeceğine ilişkin Yargıtay 2 HD bir kararı örnek
gösterilmiştir.)
HMK 24/2 maddesinin ilk sözcüklerinde “kanunda
açıkça belirtilmedikçe” bu kuralın işleyeceği yani tasarruf ilkesi kuralının
bir istisnası olduğu beyan edilmiştir.
Tarafa tanınmış bu yetki, HMK 24/3 maddesi hükmü
gereği, dava açıldıktan sonra da devam etmektedir. Bunun uygulamaya yansıması
davadan feragat olarak görülmektedir. Feragat dışında kalan, davaya son veren taraf
işlemleri, olarak tanımlanan, sulh vb işlemlerin, davanın her iki tarafının
iradesine bağlı olması, kabulün ise davalının iradesine bağlı olması nedeniyle
feragatla aynı yapıda değerlendirilmemesi gerektiğine inanmaktayız.
HMK 70 maddesinde yer alan bazı davaların savcı
tarafından açılmış olması, çocuk mallarının korunmasına ilişkin bazı davaların
nüfus müdürlüğünün talebi ile açılmış olması, söz konusu davalarda tasarruf
ilkesini ortadan kaldıracak nitelikte değildir. Çünkü, bu tür davalarda savcı
yada nüfus idaresi davacı rolünü üstlenmiş uyuşmazlığı dava olarak mahkemeye taşımıştır.
(Hakan Pekcanıtez&Oğuz Atalay&Muhammet Özekes Hukuk Usulü Hukuku sayfa
241)
Tasarruf ilkesini destekleyen diğer bir hükmün HMK 25.
Maddesinde yer alan taraflarca getirilme ilkesi olduğunu belirtmekte yarar
bulunmaktadır. Söz konusu ilkeye göre, hakim tarafından resen incelenmesi
gereken hususlar dışında, hakim bir davada, iki taraftan birinin söylemediği
şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatacak
davranışlarda dahi bulunamayacağı gibi hakim kendiliğinden delil toplayamaz.
Görüldüğü gibi, davanın açılmasından
sonrada davacıya tanınmış olan tasarruf ilkesinin korunması amacıyla yasa
koyucu hakimi davaya yön verici davranışlarda bulunmaktan yasaklamıştır. Hemen
belirtmek isteriz ki, HMK 31 maddesinde yer alan hakimin davayı aydınlatma
görevi, bu ilkeler ışığında değerlendirilmesi gereken bir ilke olduğu için,
tasarruf ilkesi ile çelişmemektedir. (Pekcanıtez&Atalay&Özekes age.
sayfa 255; Baki Kuru&Ramazan Arslan &Ejder Yılmaz Medeni Usul Hukuku
Ders Kitabı sayfa 294)
Tasarruf ilkesinin istisnası olduğu gibi,
taleple bağlılık ilkesinin de istisnaları vardır. Bunlardan birincisi, HMK 26/1
maddesinin son cümlesinde belirtildiği gibi, talep sonucundan daha azına karar
verilebilmesi halidir. Bunu, dava konusunun para ile ölçülebilen davalarda
gördüğümüz gibi, dava konusunun para ile ölçülemediği davalarda da görmekteyiz.
Örneğin ölüme bağlı olarak yapılan tasarrufun iptali davalarının olumsuz
sonuçlanması halinde, bu davada davacının tenkis isteminin varlığını kabul
ettiğimiz gibi. Uygulamada bu tür kararlara “çoğun içinde az da yer alır”
ifadeleri ile açıklama getirildiği bilenen bir gerçektir.
Taleple bağlılık ilkesinin diğer bir istisnası
ise, HMK26/2 maddesinde yer almaktadır. Bu hükme göre ”hakimin tarafların
talebi ile bağlı olmadığına ilişkin kanun hükümleri saklıdır”. Söz konusu
maddenin gerekçesine baktığımızda, HMUK döneminde HMUK 74 maddesinde yer alan “
Türk Medeni Kanunu ile muayyen hükümler mahfuz olmak üzere” ibaresinin
karşılığı olarak bu ifadenin yer aldığının ifade edildiğini görmekteyiz. Bu
açıklamadan yola çıkarsak, bu istisna için, boşanma davası sırasında çocukların
velayeti, nafakası, karşı taraf ile ilişkilerinin talep konusu olmasa bile
resen karara bağlanmasına ilişkin kuralı örnek olarak gösterebiliriz. (İlhan E. Postacıoğlu&Sümer Altay Medeni
Usul Hukuku Dersleri sayfa 157 açıklama ve158 de dipnot 5 deki karar örnekleri,
Ejder Yılmaz age. sayfa 272 de geniş bir açıklamaya yer verilmiştir.)
Yargılama giderleri konusunda da hakim talep
olmaksızın karar alabilir. (Pekcantez&Altay&Özekes age. sayfa 242 ve
YİBBGK 29.05.1957 1957/4-16 sayılı kararı)
Bu nedenlerden ötürü, avukatlık kanunu gereği
tutulacak olan görüşme tutanağında, öncelikle, hukuki yardım isteyen kişinin
talebinin ne olduğunun hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek açıklıkta yer
verilmelidir.
Daha önce de söylediğimiz gibi, davacı tasarruf
ilkesi doğrultusunda davasını mahkeme huzuruna dava dilekçesi olarak
isimlendirdiğimiz bir dilekçe ile götürmektedir. HMK 119 maddesi de, dava
dilekçesinin içeriğini düzenlemektedir. Söz konusu madde aynen, güzel yazı
yazmada izlenmesi gereken kurallarda olduğu gibi, bir başlangıç/sunum/kimlik
bildirme, bir gövde ve bir sonuç bölümünden oluşmaktadır. Kanımızca, davayı
hazırlarken bu sıralamadan ayrılmalı ve öncelikle dilekçenin gövde kısmını
oluşturmalıyız. Çünkü, gövdede vereceğimiz kararlar sunumu ve sonucu
etkileyecektir.
Kanımızca, dilekçenin gövdesi, HMK
119/1.e.f.g fıkralarında yer alan
hükümlerle oluşmaktadır.
Gövdeyi hazırlamak için, öncelikle, hukuki
yardım talep eden kişinin anlatımında yer alan tüm maddi vakıaları tespit etmek
gerekecektir. Yani HMK 119/1.e maddesi hükmünü oluşturmak gerekmektedir.
Elbette yapılacak olan bu tespit hiçbir düzeltmeye tabi tutulmaksızın görüşme
tutanağına geçirilmelidir. Bu aşamadan sonra, tespit edilen bu maddi vakıaların
ışığında, uyuşmazlığın hangi hukuki müessese ile ilgilendirileceğinin tespiti
gerekecektir. Hukuki müessesenin saptanmasında, avukata en büyük yardımcı
kaynağın ders kitapları olduğunu unutmamak gerekmektedir. Çünkü, defalarca
okunmuş olduğu için, neyin nerede olduğunu bilmek kolaydır. Ayrıca, söz konusu
hukuki müessesenin unsurlarını tek tek sayan ve hatta bu hukuki müessese ile
benzer müesseseleri karşılaştıran ulaşılması en kolay kaynak okul kitaplarıdır.
Bundan sonra, monografiler, şerhler, makaleler, örnek kararlar taraması
yapılmalıdır. Her gün uyguladığımız bir dava türünde bile, hukuki yardım talep
eden kişiye bilgi vermeden ve dilekçe yazım aşamasına
geçmeden önce, son aşamada yasalarda, ilmi ve
kazai içtihatlarda, bir değişiklik olup olmadığı öncelikle kontrol edilmelidir.
Hukuki müessesenin saptanması, uyuşmazlığa
uygulanacak hukuk normunun seçilmesine, bu hukuk normunun unsurları dikkate
alınarak, iddianın kanıtlanması için gereken delillerin belirlenmesine neden
olacağı için öncelik taşımaktadır. Elbette bu saptama, gövdenin doğru
oluşturulmasında, istemin gerçekleşmesinde yani lehe karar alınmasında en
önemli unsur olacaktır. Bu nedenle, hukuki yardım talep eden kişinin belirtmiş
olduğu maddi vakıalar arasından, davaya konu olacak talebi haklı göstermeye
elverişli bulunan vakıalar ile gereksiz olan maddi vakıalar ayrılmalıdır.
Sonuca etkili olacak maddi vakıaları, dava dilekçesinde bir mantık sırası
içinde mahkemeye sunmalıdır( Ejder Yılmaz age. sayfa 815). Çünkü, taraflar,
haklarını dayandırdıkları hukuk kuralının aradığı unsurlara uygun somut vakıaları
ortaya koymak zorundadır. Bu yükümlülük, HMK 119 maddesinin gerekçesinde
davacıya bir yük olarak yüklenmiş olup, eğer bunu yerine getirmez ise sonucuna
katlanması gerektiği de aynı gerekçede belirtilmiştir.
(Kuru&Arslan&Yılmaz age sayfa 293 ve Pekcanıtez&Altay&Özekez age.
sayfa 322-323)
Maddi vakıaların doğru ve eksisiz olarak
belirlenmesi, ileride karşımıza çıkabilecek olan iddianın genişletilmesi yasağı
ile karşılaşmamızı önleyecektir.
Görüşme tutanağında, sunulan maddi vakıaların
neler olduğu konusuna yer verildiği gibi, hukuki yardım talep edilen kişiden,
maddi vakıalara ilişkin olarak sorulan ek soruların neler olduğunun ve buna
karşılık alınan cevapların da yer almasında yarar bulunmaktadır.
Maddi vakıaların hukuk kuralının aradığı
unsurlara, uygun olarak bir mantık yapısı içinde sunulmuş olması HMK / 119 1.e
maddesinde belirtilen görevin yerine getirilmesini gerçekleştirdiği için, bu
kez HMK/ 119.e maddesinin ayrılmaz bir parçası olan onu tamamlayan HMK 119/1.f
maddesinin gereğinin yerine getirilmesine sıra gelmiştir.
Söz konusu maddeye göre, her bir maddi vakıanın
dayandığı delillerin belirlenmesi gerekmektedir.
Gerek maddi vakıaların gerekse delillerin dava
dilekçesinde açıkça belirtilmesi şartı HMUK döneminde de var olan bu şarttır.
HMUK 179 maddesi de aynı hükmü içermektedir. Ancak, uygulamada buna riayet
edilmemesinden ötürü davaların gereksiz uzamasını önlemek açısından, HMK nın
yürürlüğe girmesi ile birlikte HMK 194 /1 ve 2 maddelerinde yer alan
somutlaştırma kuralı da yürürlüğe girmiştir. İşbu nedenle, HMK 119/1.f ve HMK
194/1 ve 2 maddeleri birlikte değerlendirilecektir.
HMK nın yürürlüğe girmesinden bu yana 5 koca yıl
geçmiş olmasına rağmen, delil bildirmeye ilişkin kuralların uygulamaya nasıl
yansıtılması gerektiği konusunda bir fikir birliğine ulaşılamamıştır. İş bu
nedenle öncelikle, madde gerekçesini bilgilerinize sunmakta yarar
bulunmaktadır. Her ne kadar madde gerekçeleri, madde içeriğinde yer alan
hükümler gibi yorumlanamaz ise de, bu gerekçeler yasama organının iradesini
ortaya koymaktadır. Nasıl TBK 19 maddesi gereği bir sözleşmenin yorumunda,
sözleşmenin lafzi yorumunun yanı sıra, bireyler arasındaki asıl amacın aranması
gerektiğini hükme bağlamış ise, aynı kuralın kanun yapımı sırasında yasama
organı içinde geçerli olduğunu kabul etmek bize doğru bir davranış olarak
gözükmektedir. İşbu nedenle öncelikle HMK 194 maddesinin madde gerekçesini
bilgilerinize sunmakta yarar görmekteyim.
“Bu madde yeni bir düzenlemedir.
Maddenin amacı, bir yandan ispatın genel hükümleri çerçevesinde temel bir
kavrama yer vermek iken, diğer yandan da uygulamada genel geçer ifadelerle
somut vakıalara dayanmadan davaların açılıp yürütülmesinin önüne geçmektir.
Birinci fıkrada, somutlaştırma yükü düzenlenmiştir. Bir davada, ispat faaliyetinin tam olarak yürütülebilmesi, mahkemenin uyuşmazlığı doğru tespit ederek yargılama yapabilmesi, karşı tarafın ileri sürülen vakıalara karşı kendini savunabilmesi için, iddia edilen vakıaların açık ve somut olarak ortaya konulması gerekir. Genel geçer ifadelerle, somut bir şekilde ortaya koymadan iddia veya savunma amacıyla vakıaların ileri sürülmesi durumunda, yargılamanın sağlıklı bir şekilde yürütülmesi mümkün olmayacağı gibi, vakıaların anlaşılması için ayrıca bir araştırma yapılması ve zaman kaybedilmesi söz konusu olacaktır. Taraflar, haklarını dayandırdıkları hukuk kuralının aradığı koşul vakıalara uygun, somut vakıaları açıkça ortaya koymalıdırlar. Bu vakıaların somut olarak ileri sürülmesi, ilgili taraf için bir yüktür; bu yükü yerine getirmeyen sonuçlarına katlanacaktır.
İkinci fıkrada, somutlaştırma yükünün delillerle ilişkisi ortaya konulmuştur. Dava açılırken ve cevap dilekçesi verilirken taraflar, dayandıkları vakıaların hangi delillerle ispat edileceğini de belirtmek zorundadırlar. Delil bir ispat aracı olarak, ileri sürülen bir vakıanın doğruluğunu ispat etmeye yarar. Dolayısıyla her bir vakıa bakımından o vakıayı ispata yarayan ispat araçlarının da belirtilmesi önemlidir. Uygulamada, tarafların iddia veya savunmada bulunurken yeterli araştırma yapmadan vakıalar ileri sürdükleri veya bunların delillerini ortaya koymadan dilekçeler verdikleri görülmektedir. Özellikle taraflarca hazırlama ilkesinin geçerli olduğu davalarda, mahkemenin yargılamayı doğru yürütebilmesi ve makul bir sürede karar verebilmesi için, delillerin vakıalarla bağlantısı kurularak mahkeme önüne getirilmiş olması gerekir. Bu da tarafların dayandıkları delilleri ve her bir delilin hangi vakıanın ispatı için kullanılacağını belirtmeleriyle mümkündür.”
Birinci fıkrada, somutlaştırma yükü düzenlenmiştir. Bir davada, ispat faaliyetinin tam olarak yürütülebilmesi, mahkemenin uyuşmazlığı doğru tespit ederek yargılama yapabilmesi, karşı tarafın ileri sürülen vakıalara karşı kendini savunabilmesi için, iddia edilen vakıaların açık ve somut olarak ortaya konulması gerekir. Genel geçer ifadelerle, somut bir şekilde ortaya koymadan iddia veya savunma amacıyla vakıaların ileri sürülmesi durumunda, yargılamanın sağlıklı bir şekilde yürütülmesi mümkün olmayacağı gibi, vakıaların anlaşılması için ayrıca bir araştırma yapılması ve zaman kaybedilmesi söz konusu olacaktır. Taraflar, haklarını dayandırdıkları hukuk kuralının aradığı koşul vakıalara uygun, somut vakıaları açıkça ortaya koymalıdırlar. Bu vakıaların somut olarak ileri sürülmesi, ilgili taraf için bir yüktür; bu yükü yerine getirmeyen sonuçlarına katlanacaktır.
İkinci fıkrada, somutlaştırma yükünün delillerle ilişkisi ortaya konulmuştur. Dava açılırken ve cevap dilekçesi verilirken taraflar, dayandıkları vakıaların hangi delillerle ispat edileceğini de belirtmek zorundadırlar. Delil bir ispat aracı olarak, ileri sürülen bir vakıanın doğruluğunu ispat etmeye yarar. Dolayısıyla her bir vakıa bakımından o vakıayı ispata yarayan ispat araçlarının da belirtilmesi önemlidir. Uygulamada, tarafların iddia veya savunmada bulunurken yeterli araştırma yapmadan vakıalar ileri sürdükleri veya bunların delillerini ortaya koymadan dilekçeler verdikleri görülmektedir. Özellikle taraflarca hazırlama ilkesinin geçerli olduğu davalarda, mahkemenin yargılamayı doğru yürütebilmesi ve makul bir sürede karar verebilmesi için, delillerin vakıalarla bağlantısı kurularak mahkeme önüne getirilmiş olması gerekir. Bu da tarafların dayandıkları delilleri ve her bir delilin hangi vakıanın ispatı için kullanılacağını belirtmeleriyle mümkündür.”
Gerekçeye baktığımızda, maddenin yasalaşmasındaki temel amacın
“… diğer yandan da uygulamada genel geçer ifadelerle somut vakıalara dayanmadan
davaların açılıp yürütülmesinin önüne geçmektir.” Cümlesi ile dile getirildiği,
böylece yargılamanın doğru yürütülmesini ve makul sürede karar verilmesini
amaçladıklarını ise “…özellikle taraflarca hazırlama ilkesinin geçerli olduğu
davalarda, mahkemenin yargılamayı doğru yürütebilmesi ve makul bir sürede karar
verebilmesi için, delillerin vakıalarla bağlantısı kurularak mahkeme önüne
getirilmiş olması gerekir. Bu da tarafların dayandıkları delilleri ve her bir
delilin hangi vakıanın ispatı için kullanılacağını belirtmeleriyle mümkündür.”
Cümleleri ile ifade etmektedirler. Yasa koyucu bununla da yetinmemiş
“…taraflar, haklarını dayandırdıkları hukuk kuralının aradığı koşul vakıalara
uygun, somut vakıaları açıkça ortaya koymalıdırlar. Bu vakıaların somut olarak
ileri sürülmesi, ilgili taraf için bir yüktür; bu yükü yerine getirmeyen
sonuçlarına katlanacaktır.” Yasa koyucunun bu kuralına uymayanın cezasına da
katlanması gerektiğini vurgulamıştır.
Bu açıklama
ile yasa koyucu, biz avukatların özensiz davranmalarını davaların uzamasının
nedeni olarak göstermiştir.
Kanımızca,
HMK 119/1.e maddesinde yer alan hükmü yorumlarken öncelikle, usul hukukuna
ilişkin kuralların kamu düzenine ilişkin emredici nitelikte olduğunu gözden
uzak tutmamak gerekmektedir. Söz konusu kuralı bu şekilde yorumladığımızda,
dava dilekçesinde yer verdiğimiz tüm maddi vakıalara ilişkin tüm delilleri
genel geçer ifadelerle değil, açık ve net bir şekilde belirtmemiz zorunludur.
Olayı HMK 119/1.f maddesi hükmü ile değerlendirdiğimizde ise, dava dilekçesinde
var olan eksikliklerden bir kısmının yargılama aşamasında giderilmesinin hükme
bağlandığı fakat delil göstermeye ilişkin eksikliğin bu madde kapsamında
kalmadığını görmekteyiz. Aslında her iki fıkra hükmü gerekçede yer alan
yasamanın iradesini doğru olarak yansıtmaya yetmektedir.
Olayı bir
kez de adil yargılamaya ilişkin hükümlere göre yorumlamakta yarar
bulunmaktadır. Bu amaçla, HMK 27 maddesini ve buna ilişkin gerekçeyi
değerlendirdiğimizde, gerekçede öncelikle hukuki dinlenilme hakkının
açıklanması yapılmış ve silahların eşitliği kavramı ile sürpriz karar yasağına
aykırı davranışlardan kaçınılması gerektiği ihtar edilmiştir. Madde
gerekçesinin tamamını bilgilerinize sunmakta yarar bulunmaktadır. Bu sunumdaki
amaçlardan biri, delillerin sunulması zamanı ile ilgili tartışmaları doğru
değerlendirmemize olanak sağlamak olmakla beraber diğeri ise, yakın tarihe
kadar özel hukuk yargılamasına ilişkin konularda, Yargıtay’ın bile adil
yargılanma hakkından yada hukuki dinlenilme hakkından söz etmeksizin, taraf
teşekkülünün sağlanmadığından söz ettiğini hatırladığımızda, adil yargılamanın
özel hukuk alanına geç gelen bir kavram olmasından kaynaklanmaktadır. Gerekçe “
Hukukî dinlenilme hakkı, Anayasanın 36 ncı
maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 ncı maddesinde düzenlenen
adil yargılanma hakkının en önemli unsurudur. Zira, insan onurunun
yargılamadaki zorunlu bir sonucu olarak, yargılama süjelerinin, yargılamada
şeklen yer almaları dışında, tam olarak bilgi sahibi olmaları, kendilerini
ilgilendiren yargılama konusunda açıklama ve ispat haklarını tam ve eşit olarak
kullanmaları ve yargı organlarının da bu açıklamaları dikkate alarak gereği
gibi değerlendirme yapıp karar vermesi gereklidir. Hukukî dinlenilme hakkı
olarak maddede ifade edilen ve uluslararası metinlerde de yer bulan bu hak,
çoğunlukla “iddia ve savunma hakkı” olarak bilinmektedir. Ancak, hukukî
dinlenilme hakkı, iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir
kavramdır.
Bu hak, yargılamanın tarafları dışında, müdahiller ve yargılama konusu ile ilgili olanları da kapsamına almaktadır. Ancak, her yargılama süjesi kendi hakkıyla bağlantılı ve orantılı olarak bu hakka sahiptir. Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir.
Bu hakkın ikinci unsuru, açıklama ve ispat hakkıdır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir.
Bu hakkın üçüncü unsuru, tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesidir. Bu değerlendirmenin de, kararların gerekçesinde yapılması gerekir. Eksik, şeklî ve görünüşte gerekçe yazılması, bu hakkın ihlâli sonucunu doğuracaktır. Yargı organları, her iki tarafın iddia ve savunmaları ile delillerini değerlendirip, hangi maddî ve hukukî sebeplerle karar verdiklerini gerekçelerine yansıtmalıdırlar. Ortaya çıkacak karar, hukukun genel ilkelerine, mevzuata ve yerleşik içtihatlara tamamen aykırı ve sürpriz sayılacak nitelikte olmamalıdır. Bu durum “sürpriz karar yasağı” olarak da ifade edilmektedir.
Yargı organları özellikle yerleşik içtihatların dışında yeni bir karar verebilirler. Ancak bu konuda gerekçelerini tam ortaya koymalı ve tarafların açıklamalarını da değerlendirmelidirler.
Maddede yapılan düzenlemeyle, en temel yargısal hak olarak kabul edilen ve uluslararası sözleşmelerle anayasalarda yerini bulan hukukî dinlenilme hakkı, tüm unsurlarıyla ortaya konulmuştur.” Şeklinde kaleme alınmıştır.
Bu hak, yargılamanın tarafları dışında, müdahiller ve yargılama konusu ile ilgili olanları da kapsamına almaktadır. Ancak, her yargılama süjesi kendi hakkıyla bağlantılı ve orantılı olarak bu hakka sahiptir. Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir.
Bu hakkın ikinci unsuru, açıklama ve ispat hakkıdır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir.
Bu hakkın üçüncü unsuru, tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesidir. Bu değerlendirmenin de, kararların gerekçesinde yapılması gerekir. Eksik, şeklî ve görünüşte gerekçe yazılması, bu hakkın ihlâli sonucunu doğuracaktır. Yargı organları, her iki tarafın iddia ve savunmaları ile delillerini değerlendirip, hangi maddî ve hukukî sebeplerle karar verdiklerini gerekçelerine yansıtmalıdırlar. Ortaya çıkacak karar, hukukun genel ilkelerine, mevzuata ve yerleşik içtihatlara tamamen aykırı ve sürpriz sayılacak nitelikte olmamalıdır. Bu durum “sürpriz karar yasağı” olarak da ifade edilmektedir.
Yargı organları özellikle yerleşik içtihatların dışında yeni bir karar verebilirler. Ancak bu konuda gerekçelerini tam ortaya koymalı ve tarafların açıklamalarını da değerlendirmelidirler.
Maddede yapılan düzenlemeyle, en temel yargısal hak olarak kabul edilen ve uluslararası sözleşmelerle anayasalarda yerini bulan hukukî dinlenilme hakkı, tüm unsurlarıyla ortaya konulmuştur.” Şeklinde kaleme alınmıştır.
Madde metnine
baktığımızda metnin gerekçe ile uyumlu olarak kaleme alındığını görmekteyiz.
Madde aynen
“ 1) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer
ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına
sahiptirler.
(2) Bu hak;
a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b) Açıklama ve ispat hakkını,
c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini,
içerir.”şeklindedir.
(2) Bu hak;
a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b) Açıklama ve ispat hakkını,
c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini,
içerir.”şeklindedir.
Yukarıda
sayılan tüm nedenler birlikte değerlendirildiğinde, davalının, davacının hangi
maddi vakıalara dayandığını bilmenin yan sıra bu maddi vakıaları hangi
delillerle kanıtlamak istediğini de bilme hakkı olduğunu hiçbir terettüde yer
vermeden söylemek zorunluluğumuz bulunmaktadır.
Çünkü,
“Hakkı doğuran maddi vakıaların yaşamda meydana geldiğini ve bundan sübjektif
bir hak doğduğunu ileri sürmek, iddianın sübutu için yeterli olmayıp, hayatta
gerçekleştiği ileri sürülen maddi olguların kanunun cevaz verdiği delillerle
kanıtlanması gerekir.” ( Postacıoğlu&Altay
age. sayfa 417)
Bir maddi
vakanın yaşamda meydana geldiğini ileri sürerek, bir sübjektif hakkı talep eden
kişiye, HMK 189/1 maddesi ispatı bir hak olarak tanımış olmasına karşılık, HMK
190/1 maddesi bunu bir yük olarak değerlendirmiştir. HMK 190/1 maddesine göre,
yasa tarafından düzenlenen istisnalar dışında, var olduğu iddia edilen bir
maddi vakıadan kendi yararına bir hukuki sonucun doğmasını isteyen taraf bunu
ispatla yükümlüdür. Böylece, “…koşul (soyut)vakıalara uygun şekilde ortaya
konulan somut vakıaların doğruluğu ve gerçekliği konusunda hakimde kanaat…”
uyanmış olacaktır (Pekcanıtez&Atalay&Özekes age. sayfa 415 ).
İspat
hakkının ve de ispat görevinin gerçekleşebilmesi için, ispat yükü ile yükümlü
kılınan taraf, bu hakkını ve de yükünü delil sunarak gerçekleştirmek
zorundadır. Çünkü hakim, HMK 25/2 maddesinde de belirtildiği gibi, kendiliğinden delil toplayamaz. Elbette HMK
25/2 maddesin hükmü içeriğinde yer alan kanunda belirtilen durumlar ve taraflarca
hazırlanması gerekmeyen davalarda yer alan deliller ile keşif, bilirkişi
delilleri bu kuralın istisnasını oluşturmaktadır.
(Pekcanıtez&Atalay&Özekes age. sayfa 324 dipnot 183)
Her ne
kadar, HMK 187/1 maddesine göre, gösterilmesi gereken delillerin, uyuşmazlığın
çözümüne etki edecek olan maddi vakıalardan tarafların üzerinde anlaşamadıkları
maddi vakıalarla sınırlı olması gerekiyorsa da, dava dilekçesinin düzenlendiği
aşamada, tarafların üzerinde anlaşamadıkları maddi vakıalar hakkında bir şey söylemek
için vakit erkendir. Bu nedenle, dava dilekçesinin hazırlanması aşamasında, tüm
maddi vakıaların varlığı, davalı tarafından inkar ediliyormuş gibi kabul
edilerek dava dilekçesi hazırlanmalıdır.
Tarafların
anlaştıkları vakıalardan davalının ikrar ettiği maddi vakıaların anlaşılması
gerektiğini düşünmekteyiz. Bu ise ancak
cevap yada ikinci cevap dilekçesi ile ortaya çıkacağı için, davacı taraf, HMK
187/2 maddesinde herkesçe bilinen vakıalar istisnası dışında kalan,
uyuşmazlığın çözümünde etki edecek tüm maddi vakıalara ilişkin delilleri
göstermek zorundadır.
HMK 25/2
maddesinde yer alan “kanunda belirtilen durumlar” dan ne anlamamız gerektiğini,
HMK 25/2 maddesine ilişkin gerekçede
görmekteyiz. Gerekçede yer alan ifadeye göre HMK 25/2 maddesinde yer alan bu
hükmün anlaşılabilmesi, bu hükmün HMK 31/1 maddesi hükmü ile birlikte
değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilindiği gibi HMK 31/1 maddesi, hakimin
davayı aydınlatma görevini belirleyen bir maddedir. Hakim bu madde kapsamında
kalmak kaydı ile, delil gösterilmesini isteyebilir. Kanımızca, yasa maddesi
“isteyebilir” yerine “ister” sözcüğü ile yani emredici bir sözcükle bitse idi
daha doğru olurdu. Çünkü bu madde hakimin, hüküm kurabilmesi için yapması
gereken faaliyetleri düzenler. yani hakimin görevinin sınırlarını oluşturur ve
gene kanımızca HMK 32/1 maddesinde hakime görev olarak verilen yargılamanın
sevk ve idaresi görevi içinde yer alan diğer görevlerden öncelikli bir
görevdir. Zaten madde gerekçesine göre, hakime yüklenen bu görev, hakimin
“maddi anlamda sevk yetkisi” ne ilişkindir. Madde gerekçesini bir bütün olarak
değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. Söz konusu gerekçede “Hâkimin, uyuşmazlığın aydınlatılması
bakımından neler yapabileceğinin hüküm altına alındığı bu madde, 1086 sayılı
Kanunun 75 inci maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarını karşılamaktadır.
75 inci maddede, “iki tarafın iddiaları hududu dahilinde olmak üzere” şeklinde ifade edilen husus “uyuşmazlığın aydınlatılmasının zorunlu kıldığı durumlarda” ibaresi kullanılarak ifade edilmiştir.
Bu düzenlemeye göre, hâkimin ancak bu hâllerde, taraflardan açıklama isteme, soru sorma ve delil göstermelerini isteme yetkisi vardır.
Maddede, hâkimin maddî anlamda davayı sevk yetkisi düzenlenmektedir. Mukayeseli hukuktaki gelişim sonucu, günümüzde, bununla, hâkimin taraflara sorular sorma, işaret ve müzakere etme ödevi anlaşılmaktadır. Bununla hâkim, olayın ve hukukî uyuşmazlığın olgusal ve hukukî boyutlarını gerekli olduğu ölçüde taraflarla birlikte ele alabilecek, tarafların zamanında uyuşmazlığın çözümü için önemli vakıaların tamamı hakkında açıklama yapmalarını, özellikle ileri sürülen vakıalardaki eksiklikleri tamamlamalarını, delilleri ikame etmelerini ve gerekli talepleri ileri sürmelerini sağlayabilecektir.” İfadesi yer almaktadır.
75 inci maddede, “iki tarafın iddiaları hududu dahilinde olmak üzere” şeklinde ifade edilen husus “uyuşmazlığın aydınlatılmasının zorunlu kıldığı durumlarda” ibaresi kullanılarak ifade edilmiştir.
Bu düzenlemeye göre, hâkimin ancak bu hâllerde, taraflardan açıklama isteme, soru sorma ve delil göstermelerini isteme yetkisi vardır.
Maddede, hâkimin maddî anlamda davayı sevk yetkisi düzenlenmektedir. Mukayeseli hukuktaki gelişim sonucu, günümüzde, bununla, hâkimin taraflara sorular sorma, işaret ve müzakere etme ödevi anlaşılmaktadır. Bununla hâkim, olayın ve hukukî uyuşmazlığın olgusal ve hukukî boyutlarını gerekli olduğu ölçüde taraflarla birlikte ele alabilecek, tarafların zamanında uyuşmazlığın çözümü için önemli vakıaların tamamı hakkında açıklama yapmalarını, özellikle ileri sürülen vakıalardaki eksiklikleri tamamlamalarını, delilleri ikame etmelerini ve gerekli talepleri ileri sürmelerini sağlayabilecektir.” İfadesi yer almaktadır.
Görüldüğü gibi,
HMK 31/1 maddesi, HMUK 75 maddenin karşılığıdır ve HUMK 75. maddesinde yer alan
“iki tarafın iddiaları hududu dahilinde” ifadesi yerine, HMK 31/1 maddesinde
“uyuşmazlığın aydınlatılmasının zorunlu kıldığı durumlarda” ibaresi kullanılmıştır. Bu sözcük değişikliği, hükmün içeriğinin değişmesine neden
olmamıştır. Hakime tanınan bu görev, genelde iddia ve savunmanın değiştirilmesi
ve genişletilmesi yasağına uygun olarak delil isteme görevi olarak
belirlenmektedir. Diğer bir anlatımla, hakim bu görevini yerine getirirken,
tarafların gösterdiği maddi vakıalardan hangisi yada hangilerinin yeterince
açılığa kavuşmadığını belirttikten sonra, sadece bu maddi vakıalarla sınırlı
kalarak delil isteyecektir. Aksine davranış hakimin sorumluluğunu doğuracak
nitelikte bir davranıştır.
Bu gerekçede, bilginize sunmadan
geçemeyeceğimiz çok özel bir açıklama da yer almaktadır. Bunu belirtmenin bir
zorunluluk olduğunu düşünmekteyiz. Gerekçeye göre hakim, taraflara soru
sormanın yanı sıra taraflarla müzakere etmek görevi ile görevlendirilmiştir. Bu
görev hakime mukayeseli hukuktaki gelişim sonucunda verilmiş bir görevdir. Gene
aynı gerekçeye göre, hakim olayın ve hukuki uyuşmazlığın olgusal ve hukuki
boyutlarını gerekli olduğu ölçüde taraflarla birlikte ele alabilecektir.
Yasanın hakime yüklemiş olduğu bu görev nedeni ile hakimin, “yazılı yargılama
yapıyoruz, ne diyorsan yazda ver, zamanım yok, tartışmak ihsası reydir”
şeklinde mazeret ileri sürmesi mümkün değildir. Hakim görevinin yapmak,
yapmadığı takdirde sonucuna katlanmak zorundadır. Hakim ön inceleme
duruşmasında vereceği kararla, tarafların sunmuş olduğu delilerden hangileri
ile ve ismen belirtmiş olduğu halde başka yerlerden getirilmesi gerektiği için
henüz getirilmemiş olan delillerden hangilerinin dosyaya kazandırılması ile
uyuşmazlığı çözebileceğini ve de bunlar dışında delil talep edip etmediğini
karar bağlamak zorundadır( Yrg HGK 10.03.2010 2010/4-125 2010/144 K sayılı
kararı ve Dr. Bülent Hayri Acar Özel Hukukta İspat ve delil Bağlamında
Uygulamalı Hukuk adlı yapıtı). Üstelik bu kararı verirken, kendi başına hareket
etmek gibi bir lüksü de bulunmamaktadır. Bu kararı tarafların katılımı ile
oluşturmalı ve gerekçeli olarak yazdırmalıdır. Gerek tarafların duruşmalarda
sözlü açıklamalardan kaçınmasının gerekse hakimin duruşmalarda, sözlü
açıklamaları dikkate almamasında ki nedenleri, ileride daha geniş olarak ifade
etmeye çalışacağız, ancak öncelikle belirtmek isteriz ki gerek taraflar gerekse
hakim duruşmada ileri sürülen hususları değerlendirmek ve gereken cevabı yada
tedbiri almak alışkanlığına sahip olmadığından yada daha doğrusu lisans
eğitiminden sonra staj dönemlerinde lisans eğitiminin kopyası bir eğitim vermeye
çalışıldığından, bir yanlış yapmamak için, usul kanununda yer almayan hatta ona
aykırı bu uygulama benimsenmiştir. Kısacası bu uygulama, bizlerin zayıflığının
duruşmalara yansımasından başka bir şey değildir.
Tekrar
konumuza dönersek, delillerin belirlenmesinde,
HMK 189/4 maddesinde açıkça hükme bağlandığı gibi, gösterilen bu delillerin,
hukuka uygun olarak elde edilmiş olması, yasanın o maddi vakıanın hangi delil
ile kanıtlanması yolundaki emrine uygun olması ve hakim tarafından caiz delil
olarak nitelendirilmesi gereken/olası delillerden seçilmiş olması
gerekmektedir. Hemen belirtmek isteriz ki, HMUK 218 maddesinin yazılımı HMK
189/4 maddesinin yazılımından daha anlamlıdır. Gene kişisel kanımıza göre, HMUK
213 vd maddelerinde düzenlenmiş olan tahkikata ilişkin hükümler, HMK 137 vd
maddelerinde incelenen ön inceleme ve HMK 143 vd da yer alan tahkikata ilişkin
hükümlerden daha açık ve uygulamaya daha doğru yön verecek nitelikte
hükümlerdir. HMK da bu hususların farklı bir anlatımla düzenlenmiş olması hatta
yeni bir hukuki kurum gibi anlatılmaya çalışılması, sadece hakim ve avukat
olarak biz uygulamacıların yasaya ve yasama organına yeterince saygı
göstermemizden kaynaklanan sorunların yasa koyucu ve akademisyenler tarafından,
örtbas edilmesi amacını taşımaktadır.
Dava
dilekçesinde delil sunma görevini yerine getirmez isek, ya hakimin HMK 31
maddesi doğrultusunda imkan yaratmasını beklemek yada HMK 145/1 maddesinin
olanaklarından yararlanmak zorunda kalırız. Bu iki halin ikisinde de bizim irademizin
yerini hakimin takdiri ve kararı yer almıştır. Yanı aktif olduğumuz bir konuda
aktifli hakime bırakmış olmaktayız.
Delil
sunarken HMK 196/1 maddesi gereği,
delilen vazgeçebilmemiz için, karşı tarafın oluruna gereksinimi olduğunu
unutmamalı ve gereks delil bildiriminden kaçınmalıyız.
Deliller,
davanın omurgasını teşkil ettiğine göre, Avukatlık Kanunu gereğince tutmakla
yükümlü olduğumuz görüşme tutanağında, hukuki yardım talep eden kişinin
getirdiği delillerin neler olduğunu ve hangi delilleri istediğimiz halde bu
delillerin getirilemediğini hatta getirilemeyen deliller nedeniyle nasıl bir
risk taşıdığımızı da belirtmekte yarar bulunmaktadır.
Davalının
adil yargılanma hakkının sağlıklı bir şekilde kullanılması için davacının
dayandığı hukuki nedeni de bilmesi gerekmektedir.
Hukuki
neden, hukuk normunun iki unsurundan birini oluşturmaktadır. Diğerini ise bu
hukuk normunun oluşturduğu yaptırım oluşturmaktadır.
Hukuki
neden, hukuki sebep, hukuki olgu, soyut olgu, koşul olgu, şart olgu deyimleri
ile de açıklanmaktadır.
Daha önce
belirttiğimiz gibi, dava dilekçesinin hazırlanmasındaki ilk aşamada, hukuki
yardım talep eden kişinin bildirdiği maddi vakıaların hangi hukuki sebebe
dayandırılması gerektiğini saptamamız şarttır. Ancak, bu saptamaya bağlı olarak,
dava dilekçesinin maddi vakıalarını ve delilerini sunmak mümkün olacaktır. O
halde HMK 33/1 maddesinde yer alan “Hakim Türk hukukunu hakim uygular” hükmünün
arkasına sığınarak, dava dilekçesinin hukuki sebep bölümünü “ilgili yasalar”
açıklaması ile geçiştirmek, hem avukata yakışır bir durum değildir (
Postacıoğlu&Altay age sayfa 418; Ejder Yılmaz age. sayfa
816;Pekcanıtez&Atalay&Özekes age. sayfa 325)hem de kanımızca, davalı
açısından, HMK 27/2.a maddesinde hükme bağlanan ve hukuki dinlenilme hakkının
bir parçası olan bilgi sahibi olma hakkını zedeleyen bir davranıştır.
Hakime HMK
33 maddesi ile yüklenen görevi açıklamak için “Olaya uygulanacak hukuk kuralını
belirlemek yetkisi hakime ait kamusal bir görevdir. Böylece hukuki
nitelendirmeyi yaparak olaya uygulanacak kuralı tespit etmek suretiyle bir
senteze varan ve bunu uyuşmazlık konusu olaya uygulayarak hukuki sorunu çözen
hakimin bu faaliyeti (hukukun uygulanması) niteliğinde olup (HMK 33m) mantıksal
açıdan tümden gelip yönteminin kullanılması sonucunda gerçekleşmektedir.”
(Postacıoğlu&Altay age sayfa 418)ifadeleri ile yorum yapmak mümkün ise de bu
yorumun noksan bir yorum olduğunu belirtmekte yarar bulunmaktadır.
Hemen hemen
tüm eserlerde, yer alan, gerek ilmi gerekse kazai içtihatlarda tartışılmaksızın
kabul edilen bu kurala göre, taraflar dilekçelerinde hukuki nedeni
bildirmemişler ise, bunu bir noksan olarak kabul etmek mümkün değildir. Çünkü,
HMK 33/1 maddesi gereği bunu saptamak hakimin görevidir.
Ancak
yukarıda yer alan tüm açıklamalar karşısında bu kuralın, davada kendisini
bizzat savunmak zorunda kalan davacı ve
davalının hukuka ait bilgi noksanından doğabilecek adil olamayan durumları
önlemek olduğunu da unutmamız gerekmektedir. O halde, eğer, avukat olarak,
meslek dışındaki kişilere tanınmış olan bu imtiyazdan sürekli yararlanmak
istersek, meslek sahibi olmanın da bir yararının olmadığını kabul etmemiz
gerekecektir.
Aslında HMK
33/1 maddesinin hakime yüklediği bu görevin, HMK 198/1maddesinde yer alan,
hakimin delilleri serbestçe takdir eder hükmünden bir farkı yoktur. Söz konusu
hükümde de, taraflar delillerini ileri sürmekte, çözüm için gerekli olan
kanunlara uygun delilleri belirlemek görevi hakime yüklenmektedir. Burada da,
taraflar hangi hukuk normundan yararlanmak istediklerini belirtmekte, hakim bu
değerlendirmenin doğru olup olmadığını saptamakta ve doğru bulmuyorsa, bunun
yerine uygulanması gereken hukuk normunu belirlemelidir. Elbette hakime
yüklenen bu görev, yargılamanın sonuna kadar, hakimin sırrı olarak
kalmamalıdır. Hakim, ön inceleme duruşmasında, HMK 31/1 maddesinin gerekçesinde
belirtildiği gibi, taraf dilekçelerinde yer alan hususları değerlendirirken, “taraflara
gereken soruları sormalı, onlarla müzakere etmeli”, ve “olayın ve hukuki
uyuşmazlığın olgusal ve hukuki boyutlarını gerekli olduğu ölçüde taraflarla
birlikte ele alabil”meli ve de vardığı sonucu ara kararına gerekçeli olarak
yansıtmalıdır. Böylece, ön inceleme duruşması, davanın yol haritası olma
özelliğini kazanacaktır. Çünkü, taraflar süpriz karar yasağı kuralına uygun
olarak, yargılamanın hangi hukuk normuna uygun olarak yürütüleceğini, burada
hangi maddi vakıa için, ispat ve delil yükünün hangi tarafa ait olacağını,
sunulan delillerin yetersiz kalması halinde hakimin hangi maddi vakıa için
hangi taraftan delil istediğini birlikte saptayacaklar ve bunu tutanakta
imzaları ile beyan edeceklerdir. Ön inceleme duruşmasına ilişkin açıklamalarda,
bu konuya ayrıca değinecek olmakla birlikte, ön inceleme duruşmasının kuralına
uygun olarak yürütülmemesinin temel nedenlerinden birinin de avukat olarak
bizlerin duruşmalarda misafir oyuncu gibi davranmamız olduğunu belirtmekte de
yarar bulunmaktadır.
Olayı adil
yargılama açısından değerlendirdiğimizde, Fransız Medeni Usul Kanununda yer
alan hükümlerin bu konuyu açık bir şekilde hükme bağladığını görmekteyiz.
“Fransız Medeni Usul Kanununun 15. Maddesinde tarafların iddialarını
dayandırdıkları vakıaları ve bunlara ilişkin delilleri, ileri sürdükleri hukuki
sebepleri, taraflardan her birinin savunmada bulunmasına imkan tanımak amacıyla,
karşılıklı olarak birbirlerine bildirmeleri gerektiği belirtilmiştir. Bu
durumda hakim yargılamada yalnızca tarafların birbirlerine bildirdikleri
vakıaları, delilleri ve hukuki sebepleri dikkate alabilecektir. Ayrıca Fransız
Medeni Usul kanununun 16 maddesinde karşılıklı olarak tartışma imkanı
verilmeyen taraflarca gösterilmiş veya ibraz edilmiş delillerin, yapılmış
açıklamaların hakimin kararında dikkate alınmayacağı belirtilmiştir (Adil
Yargılanma Hakkı Yrd. Doç Sezin Aktepe Artık sayfa 383).
“Türk usul
hukukunda hukuki dinlenilme hakkını düzenleyen HMK m 27 den başka, yalnızca
bilgilendirme hakkına yer veren böyle bir kanun hükmü olmamakla birlikte,
hukuki dinlenilme hakkına ilişkin genel madde uygulamada aynı sonuca varılması
açısından yeterlidir” (Aktepe age sayfa 383).
B u nedenle,
HMK 33/1 maddesi hakimin hukuku resen uygulamasına ilişkin kuralı hükme
bağlamış ise de, yani hakim taraflarca getirilen vakıalara uyan somut hukuk
normu ve tarafların bu konudaki beyanlarından bağımsız olarak hakim tarafından
tespit edilecek ise de hakim bu kararını alırken tarafları mahkemenin görüşü
hakkında bilgilendirmesi, kendilerine açıklama hakkı tanıması, bu açıklamaları
değerlendirmesi şarttır ( Aktepe age sayfa 401).
Zaten hukuki
dinlenilme hakkı “Yargılama ile hukuki durumu etkilenecek kişilerin,
yargılamanın bir sujesi olarak, yargılama konusunda bilgi edinmelerini, açıklamada
bulunmalarını, yargılamaya etki edebilmelerini ve yargı mercilerinin bunları
dikkate alıp değerlendirerek, gerekçeli şekilde karar vermelerini sağlayan,
sürpriz kararla karşılaşmanın önüne geçen bir temel hak ve yargılama ilkesidir”
(Aktepe age sayfa 365 ve Muhammet Özekes Medeni Usul hukukunda Hukuki
Dinlenilme Hakkı sayfa 21 ) şeklinde ve
“yargılamanın adil ve hakkaniyete uygun şekilde yürütülmesi
çerçevesinde, tarafların öngöremedikleri bir kararla karşılaşmamaları olarak
ifade edilmektedir. Yargılama belirli bir hukuki sebep veya sebeplere dayanarak
yürütülmekte ve toplanan deliller, verilen ara kararlar neticesinde taraflarda
yargılamanın seyri ve üzerinde durulan uyuşmazlık konularına ilişkin haklı bir
beklenti oluşmuşken, birden bire bu tutumun değiştirilmesi ve taraflar
uyarılmadan yargılamadaki tartışmaların tamamen dışında bir karar verilmesi
hali” şeklinde tanımlandığına (Aktepe age sayfa 399 ) göre, dava dilekçesinde
hukuki nedenin açık bir şekilde ifade edilmesi hem davalının hukuki dinlenilme
hakkının sağlanmasına yol açacak hem de HMK nın hakime yüklediği tartışma
görevi nedeniyle, hakimin resen ve de taraflarla tartışmadan bir hukuki neden
belirleyerek, davacı ve de davalı açısından sürpriz bir karar almasına olanak
tanınmasını engelleyecektir.
Yargıtay 4
HD 13.4.1976 gün 2237/3896 (sezgin sayfa 399 1 HD 1.5.1987 1305/4122 (sezgin
sayfa 401 ) 8 HD 21.01.2013 2012/11967 2013/549 (Ejder sayfa 612) kararlarının
yanı sıra bazı yazarların görüşlerinin de bu yönde olduğunu belirtmekte yarar
bulunmaktadır ( Ejder 816/ Hakan 325/Postacıoğlu&Altay age. sayfa 418). Söz
konusu yazarlar hukuki nedenin bildirilmesinin aynı zamanda Av.K 2 maddesinin
avukata yüklediği bir sorumluluk olduğunu da belirtmektedirler.
Bize göre,
hukuksal nedenin açık bir şekilde dava dilekçesinde işlenmiş olması,
yargılamada avukatı aktif, hakimi pasif süje haline getirecek bir uygulamadır.
Bu ise, avukatın onuru açısından, avukatın yargılamada ne zaman ayağa kalkacağı
sorunundan daha önemlidir.
Dava
dilekçesinin gövdesini oluşturduktan sonra, sonuç bölümünü oluşturmak, son
derece kolaylaşmıştır. Çünkü, biz bu aşamaya kadar somut olaya uygulanmasına
karar verdiğimiz hukuk normunun, koşul vakıalarını dikkate alarak dilekçemizi
oluşturduk. Şimdi söz konusu hukuk normunun yaptırım unsurunu dikkate alarak
istem kısmını yazmamız gerekecektir. İlk dikkat etmemiz gereken husus, hukuki
yardım talep eden kişinin istemine uygun bir istem oluşup oluşmadığının
saptanmasıdır. Eğer bunda bir kuşkumuz yoksa, çalışmamızın doğru yolda olduğuna
karar verebiliriz.
İstem
bölümünün yazılması aşamasında, dikkat edeceğimiz bir başka husus ise, hangi
dava türünü seçmiş olduğumuzdur. Çünkü sonuç cümleleri bu türün gereklerine
göre yazılmalıdır.
İstem bölümü hazırlanırken, işin sağlamasını
yapmak açısından, koşul şartlarının somutlaştırma kuralına ve hukuka uygun
delil kuranla bağlı kalınarak, kanıtlanıp kanıtlanmadığını, kontrol etmekte yarar bulunmaktadır.
İstem
bölümü, aynen gerekçeli kararın hüküm kısmında olduğu gibi, hiçbir tereddüde
yer vermeyecek açıklıkta olmalıdır. Aynı zamanda, dava dilekçesinin
başlangıcında bulunan, dava konusu ile paralellik/bütünlük göstermelidir.
Özellikle
eda davası türü davaların istem bölümünü yazarken, bu bölümün, dava değeri ile
çelişmemesine dikkat etmelidir.
İşin en
kolay kısmı gözüken, dilekçenin başlangıç kısmını oluştururken buraya kadar
gerçekleştirdiğimiz çalışmalardan yararlanmamız gerekecektir.
Bu kısım
için belirlememiz gereken ilk husus, dilekçenin hangi mahkemeye sunulacağıdır.
Bu ise, yetkili ve görevli mahkemenin belirlenmesini gerektirecek bir husustur.
Görev HMK 2
ve 4 maddelerinde hükme bağlanmıştır. Bu maddeler hükmüne göre, basit
yargılamaya tabi olmayan işler ile kanunlarda açıkça belirlenen diğer görevli
mahkemelerin görev alanına girmeyen işler, asliye hukuk mahkemesinin görev
alanına girmektedir. Ancak, asliye hukuk mahkemesi sıfatı ile görev yapan
birden fazla mahkemenin bulunması nedeni ile bu basitlik karmaşaya
dönüşebilmektedir.
Karmaşayı
açıklamak için, bizi yakından ilgilendiren bir konuyu örnek olarak bilginize
sunmak isteriz. Avukatlık kanunundan kaynaklı bir vekalet ücreti alacağı için
üç ayrı görevli mahkeme bulunmaktadır. Eğer, dava, nihai tüketici olarak
tanımlanan vekil edenle avukat arasında ise, dava tüketici mahkemesinde, eğer
avukatlık hizmeti tacir kapsamına giren bir avukat tarafından bir tacire
verilmiş ise ticaret mahkemesinde, eğer bunların dışında kalan bir kişiye
verilmiş ise yargılama asliye hukuk mahkemesinde görülecektir. Üstelik HMK nın
yürürlüğe girmesinden bu yana, bu konuda ki Yargıtay kararlarında ki çelişki de
giderilmemiştir.
HMUK
döneminde işbölümü itirazı olarak değerlendirilen sorunlar HMK döneminde görev
uyuşmazlığı olarak değerlendirilmektedir.
Görevli
mahkemenin belirlenmesinde, yargısal kararları dikkate alarak bir sonuca
gitmekte yarar bulunmaktadır. Eğer, görevli mahkeme konusunda bir yanlış
uygulama yapmamız, görev itirazı ile karşılaşmamıza neden olacak ve davayı
uzatacaktır.
Yetkiye
ilişkin kurallar ise, HMK 5-16 maddeleri arasında yer almaktadır. Yetki
konusunu değerlendirirken öncelikle, taraflar arasında hukuka uygun olarak
yapılmış bir yetki sözleşmesinin bulunup bulunmadığını belirlemek
gerekmektedir. Eğer yetki sözleşmesi varsa, sözleşmede belirtilen yetkinin
“münhasır” yetki olup olmadığı değerlendirilmelidir. Eğer münhasır yetki değil
ise kanundan doğan yetki kuralları ile sözleşmeden doğan yetki birlikte
değerlendirilmeli ve TMK 2 kuralına uygun bir yetkili mahkeme seçilmelidir.
Elbette yetki sözleşmesinde birden fazla yetkili mahkeme belirlenmiş olabilir.
Böyle bir durum varsa gene TMK 2 maddesine uygun bir seçim ile yetkili mahkeme
belirlenmelidir.
Gerek yetki
sözleşmesi ile gerekse genel hükümlere göre yetkili mahkeme belirlenirken,
kesin yetki kuralının var olup olmadığı da dikkate alınmalıdır.
Davanın
taraflarının taşıdığı kimlikler ve maddi vakıanın niteliği de yetkili mahkemenin
belirlenmesinde önem taşımaktadır. Yetkiye ilişkin genel açıklamayı daha sonra
yapmak üzere, konunun anlaşılması için şu küçük örneği vermekte yarar
bulunmaktadır. Eğer dava bir boşanma davası ise dava kişilerin kimliğinden ve
davanın niteliğinden ötürü genel yetki kuralının aksine davacının ikametgahı
mahkemesinde de açılabilir. Eğer maddi vakıa bir haksız fiil ise dava, zarar
görenin yerleşim yeri mahkemesi, haksız fiilin yada zararın meydana geldiği
yada meydana gelebileceği yer mahkemeleri ile genel yetki kuralına uygun olarak
davalının yerleşim yeri mahkemesinde açılabilinir. Görüldüğü gibi, HMK 119/1.a
maddesinde mahkemenin adı olarak gösterilen unsur bile bir çalışmanın sonucunda
ortaya çıkmaktadır.
Dilekçenin
sunum bölümünün ikinci başlığı HMK 119/1.b maddesi hükmü gereği, tarafların adı
soyadı ve adresleridir. Ancak bu bölüm yazılırken HMK 119/1.c de yer alan hüküm
unutulmamalı ve davacının TC kimlik numarası da yazılmalıdır.
Bundan
sonraki bölümde, varsa, tarafların kanuni temsilcileri ile vekillerinin adı
soyadı ve adresleri yazılmalıdır.
Taraf
kavramı ile ilgili olarak iki teori bulunmaktadır. Birincisi, taraf kavramını
maddi hukuka göre açıklayan maddi taraf kavramı, ikincisi ise şekli taraf
kavramıdır. Maddi taraf kavramı günümüzde terk edilmiş bir kavramdır. Şekli
taraf kavramında, taraf maddi hukuktan bağımsız olarak düşünülmektedir.
Dilekçede taraf olarak gözüken kişi bu hukuki ilişkinin tarafı olmayabilir,
başlangıç aşamasında bunun bir önemi yoktur. Çünkü, dava dilekçesinde
gösterilen tarafın gerçekten taraf olup olmadığı davanın sonunda verilen hüküm
ile belli olur.
Dava iki
taraf sistemi üzerine kurulmuştur. Dava açarak mahkemeden hukuki koruma talep
eden kişiye davacı, kendisine karşı koruma talep edilen kişiye davalı
denilmektedir (Pekcanıtez&Atalay&Özekes age. sayfa 199). Davacının yada
davalının birden fazla olması yada tüzel kişi veya gerçek kişi olması bu kuralı
değiştirmez.
Dava
dilekçesi hazırlanırken yani somut bir davada, “…tarafla ilgili üç sorunun
araştırılması gerekir;
-
Görülmekte
olan davada taraf kimdir ?
-
Bu kişi
taraf ve dava ehliyetine sahip midir?
-
Bu kişinin
talebi hakkında karar verilebilinir mi?” (Pekcanıtez&Atalay&Özekes age
sayfa 199 vd)
Bu aşamada,
bazı kavramları bilmekte yarar bulunmaktadır.
Bunlardan
taraf ehliyet; medeni hakları kullanma ehliyetidir (Kuru&Arslan&Yılmaz
age. sayfa 218).
Davacı
olarak taraf sıfatına sahip olabilmek için dava konusu hakkın sahibi olmak
gerekir (Pekcanıtez&Atalay&Özekes age sayfa 207). Sıfat ehliyeti yoksa dava
usulde red edilir. Dava şartı değil itiraz nedenidir
(Kuru&Arslan&Özekes age. sayfa 236)
Aslında,
sıfat dava konusu sübjektif hak ile taraflar arasındaki ilişkidir. Taraf
ehliyeti ve takip yetkisi, davanın taraflarının kişilikleri ile ilgili olduğu
halde taraf sıfatı (husumet)dava konusu sübjektif hakla ilgilidir
(Kuru&Arslan&Yılmaz age. sayfa 234).
Bunlardan
dava ehliyeti; kişinin kendisinin veya yetkili kılacağı bir temsilci
(vekil)aracılığı ile bir davayı (davacı yada davalı olarak) takip etme ve usul
işlemlerini yapabilme ehliyetidir. (Kuru&Arslan&Yılmaz age. sayfa 226)
Dava
ehliyetinin kullanılabilmesi için kişinin aynı zamanda fiil ehliyetine de sahip
olması gerekmektedir.
Dava takip
yetkisi; kişinin kendi adına yada bir başkası adına talep sonucu hakkında hüküm
alabilme yetkisidir.
Kural
olarak, taraf ehliyeti ve dava ehliyeti bulunan kişinin dava takip yetkisi
vardır. Ancak bazı istisnai durumlarda, davada ehliyeti bulunan kişinin taraf
ve dava ehliyeti mevcut bulunmasına rağmen, bu kişinin dava takip yetkisi bulunmayabilir.
Örneğin müflisin dava takip yetkisi olmaması gibi (Kuru&Arslan&Yılmaz
age. sayfa 233)
Davada sıfat
yokluğu, dava şartlarından sonra incelenir. Ancak, sıfat yokluğunun diğer
itiraz ve defilerden önce incelenmesi gerekir. Çünkü, taraflardan birinin taraf
sıfatı yoksa, diğer itiraz ve defilerin incelenmesine gerek yoktur.
Yukarıda yer
alan açıklamalardan anlaşılacağı gibi, bize başvuran kişinin davada davacı
olarak gösterilmesi için öncelikle medeni hakları kullanma ehliyetine sahip
olması gerekmektedir. Eğer medeni hakları kullanma ehliyeti yoksa, onun adına
hareket edecek kişinin belirlenmesi ve bu kişinin gereken yetki ile donatılıp
donatılmamış olmasının kontrolü gerekmektedir. Bu işlem bizi kanuni temsilcinin
belirlenmesine götürür.
Eğer, taraf
ehliyeti ve dava takip yetkisi sorunu aşılmış ise bu kez avukata verilecek olan
vekaletnamenin usulüne uygun olarak düzenlenmiş olup olmadığının kontrolü
gerekmektedir.
Bu aşamada
ise, avukata davacı olarak başvuran kişinin, dava konusu hakkın sahibi olup
olmadığının incelenmesi gerekir. Bu inceleme, dava dilekçesinin hazırlanmasında
saptadığımız, maddi vakıalar ve hukuki olgular yolu ile belirlenecektir.
Elbette, bu aşamada da maddi vakıaların kanıtlanması için başvurduğumuz
delilleri bir kez daha gözden geçirmekte yarar bulunmaktadır. Çünkü, davacının
kimliği ile davalının kimliği birlikte değerlendirdiğimizde, hangi delillerin
kabul edilebilir delil vasfına sahip olup olmayacağı farklılık yaratmaktadır.
Örneğin yakın akrabalar arasında belge aranmamasına rağmen eğer taraflar
arasında başlangıçta yazılı delile başvurulmuş ise bu kuralın işlemeyeceği
gibi.
Tüm
bunlardan sonra dava değerinin yazılması gerekmektedir. Dava değerinin
yazılmasında ilk koşul davanın türüne göre değişmektedir. Dava belirsiz alacak
ve tespit davası ise, asgari bir miktarın, dava kısmi dava ise, dava olunan
kısmın, dava eda davası ise istemde yer alan parasal değerin yada talep edilen
malın, para ile ölçülebilecek olan değerinin belirtilmesi gerekmektedir.
Dava
dilekçesinde yer alan bu bölüm ilke olarak harcın hesaplanmasında dikkate
alınmaktadır. Bu nedenle, özellikle mala ilişkin eda davalarında gerçek değerin
belirtilmemesi, davanın yürütülmesi açısından bir önem taşımamaktadır. Çünkü
dava değeri kamu düzeninden olduğu için hakim yargılamanın her aşamasında bunu
saptayabilir. Eğer hakimin saptadığı değer, dava dilekçesinde yer alan değerden
fazla ise, davacı aradaki değer farkının oluşturduğu harç yatırma
yükümlülüğünü, hakimin bu konuda ki ara kararını takip eden ilk celseye kadar
tamamlamak zorundadır. Davacı bu yükümlüğünü yerine getirmez ise, yargılamaya
devam edilemez. Eğer yükümlülüğün yerine getirilmesi için gereken süreden sonra
üç ay geçmiş ise, davanın açılmamış sayılmasına karar verilir. (Harçlar Kanunu
30 ve 32 maddeleri)
Bu bölümün
diğer bir önemi ise, kanun yoluna başvurmanın ve temyiz aşamasında duruşma
istemenin mümkün olup olmadığının saptanmasındadır.
Harca esas
değer olarak nitelendirdiğimiz bu değerin gerek akdi gerekse karşı taraf
vekalet ücretinin hesaplanmasında temel ilke olarak alındığını unutmamak
gerekmektedir. Harçlar kanunun emredici hükmünden kaçmak mümkün olmadığına
göre, dava değerinin düşük gösterilmesi,AAÜT 5/2 maddesi hükmüne rağmen
uygulamada, akdi vekalet ücretinin belirlenmesinde davacı avukatın zararına yol
açmaktadır.
Akdi vekalet
ücretindeki bu olumsuzluk karşı taraf vekalet ücretine yansımamaktadır. Çünkü,
karşı taraf vekalet ücreti, harca esas değerden belirlenmektedir. Aynı şekilde,
vekil edeni harçtan ve karşı taraf vekalet ücretinden korumak amacıyla açılan
kısmi davada da gerçek zarar görenler taraf avukatlarıdır. Elbette bundan yarar
gören bir grup vardır. Onlar, tüccar terzi gibi davranıp, yargılama giderlerini
kendi ceplerinden karşılayan ve davanın getirisini dilediğince paylaşma
sözleşmesi yapan kişilerdir. Hatta bunlar arasında, vekil edenin bilgisi
olmasın diye ilamın asıl alacağa yönelik kısmı ile karşı taraf vekalet ücretine
ilişkin kısmını ayrı ayrı icraya koyanlar olduğu gibi, gelir düzeyi düşük bir
işçinin dava sonunda işveren ile anlaşmasına olanak tanıyıp daha sonra Av.K.
165 maddesinde yararlanarak işveren aleyhine akdi vekalet ücretine ilişkin dava
açıp, işçiden aldığı akdi vekalet ücretine ek olarak yeni bir akdi vekalet
ücreti talep edenlerde bulunmaktadır.
Yasanın
aradığı unsurları içeren bir dilekçenin yazılmış olması yeterli değildir. Bir
kez de olayı, karşı tarafımız açısından değerlendirmekte yarar bulunmaktadır.
Onun savunmaları neye dayanacaktır. Ona karşı nasıl bir davranış izlememiz
gerekir vb sorular. Bu aşamada çözüme kavuşturulması gereken hususlardır.
Elbette bu
aşamada dava şartlarını ve ilk itirazları tek tek gözden geçirmek ve gereken
önlemleri almak gerekecektir.
EK
Bu yazıyı hazırladıktan sonra, Arş Gör Cenk Akil imzası ile AÜHFD 2008 yılına ait dergisinde yayınlanan ve ankara.edu.tr de bulabileceğiniz, "Hakimin Hukuku Kendiliğinden uygulaması ilkesi" adlı makalesini okudum. Dava dilekçesinde yada diğer taraf dilekçelerinde hukuki neden belirtirken bu makalenin gözden geçirilmesinde yarar gördüğümü hatırlatmak gereğini hissettim.
Bu yazıyı hazırladıktan sonra, Arş Gör Cenk Akil imzası ile AÜHFD 2008 yılına ait dergisinde yayınlanan ve ankara.edu.tr de bulabileceğiniz, "Hakimin Hukuku Kendiliğinden uygulaması ilkesi" adlı makalesini okudum. Dava dilekçesinde yada diğer taraf dilekçelerinde hukuki neden belirtirken bu makalenin gözden geçirilmesinde yarar gördüğümü hatırlatmak gereğini hissettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder