Av. Ender DEDEAĞAÇ Stj Av. Elçın SANAL
Bu konudaki sorumluluk,
VUK 10 maddesi ile AATUHK mükerrer 35. maddesi hükümlerine göre belirlenir.
VUK 10 maddesine göre,
tüzel kişilerin vergi mükellefi ve sorumlusu olmaları halinde, tüzel kişilere
düşen vergi kanunlarından kaynaklanan ödevler, kanuni temsilcileri tarafından
yerine getirilir. Görüldüğü gibi bu madde Vergi Usul Kanunu kapsamına giren
vergilerden doğan ödevlerin yerine getirilmesinde tüzel kişilerin kanuni
temsilcilerini sorumlu tutmuştur.
Halbuki AATUHK mükerrer
35 maddesi, kanuni temsilcilerin, vergi sorumlusu olan tüzel kişilerden tahsil
edilemeyen yada tahsil edilemeyeceği anlaşılan vergilerden ötürü, kişisel mal
varlıkları ile sorumlu olduklarını hükme bağlamıştır.
Bu durumda, YTTK
hükümlerine göre tüzel kişiliğe sahip olarak kurulmuş olan limited şirketlerde,
kanuni temsilci olan şirket müdürleri, limited şirketten, vergi mükellefi yada
vergi sorumlusu olarak, tahsil edilemeyen yada tahsil edilemeyecek olan
vergilerden ötürü, kişisel mal varlığı ile sorumlu tutulması gerekmektedir.
Limited şirket
müdürlerine yüklenen VUK yer alan bu sorumluluğun yanı sıra, AATUHK mükerrer 35
maddesine 5776 sayılı kanunla,2008
tarihinde eklenen 5 fıkra hükmü ile yeni bir sorumluluk getirilmiştir. AATUHK
35/5 hükmüne göre, vergi alacağı, amme alacağının doğduğu ve tahsil edilmesi
gereken tarihlerde görevde bulunan kanuni temsilcilerden müteselsilen tahsil
edilmelidir. Uzunca bir süre uygulanan bu hüküm, en sonunda Danıştay tarafından
Anayasa’ya aykırı görülmüş ve iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuştur. Anayasa
Mahkemesi’nin 19.03.2015 gün ve 2014/144 E 2015/29 K sayılı kararı ile de bu
madde iptal edilmiştir. AATUHK uzunca
bir süre yürürlükte kalmasının sorumlularından bir tanesi, vergi hukukunu
benimsemeyen biz avukatlarındır. Çünkü, mali müşavir vb meslek alanlarından
gelen diğer meslek mensuplarına göre, vergi ile ilgili uygulamalarda öncelik
normlar hiyerarşisine aykırı da olsa Maliye Bakanlığı tebliğleridir. Bu düşünce
vergisel uyuşmazlıklarda da hakim olduğu için, Anayasa’ya aykırı olan AATUHK 35
maddesi uzunca bir süre uygulanmıştır. Bu nedenle, avukat arkadaşların vergi
uyuşmazlıklarında görev almalarının zamanının gelip geçtiğini söylemek isterim
Elbette bu alanda çalışan arkadaşlarımız, muhasebe tekniklerinin uygulamaya
yansıması açısından muhasebe mesleği
alanında çalışanlardan yardım almak
zorundadırlar. Ancak yardım almak, bu konudaki faaliyetten uzaklaşmak anlamına
gelmemelidir.
Bu arada unutmadan dile
getirmek isterim, vergi mahkemelerinde görülmekte olan davalarda, hazine
avukatlarından çok ilgili vergi müdürlerinin yer almasının avukatlık mesleğine
karşı oluşturulmuş bir tutum olarak değerlendirmekteyim. Üstelik bunun, 659
sayılı KHK 14/1 maddesi ile getirilen, vergi müdürlerine karşı taraf vekalet
ücreti ödenmesi hükmü ile desteklenmesi, avukatın vergisel uyuşmazlıklarda yok
olarak kabul edilmesi anlamına geldiğini düşünmekteyim.
Anayasa Mahkemesi ve
Danıştay kararı, limited şirketlerin müdürlerinin vergi sorumluluğunu yeni bir
boyuta taşıdığı için, bu konuyu söz konusu kararlar açısından değerlendirmekte
yarar bulunmaktadır.
Anayasa Mahkemesi
kararında yer alan Danıştay açıklamasına baktığımızda, VUK 10 maddesi hükmünün,
tüzel kişi temsilcilerine yüklediği yükümlülüğün, sadece VUK doğan vergileri
kapsadığının bu nedenle, “213 sayılı Vergi Usul Kanunu kapsamına
girmeyen fiyat farkı, kur farkı, haksız yere alınan ihracatta vergi iadesi,
kaynak kullanımı destekleme primi gibi bazı amme alacaklarının tüzel kişiliğin
mal varlığından tahsil imkanı bulunmadığından kanuni temsilciler hakkında
tatbikata geçilmiş ancak Danıştay'ca verilen muhtelif kararlarla 213 sayılı
Vergi Usul Kanunu kapsamına girmeyen alacakların takibinde mezkur maddenin
tatbik imkanı bulunmadığı yönünde görüş birliğine varılmıştır.” İfadesinin yer
aldığını görmekteyiz.
Görülüyor ki Danıştay Anayasa Mahkemesi’ne başvurmadan
önce bu konuda yerleşmiş kararların oluşmasını sağlamış ondan sonra Anayasa
Mahkemesi’ne başvurmuştur.
Gene aynı açıklamaya göre AATUHK mükerrer 35 maddesine
5 ve 6 fıkraların eklenmesinin nedeni” Vergi Usul Kanunu kapsamına girmeyen bu
tür alacakların takibinde genel hükümlere başvurulması uzun zaman alacağı gibi
bu hükümlerin uygulanması idareye pratik bir fayda sağlamayacaktır. Bu itibarla
amme borçlusunun mal varlığından alınamayan bu tür alacakların kanuni
temsilcilerinin, teşekkülü idare edenlerin veya yabancı şahıs veya kurum
mümessillerinin mal varlığından 6183 sayılı Kanun hükümlerine göre tahsilini
temin etmek ve Vergi Usul Kanunu kapsamına giren vergi ve buna bağlı
alacaklarda sorumlu olan bu şahısların diğer amme alacaklarının ödenmesinden de
sorumlu olmalarını sağlamak amacıyla 6183 sayılı Kanuna mükerrer 35 inci madde
eklenmiştir." Cümleleri ile açıklanmaktadır.
Görüldüğü gibi, devlet kendi alacağı için, kişilerin
alacağından farklı bir tahsil usulü benimseyerek, kendi lehine bir fark
yaratmıştır. Böylece, devleti koruyorum düşüncesi ile devlet memurlarını
korumayı yeğlemiştir. Bunu kabul etmek mümkün değildir.
AATUHK mükerrer 35 maddenin eklenmesinden sonra da,
Danıştay’ın görüşünün vergi idarelerini rahatlatmadığını görmekteyiz. Bunu aynı
kararda yer alan Danıştay’ın başvurusunda yer alan “Belirtilen düzenlemenin
yürürlüğe girmesiyle birlikte ortaya çıkan uyuşmazlıklarda Danıştay'ın genel
yaklaşımı, "6183 sayılı Kanun, 1 inci maddesinde sayılı vergi dahil tüm
amme alacaklarının tahsil usulünü düzenlediğinden, mükerrer 35 inci madde vergi
ve buna bağlı alacaklar için uygulanabilir gibi görünse de, Vergi Usul
Kanunu'nun 10 uncu maddesinin özel nitelikli bir tahsil hükmü olan ikinci
fıkrası zımmen veya açık olarak ilga edilmediği için, vergi ve buna bağlı
alacaklarda mükerrer 35 inci maddenin uygulanma olanağı bulunmadığı, nitekim
Kanunun gerekçesinde de Vergi Usul Kanunu'nun 10 uncu maddesine atıfta
bulunularak, mükerrer 35 inci maddenin "diğer amme alacakları" için
getirildiği belirtilmekle, paralel bir düzenlemeyle bu ayırıma gidilmiş olduğu,
bu durumda, vergi ve buna bağlı alacaklarda kanuni temsilcilerin takibi için
uygulanacak madde özel hüküm olan Vergi Usul Kanunu'nun 10 uncu maddesi olup,
6183 sayılı Kanun'un mükerrer 35 inci maddesi ancak diğer amme alacakları için
uygulanabileceği" şeklindedir” açıklamasından anlamaktayız.
Mükerrer 35 maddenin yürürlüğe girmesi ile de
kendisine istenilen çözümü sağlayamayan, şirket yöneticilerinin hatta
ortaklarının kasıtlı olarak değişmesi nedeni ile de takip zorluğu yaşayan vergi
idareleri, bu kez mükerrer 35 maddeye 5 ve 6 fıkra hükümlerini eklemeyi uygun
görmüşlerdir.
Yapılan bu ekleme konusunda Danıştay’ın görüşü aynen
“6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun mükerrer 35 inci
maddesine 5766 sayılı Kanunla eklenen son iki fıkrasında, amme alacağının
doğduğu ve ödenmesi gerektiği zamanlarda kanuni temsilci veya teşekkülü idare
edenlerin farklı şahıslar olmaları halinde bu şahısların, amme alacağının
ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutulacağı, kanuni temsilcilerin
sorumluluklarına dair 213 sayılı Vergi Usul Kanununda yer alan hükümlerin, bu
maddede düzenlenen sorumluluğu ortadan kaldırmayacağı öngörülmüştür.”şeklindedir.
Söz konusu düzenlemenin gerekçesinde, "Madde ile
6183 sayılı Kanunun mükerrer 35 inci maddesinde ibare değişikliği yapılması ve
maddeye bir fıkra eklenmesi öngörülmektedir. Maddede yapılan ibare değişikliği
ile borçludan tahsil edilemeyen dolayısıyla 6183 sayılı Kanunun mükerrer 35
inci maddesi kapsamında takip edilmesi gereken kamu alacaklarına açıklık
getirilmektedir. Madde hükmünün Kanunun 1 inci ve 2 nci maddesi kapsamına giren
amme alacakları için uygulanacağı hususu metinde belirtilerek, özellikle 213
sayılı Vergi Usul Kanunu kapsamına giren amme alacakları ile ilgili olarak
oluşan tereddütler giderilmektedir. Maddede yapılan bir diğer düzenleme ile
amme alacağının doğduğu ve ödenmesi gerektiği zamanlarda kanuni temsilci veya
teşekkülü idare edenlerin farklı şahıslar olması halinde bu şahısların, amme
alacağının ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutulacakları belirtilmekte ve bu
sorumluluk uygulamasının 213 sayılı Vergi Usul Kanunu kapsamına giren amme
alacaklarının, düzenlendikleri kanunlardaki kanuni ödeme sürelerinde veya 213
sayılı Vergi Usul Kanununa göre verilen özel ödeme süreleri içinde farklı
şahısların kanuni temsilci veya teşekkülü idare eden olması halini de kapsadığı
ifade edilmektedir." denilmektedir.
“Bu haliyle, 6183 sayılı Kanunun mükerrer 35.
maddesinin 5766 sayılı Kanunun 4 üncü maddesiyle eklenen son fıkrayla, 213
sayılı Kanunun 10 uncu maddesi kapsamına giren amme alacakları da dâhil olmak
üzere tüm amme alacaklarının takibinin mükerrer 35 inci madde kapsamında
yapılabilmesinin mümkün hale geldiği görülmektedir.” ifadeleri ile
belirtilmektedir.
Danıştay’ın başvuru yazısını incelemeye devam
ettiğimizde, Mükerrer 35 maddeye 5 ve 6 maddelerin eklenmesi ile birlikte;
-
VUK 10 maddesi ile AATUHK mükerrer 35 maddesinin uygulama alanlarının aynı
olması nedeni ile, uyuşmazlıkların çözümünde problemlerin yaşandığının
-
VUK getirdiği sorumluluğun kusur sorumluluğu olmasına rağmen, AATUHK
getirdiği sorumluluğu kusursuz sorumluluk olduğunun
-
AATUHK mükerrer 35 maddesine eklenen 5 ve 6 fıkralar nedeniyle, verginin
doğduğu ve ödeme zamanında görevde olan kişilerden müteselsilen tahsili
gerektiğinin
uygulanır hale geldiğinin belirtildiğini görmekteyiz.
Danıştay bu problemlerin Anayasa’ya
aykırılık oluşturduğu kanısına vararak, başvuru yazısında yer alan” Bu
bağlamda, uyuşmazlığa uygulanacak olan 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil
Usulü Hakkında Kanunun mükerrer 35 inci maddesinin Anayasaya aykırılık sorunu
taşıdığı sonucuna ulaşılmıştır”.ifadesi ile gereken başvuruyu yapmıştır.
Danıştay kararında “Anayasanın 2 nci
maddesinde "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve
adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine
bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve
sosyal bir hukuk Devletidir." denilmek suretiyle Devletin hukuk devleti
olduğu belirtilmiştir. Anayasanın 73 üncü maddesinde ise "Herkes kamu
giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür.
Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal
amacıdır. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık,
istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği
yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi Bakanlar Kuruluna
verilebilir." hükmü mevcuttur. Anayasa Mahkemesinin bir çok kararında da
belirtildiği gibi, hukuk devleti, insan haklarına dayanan bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan; her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık,
Anayasa'nın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk
ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir”.açıklamasının yanı sıra
“Hukuk devleti ilkesinin ön koşullarından
biri olan hukuk güvenliği ile kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanması
amaçlanmaktadır. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini,
devletinde yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden
kaçınmasını gerekli kılar. Vergi mükelleflerinin ve sorumlularının ne kadar
vergi ödeyeceğini, sorumluluklarının kapsam ve sınırını önceden bilmesi,
bunların sosyal, ekonomik ve hukuksal davranışlarına yön veren ve geleceğe
ilişkin karar almalarını mümkün kılan hukuk güvenliğinin ön koşuludur. Herkesin
bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna
göre düzene sokabilmesi için hukuk güvenliği ve belirlilik gerekir. Zira,
dinamik olan ve yeni gelişmelerden çabukça etkilenen ekonomik yaşam belirlilik
ve kararlılık ister. Hukuki güvenlik ilkesi vergilemenin belirliliğini de
içerir.” İfadeleri de yer almaktadır.
Kararın bir başka bölümünde ise "Siyasi Haklar ve
Ödevler" bölümünde yer alan vergilendirme yetkisi, devletin ülkesi
üzerindeki egemenliğine bağlı olarak ve günümüzdeki yaklaşımlara uyarak bizzat
ekonomi içerisinde yer almaması dikkate alındığında, kamu giderlerini
karşılayabilmek için en önemli gelir kaynağı olan vergilerin toplanabilmesi
için, devletin bu yetkisini kullanması ve vergi koyması kaçınılmazdır.
Anayasa'nın 5 inci maddesinde belirtilen toplumun refah ve huzurunun sağlanması
için devletin yeni vergiler ihdas etmesi veya bazı istisna ve muafiyetleri
kaldırması en tabii hakkıdır. Ancak, vergideki "yasallık ilkesi" ile
amaçlanan unsur belirlilik olduğuna göre, verginin tarh, tahakkuk ve tahsil
aşamalarını belirleyen yasal düzenlemeler, hukuk devletinin doğal sonucu olarak
bir hukuki güven sağlamaktadır. Vatandaşların, devlete güven duyabilmeleri,
maddi ve manevi varlıklarını özgürce geliştirebilmeleri için hukuk güvenliğinin
sağlanması gerekir.” Denilmektedir.
Karar vergi hukuk açısından son derece önemli bir
belge niteliğinde olduğu için alıntı yapmaya devam etmekteyiz. Gene karar göre
“Kamu hizmetlerinin yürütülmesinde gerekli kaynağın elde edilmesi adına
vergi ve diğer kamu alacaklarının takip ve tahsili için hukuki düzenlemeler ve
ayrıcalıklı yetkilerle kolaylık ve hızlılık sağlanmasının doğal olduğu kabul
edilmekle birlikte, bu konuda bireylerin hakları ve hukukun genel ilkelerinin
de göz önünde bulundurulması hukuk devletinin vazgeçilmezlerindendir. Anayasaya
aykırılığı tartışılan 6183 sayılı Kanunun mükerrer 35 inci maddesinde öngörülen
düzenlemeden beklenen kamu yararının, kamu alacaklarında ilgililerinin
sorumluluklarını arttırarak ve müteselsil sorumluluk getirerek daha hızlı ve
daha yüksek oranda tahsilatın sağlanması olduğu anlaşılmaktadır.
Ancak, her türlü yasal yükümlülüğü yerine
getiren kanuni temsilcilere hiç bir kusur atfetmek mümkün değilken sadece bu
sıfatı nedeniyle Kanun zoruyla müteselsil sorumlu tutulmaları bireylerin hukuka
olan güven duygusunu zedelediği gibi hukuk güvenliği ilkesiyle de bağdaşmaz.
Bireyin kanuni temsilcisi olmadığı dönemde ve başkası tarafından yapılması
zorunlu olan vergisel ödevlerin yerine getirilmemesinden dolayı ortaya çıkan
vergi alacaklarından müteselsil sorumlu tutulması hukuki güvenlik ilkesine
açıkça aykırılık oluşturur.
Öte yandan, 213 sayılı Kanunda kanuni
temsilcilerin sorumluluğunu düzenleyen ve 6183 sayılı Kanunun mükerrer 35 inci
maddesiyle benzer hükümler içeren ancak sorumluluk için kusur arayan 10 uncu
maddenin aynı anda tatbik edilmesi sonucunu doğuran mükerrer 35 inci maddeye
5766 sayılı Kanunla eklenen son fıkranın hukuk devletinin temel ilkelerinden
biri olan, uygulanacak yasal düzenlemelerin herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya
yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır olmasını gerektiren ve bireylerin
hukuksal güvenliğinin sağlanması bakımından da önem arz eden belirlilik
ilkesine aykırı düşmektedir.
Bu durumda, amme alacağının doğduğu ve
ödenmesi gerektiği zamanlarda kanuni temsilci veya teşekkülü idare edenlerin
farklı şahıslar olmaları halinde bu şahısların, amme alacağının ödenmesinden
müteselsilen sorumlu tutulacağı ve kanuni temsilcilerin sorumluluklarına dair
213 sayılı Kanunda yer alan hükümlerin, mükerrer 35 inci maddede düzenlenen
sorumluluğu ortadan kaldırmayacağı yolundaki düzenlemeler Anayasanın 2 nci
maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle, Anayasa'ya aykırı olduğu
kanısına varıldığından, Anayasa'nın 152 nci ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'un 28 inci maddesi uyarınca, 6183 sayılı
Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun mükerrer 35 inci maddesine
5766 sayılı Kanunla eklenen son iki fıkrasının iptali için Anayasa Mahkemesine
başvurulmasına, davanın bu sebeple geri bırakılmasına, dava dosyasının
tamamının tasdikli bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine
29/04/2014 gününde oybirliğiyle karar verildi."
İfadeleri ile Anayasa Mahkemesi’ne göndermiştir.
Anayasa Mahkemesi bu istemi değerlendirmiş ve AATUHK mükerrer 35 maddesinin 5
ve 6 fıkralarının Anayasa’ya aykırılığına karar vermiştir.
Bu karar limited şirket müdürlerinin, şirketin vergi
borçları açısından sorumluluğunda yeni bir yorum ve uygulama getirmiştir.
Danıştay gerekçesinde yer aldığı gibi, bundan böyle,
VUK kapsamı dışında kalan vergiler açısından limited şirket müdürlerini sorumlu
tutmak mümkün olmayacaktır. Ayrıca, limited şirket müdürünün sorumluluğu kendi
müdürlük dönemi ile sınırlı olacaktır. Üstelik VUK 10 maddesi hükmü gereği
kusur sorumluluğu olarak sorumlulukları değerlendirilecektir.
Bu arada dikkat edilmesi gereken bir husus ise, VUK
getirdiği sorumluluğu kusur sorumluluğu olmasına rağmen AATUHK getirdiği
sorumluluğun kusursuz sorumluluk olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’nin kararının
gerekçesinde yer alan aşağıdaki açıklamayı değerlendirdiğimizde ise, Anayasa
Mahkemesi’nin tüzel kişilerin yöneticilerine ilişkin vergi sorumluluğunda,
kusur sorumluğundan yana olduğu kanısı uyanmaktadır. Bu nedenle, özellikle
tasfiye memuru gibi, kayyum gibi, iflas memuru gibi kanun tarafından
görevlendirilmiş kişilerin bu yöndeki sorumluluklarının değerlendirilerek
gereken hukuksal mücadelenin yapılması gerektiğine inanmaktayız.
Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesinden
yaptığımız alıntıyı bilgilerinize sunmakta yarar görmekteyiz ; Kararda
“Kanun koyucu, amme alacağını güvenceye almak
bakımından sorumluluğun yaygınlaştırılması yoluna gidebileceği gibi müteselsil
sorumluluk da öngörebilir. Ancak amme alacağının doğduğu veya ödenmesi
gerektiği zamanlarda kanuni temsilcilerin farklı kişiler olabileceği gerçeği
göz önüne alındığında, kural ile getirilen düzenleme vergi ve diğer mali ödev
ve sorumluluklarını zamanında ve eksiksiz olarak yerine getiren kanuni
temsilcilerin, sonradan kendilerinin görevde olmadığı ve müdahale şanslarının
bulunmadığı bir dönemde gerçekleşen bir eylemden müteselsilen sorumlu
tutulmaları sonucunu doğurmaktadır. Adalet ve hakkaniyet ilkeleri karşısında,
bireyin bu şekilde belirsiz ve güvencesiz bir biçimde kendi kusurundan
kaynaklanmayan bir nedenle, başkalarının eylem veya ihmali sonucu oluşacak
sorumluluğa ortak olması adalet ve hakkaniyetle bağdaşmaz. Dolayısıyla, itiraz
konusu kural hukuk devleti ilkesine aykırıdır.”denilmektedir.
Bilindiği gibi, YTTK müdürlerin ticaret kanunundan
doğan sorumlulukları için, kusura dayalı sorumluluk ilkesini benimsediği gibi,
kusurun kanıtlanmasını davacıya yani, şirket tüzel kişiliğine, ortağa yada
alacaklıya yüklemiştir. Üstelik farklılaştırılmış teselsül ilkesini de kabul
etmiştir. Limited şirketin vergi borçlarından ötürü şirket müdür ve
müdürlerinin sorumluluğunu, Anayasa Mahkemesi kararı ve YTTK nin bu hükümleri açısından da değerlendirmekte yarar
bulunmaktadır. Çünkü, Danıştay kararında da belirtildiği gibi, “…hukuk
devletinin temel ilkelerinden biri olan, uygulanacak yasal düzenlemelerin
herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır
olmasını gerektiren ve bireylerin hukuksal güvenliğinin sağlanması bakımından
da önem arz eden belirlilik ilkesine aykırı…”düşmemek gerekmektedir.
İdari yargıda şirket müdürünün şirketin vergi
borçlarından ötürü sorumluluğunda kusur sorumluluğu kabul edilmesine rağmen,
kusursuzluğun kanıtlanmasını müdüre bırakmaktadır. Halbuki, devletin/vergi idaresinin, inceleme
yetkisini ve şirketin vergi dairesine beyannameler yolu ile düzenli bilgi
verdiğini düşünürsek, idare kanıtlamak açısında bireyden daha fazla avantaja
sahiptir. Bu nedenle kanıtlama yükümlülüğünün devlette/vergi dairesinde
olmasında yarar vardır.
Konuyu iflas ve iflas memurları açısından
değerlendirdiğimizde ise daha büyük bir haksızlıkla karşılaşırız. Çünkü vergi
idarelerine verilen beyannameler yolu ile vergi daireleri şirketleri sürekli
kontrol etmektedir. Üstelik günümüzde bu kontrolü bilgisayarlar aracılığı ile
kolaylaştırmak mümkündür. Diğer bir anlatımla, vergi idaresi şirketin mali
yapısını beyannamelerle izlemesine ve onun borca batık yada sermaye kaybına
uğramış olduğunu saptamasına rağmen hareketsiz kalıp sonra iflas memurundan
bunun hesabını sormasını anlamak mümkün değildir. Hem de iflas masasını
oluşturan kişilerin gerçekte kendi alacaklarını tahsil etmek için masada görev
almış kişiler olduğunu düşünürsek bu davranışla bireye alacağını tahsil
edememek şanssızlığının yanı sıra müflisin vergi borçlarını da üstlenmek
şanssızlığını yüklemekte olduğumuzu görürü ve haksız davranışımızı anlarız.
Limited
şirketlere uygulamakla yükümlü olduğumuz anonim şirketlere ait YTTK 557/1
maddesine göre, birden fazla müdürün görev alması halinde, sorumluluğun bu
müdürler arasında müteselsil sorumluluk olduğu kabul edilmiştir. Ancak, ETTK
dan farklı olarak, YTTK da bu müteselsil
sorumluluk uygulanırken birlikte sorumlu olan kişilerin, bireysel olarak
verilen zararla olan illiyet bağının saptanması ve verdiği zararın ölçümlemesi
yapılmaktadır. Yapılan bu tespite dayalı olarak müteselsil sorumluluk
doğmaktadır Yani verilen zararın birlikte verilen kısmında zarar verenler
birlikte sorumlu olacaklardır. Ancak, her hangi birinin verdiği zararda
diğerlerinin illiyet bağı söz konusu değil ise, bu kişi zararın bu bölümünden
sorumlu olmayacaktır. Elbette, zararla bu birey arasında hiçbir şekilde illiyet
bağı kurulamıyorsa bu birey zarardan sorumlu olmayacaktır.
YTTK 557 maddesinin gerekçesinde, zararın hesabında,
BK 43 ve 44 maddelerinin de dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır. Bu
maddeler TBK da 51 ve 52 madde olarak yer almaktadır. Buna göre, hakim zararın
oluşumunda kusur oranlarına baktığı gibi, zarar görenin kusurun oluşumunda ki
rolünü ve tazminat borçlusunun zararı ödemesi halinde zarar verenin yoksulluğa
düşüp düşmeyeceğini de resen dikkate almak zorundadır. Üstelik, davanın bu
ayrım gözetilmeden açılması olması halinde de hakim bunları resen göz önüne
almakla yükümlüdür.
İşin özünde, BK 43 ve 44 uygulanması, ETTK zamanında
bile bir zorunluluk olmasına rağmen, uygulamada bu kurala değinilmeden yıllar
geçiştirilmiştir. Bu nedenle, YTTK yeni bir şey getirmiş olmamakta sadece bu
ayıbımızı gidermiş olmaktadır.
Anonim şirketlere ilişkin olan YTTK 392 maddeye
baktığımızda, yönetim kurulu üyesinin bilgi alma hakkının sınırlandığını hatta
uygulama açısından bir muhasebe memurunun yada bilgisayar memurunun bile daha
fazla bilgiye daha kolay ulaştığını görürüz. Bu nedenle, farlılaştırılmış
teselsülün faydasına inandığımızı belirtmek isteriz. Ancak, bizim kanımıza
göre, vergi borçlarından ötürü sorumlulukta da farklılaştırılmış teselsül, TBK
51 ve 52uygulanmalı ve devlet ile birey arasında fark giderilerek kanıt yükü
devlette/vergi dairesinde bırakılmalıdır
Bu konuyu limited
şirketlerin ortakları için de irdelemekte yarar olduğunu hatta bir şekilde konunun bilimsel tartışmaya
açılmasını ve de olmazsa Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi gerektiğini
düşünmekteyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder