11 Şubat 2011 Cuma

6110 Sayılı Torba Yasa İle Hakimlerin Hukuki Sorumluluğuna İlişkin Olarak Getirilen Yeni Düzenlemeler

Av. Ender Dedeağaç


Bilindiği gibi, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu adlı yasa da TBMM tarafından kabul edilmiş ve onaylanmak için Cumhurbaşkanlığı’na sunulmuştur. Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması beklenilen bu yasa 2011 yılının Ekim ayında yani 8 ay sonra yürürlüğe girecektir. Ancak bu 8 aylık süre beklenmeksizin, torba yasa olarak adlandırılan 6110 sayılı yasa kabul edilmiştir. Kabul edilen bu yasa ile, şu anda yürürlükte olan 1086 sayılı HUMK un hakimlerin hukuki sorumluluğuna ilişkin maddelerinde değişiklik yapılmıştır. Hiç kimsenin niyetini okumak gibi bir niyetim olmamakla beraber, 8 aylık bir süre için yapılan değişikliğin ne olduğunu incelemek yaşamımıza neler getirdiğini görmek istediğim için bu yazıyı sizlerle paylaşmak gereğini duydum.

Torba yasanın 13. maddesi halen uygulamakta olduğumuz ve Ekim ayına kadar uygulayacağımız 1086 sayılı HUMK adlı yasanın 573. maddesinin birinci fıkrasını değiştirmektedir. Değişiklikten önce, bu fıkra gereğince, 573/2. maddesinde belirtilen koşullar oluştuğunda, hakimler aleyhine tazminat davası açılabiliyordu. Değişiklik ile bu fıkra hükmü aynen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 46. maddesinde olduğu gibi “Hakimlerin yargılama faaliyetlerinden dolayı aşağıdaki sebeplere dayanılarak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir.” Şekline dönüştürülmüştür. Böylece, hakimlerin sorumluluğuna yönelik olan 1086 sayılı yasa hükmü, 6100 sayılı yasa yürürlüğe girmeden önce değiştirilip 6100 sayılı yasa ile kabul gören prensip hemen uygulamaya alınmış ve tazminat davalarında, hakimlerin yerine Devletin davalı olması kabul edilmiş olmaktadır. Bilindiği gibi her iki sistem de değişik ülkelerde kabul görmüş ve öğretide tartışılmış sistemlerdir.

Torba yasanın 13/2.a Maddesi ise 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 575 ve 576 maddelerinin yürürlükten kaldırıldığını hükme bağlamıştır. HUMK un 575. maddesine baktığımızda bu maddede “ Mesuliyet ve tazminat davaları arzuhal itasiyle ikame olunur. İşbu arzuhalde iki tarafın isim ve şöhret ve sıfat ve mahalli ikameti ve sebebi şikayet olan davanın hulasasiyle cereyan eden muhakemenin ve verilen hüküm ve kararlarla ifa olunan muamelenin hulasaları ve tazminat davasının müstenidi olan esbap ile bunların delaili sübutiyesinin ve talep ve dava olunan zarar ve ziyanın neden ibaret olduğu yazılmak ve sebebi şikayet olan dava zabıtnamesiyle evrakı sübutiyesi ve şuhut pusulası işbu arzuhale merbuten verilmek lazımdır. Şeraiti mezkureden birini cami olmıyan arzuhal müddei isticvap olunmaksızın mahkeme karariyle reddolunur.
(Değişik fıkra: 26/09/2004 - 5236 S.K./18.mad) *1* *2* İlk derece mahkemelerinde görev yapan hâkimler hakkında tazminat davaları bölge adliye mahkemesi hukuk dairesi, bölge adliye mahkemesi hâkimleri hakkında ise Yargıtay’ın ilgili hukuk dairesi tarafından incelenerek karara bağlanır.” Hükmünün yer aldığını görmekteyiz.
576. maddeye baktığımızda ise, “Tazminat dâvası sabit olursa müddeinin duçar olduğu kâffei zarar ve ziyan ve masarifi muhakeme ve seferiye dâhil olduğu halde esas dâvaya mütaallik hükümden tevellüt eden zarar ve ziyanının müddeialeyhten tahsiline hükmolunur.
(Değişik 2. fıkra: 5728 - 23.1.2008 / m.21) Dava sabit olmadığı takdirde müddeiden, kendisinden dava olunan hakimin duçar olduğu maddi ve manevi zarar ve ziyan için takdir olunacak münasip bir tazminatın tahsiline hükmolunur. Ayrıca davacıya, mahkemece beşyüz Türk Lirasından beşbin Türk Lirasına kadar idari para cezası verilir.” hükmünü görmekteyiz.
Görüldüğü gibi, HUMK’un 575. maddesinde hükme bağlanmış olan, hakimlere karşı açılacak tazminat davalarında, dava dilekçesinin ve eklerinin nasıl olması gerektiğine ilişkin hüküm yürürlükten kaldırılmıştır. Kaldırılan bu hükmün yerine 6110 sayılı torba yasa ile de bir hüküm getirilmemiştir. Böylece, aynı madde gereğince uyguladığımız, eğer dilekçe, HUMK 575. madde koşularını taşımıyorsa, dilekçe reddolunur, hükmü de kaldırılmış olmaktadır.
HUMK 575. maddesinin yürürlükten kaldırılmış olmasına rağmen yerine bir hüküm getirilmemiş olması nedeniyle, hakimlere karşı açılacak olan tazminat davalarında da diğer davalara ilişkin olarak HUMK da yer alan hükümler uygulanacak, dava dilekçesi HUMK 178. maddeye göre düzenlenecek ve söz konusu maddeye bir aykırılık varsa diğer dava dilekçelerine hangi hükümleri uyguluyorsak bu dava dilekçesine de onu uygulayacağız. Bu husus 6100 sayılı HMK nın 48/1 maddesinde de aynı şekilde hükme bağlanmıştır. Yani, bu kanunun yürürlüğe girmesiyle bir değişiklik olmayacaktır.
HUMK 575/2 maddesinin yürürlükten kaldırılmasıyla birlikte hakimlere karşı açılacak olan tazminat davalarına hangi mahkemelerde bakılacağı konusunu düzenleyen hüküm kalmadığı için, yasa koyucu, 6110 sayılı torba yasanın geçici 2. maddesi hükmünü kabul ederek bu boşluğu doldurmuştur.
6110 sayılı kanunun, geçici 2. maddesine göre, ilk derece mahkemelerinin hakimlerine karşı açılacak olan tazminat davalarına da bundan böyle Yargıtay’da bakılacaktır. Hakimin unvanı - görev yeri, Yargıtay’da görülecek olan davanın hangi kurul tarafından görüleceğinin belirlenmesinde etkili olacaktır.
İlk derece mahkemelerini hakimleriyle ilgili davaların, Yargıtay’da görülecek olması bu davaların davacıları için bir külfet olacak, ancak gerek hakim gerekse davacı bakımından tecrübe, tarafsızlık vb. nedenler açısından bir kazanç oluşturacaktır.
Bilindiği gibi 1086 sayılı HUMK uygulaması döneminde ilçede görev yapan hakimlere karşı açılan tazminat davaları ilde görülmekteydi. 6100 sayılı yasaya ilişkin tasarı düzenlenirken, bölge mahkemelerinin de kurulacağı dikkate alınarak; ilçe hakimleri için il, il hakimleri için bölge mahkemelerinde davaların görülmesi ilkesi benimsenmiş ve bu hüküm tasarının 53/1 maddesinde yer almıştır. Halbuki 6100 sayılı yasa tasarıdan ayrılmış ve 6110 sayılı torba yasada da olduğu gibi, ilçede görev yapan hakimler de dahil olmak üzere tüm hakimlere karşı açılacak davaların Yargıtay’da görülmesi ilkesini kabul etmiş ve bunu 47/1. maddede hükme bağlamıştır. Böylece 6110 sayılı torba yasanın yürürlüğe girmesiyle başlayacak olan hakimlere karşı açılan tazminat davalarının Yargıtay’da görülmesine ilişkin uygulama 6100 sayılı HMK nın yürürlüğe girmesiyle de devam edecektir.
1086 sayılı HUMK un 576/2 maddesinin, 6110 sayılı torba yasa tarafından yürürlükten kaldırılması nedeniyle, hakimlere karşı açılan tazminat davalarının esastan reddi halinde davalı için hüküm olunan para cezasına ve resen hükmedilen davalı lehine tazminata ilişkin uygulamaya son verilecektir. Çünkü 1086 sayılı HUMK un 576. maddesini yürürlükten kaldıran 6110 sayılı torba yasada bu konuya ilişkin bir hüküm getirilmemiştir. Ancak 6100 sayılı HMK nın 49. maddesinde, davanın esastan reddedilmesi halinde hakimler lehine tazminata hükmedilmesini düzenleyen bir hüküm yer almamakla birlikte, para cezası uygulamasına yer verilmiştir. Yani para cezasına ilişkin uygulama 8 ay sonra başlayacaktır.
Böylece 6110 sayılı torba yasanın uygulanacağı kısa dönem, ceza ve tazminat açısından süreklilik gösterecek olan 6100 sayılı HMK ya göre farklı bir dönem olacaktır. Ayrıca belirtmek isterim ki 6110 sayılı torba yasanın 11. maddesiyle 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’na eklenen 93/A maddesinde de davanın esastan reddi halinde, tazminat ya da para cezası uygulamasına ilişkin herhangi bir hüküm yer almamaktadır.
Daha önce belirttiğimiz gibi 6110 sayılı torba yasa, HUMK 573. maddesinin değiştirmenin ve HUMK 575 ile 576. maddelerini yürürlükten kaldırmanın yanı sıra geçici madde 2 hükmüyle bazı yenilikler de getirmiştir. Getirilen bu yeniliklerden birinin hakimlere karşı açılacak tazminat davalarının tümünün Yargıtay’da görülmesine ilişkin değişiklik olduğunu yukarıda görmüştük.
Geçici madde 2/1.b maddesinde yer alan hüküm, 6100 sayılı HMK nın 47/2 maddesinde yer alan hükmün tekrarıdır. Her iki düzenlemede yer alan bu hükümlere göre devlet tarafından açılacak olan rücu davalarına, tazminat davasının karara bağlamış olan mahkemede bakılacaktır. Torba yasa, HMK ile aynı hükmü taşıdığı için bu maddenin uygulanmasında bir kesinti olmayacaktır. Geçici madde 2/1.c de yer alan hüküm ise 6100 sayılı HMK nın 48/2 hükmüyle aynıdır. Her iki hüküm de, hakimlere karşı açılan tazminat davalarının ilgili mahkeme tarafından, hakime resen ihbar edileceğine ilişkindir. Bu hüküm açısından da süreklilik oluşmuştur. Ancak bu hüküm doğrultusunda, yapılacak olan ihbarın sonuçlarına ilişkin bir düzenleme ne torba yasada ne de HMK da bulunmamaktadır. Bu nedenle insanın aklına 1086 sayılı HUMK da bulunan davanın ihbarına ilişkin 49 vd. maddelerinin ve de yürürlüğe girecek olan 6100 sayılı HMK da aynı konuyu düzenleyen 61. vd. maddelerinin uygulanıp uygulanmayacağı sorusu gelmektedir. Eğer bu soruya evet cevabını verirsek bu kez, devletin davalı olarak yer aldığı tazminat davasında tazminata konu eylemi gerçekleştiren ve kendisine ihbar yapılan hakim HUMK 50. maddesi gereği davayı bizzat yürüteceği yolunda beyanda bulunursa ne yapılacaktır? Her ne kadar benzer bir madde HMK’da yoksa da, Ekim 2011’e kadar HUMK’un uygulanacağını unutmamak gerekir.
Bu soruyu sormakta haklıyız, çünkü 2802 sayılı kanuna eklenen 93/A maddesine batığımızda hakim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar nedeniyle Devlet aleyhine açılacak tazminat davaları ile rücu davalarında bu madde hükümleri; “bu maddede hüküm bulunmayan hallerde ise HUMK ile CMK hükümleri uygulanır” hükmü yer almaktadır.
Anayasa’nın 129. maddesi ve Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesi gereğince, Vali, Büyükelçi, Başbakanlık Müsteşarı da dahil olmak üzere tüm kamu personelinin görevlerinden ötürü vermiş oldukları zararlardan ötürü açılacak olan tazminat davaları da devlete karşı açılmaktadır. Bu davalarda da devlet, rücu hakkını kullanmaktadır. Ancak tüm kamu personeline açılan bu davalar idari yargıda görülürken hakimlere karşı açılacak davalar adli yargıda görülmektedir. Üstelik kamu personeline karşı açılacak davalarda davanın ihbarı koşulu da yoktur. Görüldüğü gibi bu hükümle, hakimler ile diğer kamu görevlileri arasında bir fark yaratılmıştır. Elbette yargı erkini kullanan hakimlerin yargılanmasıyla, yürütmenin bir parçası olan kamu görevlilerinin yargılanması arasında bir fark olması gerekir. Ancak bu farkın da açıklanabilir nitelikte olması gerekmektedir. Ben ihbar koşulunun neden getirildiğini, özellikle adli, idari ve askeri mahkeme, hatta anayasa mahkemesi hakimlerinin Yargıtay’da yargılanmalarında kabul edilebilir bir neden görememekteyim. Dava devlete karşı açıldığına göre, genel ilke doğrultusunda bu davaların da idari yargıda çözümlenmesinden yanayım.
Geçici madde 2/2 de yer alan hükümlere göre, derdest olan davalara devlet aleyhine devam edilecektir. Üstelik bu davalara bundan böyle 6110 sayılı torba yasada yer alan hükümler uygulanacağı için, bunlara bakan yerel mahkemeler bu davaları Yargıtay’a gönderecektir.
Geçici madde 2/2 hükmü gereği bu davalara 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununa torba yasa ile eklenen 93/A maddesi uygulanacaktır. 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununa eklenen 93/A maddesinin, 5. fıkrası “ kanun yoluna başvurulması için miktar veya değere ilişkin olarak ön görülen sınırlamalar, hakim ve savcıların işlem, faaliyet veya kararlarına dayanılarak açılan her türlü tazminat ve rücu davalarına uygulanmaz. “ ve geçici madde 2/4 hükmü gereği 6110 sayılı torba yasanın yürürlüğe girmesinden önce miktar ve değeri açısından temyiz veya karar düzeltme yoluna başvurulamayan yani kesinleşen kararlar için bu torba kanunun yürürlüğe girmesini takip eden iki hafta içinde temyiz ve karar düzeltme yoluna başvurulabilecektir. Yani 10 sene önce kesin hükümle sonuçlandırılmış bir dava canlanabilecek ve usulün temel prensiplerinden biri olan kesin hüküm ilkesi çiğnenmiş olacaktır. Ayrıca tüm davalar için, var olan sınırlamalar hakimlere uygulanmayarak, kabul edilmesi mümkün olmayan bir eşitsizlik yaratılacaktır.
Elbette bu olanak henüz temyiz ve karar düzeltme süresi geçmeyen davalar için de, geçici madde 2/3 gereği uygulanacaktır. 2802 sayılı yasaya eklenen 93/A maddesi, 6110 sayılı torba yasanın geçici 2. maddesi gereği, torba yasanın yürürlüğe girmesiyle uygulanmaya başlayacağı gibi, torba yasanın süresinin bitmesinden sonra uygulanacak olan 6100 sayılı HMK uygulaması aşmasında da geçerliliğini koruyacaktır. Bu nedenle 2802 sayılı yasaya eklenen 93/A maddesini çok iyi değerlendirmek gerekecektir. Böylesi bir değerlendirme yaptığımızda, 93/A nın 5. fıkrasının da geçici madde 2de olduğu gibi kanun yollarına başvurmada ayrıcalıklı bir durum yarattığını ve hakimlere karşı açılacak ola tazminat davalarında kanun yoluna başvurulması için miktar ve değere ilişkin olarak öngörülen sınırlamaların uygulanamayacağını, yani tüm davalarda kanun yoluna başvurmada bir sınırlama olmasına rağmen bu davaların istisnai sayılacağının hüküm altına alındığını görmekteyiz. Bu ayrıcalığın, anayasanın benimsediği eşitlik ilkesiyle bağdaşmadığı kanısındayım.
93/A maddesi “hakim ve savcıların bir soruşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar nedeniyle ancak devlet aleyhine tazminat davası açılabileceğini” hükme bağlamıştır. Bu hüküm, torba yasayla değiştirilen 1086 sayılı HUMK 573 ve 6100 sayılı HMK 46/1 maddesiyle benzerlik göstermekte ise de, temelde hakimlerin sorumluluğunu düzenleyen kurallar arasına savcıların dahil edilmesi açısından bir yenilik getirmektedir. Bilindiği gibi bugüne kadarki uygulamamızda, savcılar 1086 sayılı HUMK nın 573. maddesinde yer alan hükümlerle yargılanmamakta, savcılar diğer kamu görevlileri gibi genel kurallara göre yargılanmaktadırlar. 93/A nın ilk cümlesinde yer alan bu değişiklik nedeniyle bundan böyle savcılar da yargılanmaları açısından hakimlere tanınan özel hükümlerden yararlanacaktır. Torba yasanın gerekçesine baktığımızda hakim ve savcıların yargılanmalarına ilişkin bu güne kadar olan uygulamanın özetlendiği, savcıların bu düzenleme içinde yer almasının nedenlerini belirtebilmek için ise bazı ülkelerdeki gelişmelerin ve adı belirtilmeyen uluslar arası belgelerdeki tavsiyelerin dikkate alındığı söylenmiştir. Bu gerekçe kişisel olarak beni tatmin etmemektedir ve uygulamadan dönülmüş olmasının nedenlerini anlamadığımı açıkça söylemek isterim. Benim kişisel kanıma göre savcı ile avukat davanın taraflarını temsil etmektedir. Savcının sanığın aleyhine deliller kadar lehine de delilleri toplamasının yasalarca emredilmiş olması geçmiş yıllara ilişkin bir alışkanlıktır. Artık her sanığa şüpheli olduğu aşamadan itibaren gideri devlet hazinesinde karşılanacak bir müdafi tayini yasaların emridir. Bu nedenle diyalektiğe aykırı olan şekilde savcıya yüklenen sanığın lehine ve aleyhine delil toplamak ve beyanda bulunmak görevi kanımca tarihe karışmalıdır. Bu yüzden de savcının hakimle değil avukatla aynı hükümler doğrultusunda görev yapmasını, sorumluluklarının bu çerçevede değerlendirilmesinin gerektiğini düşünmekteyim. Üstelik bildiğim kadarıyla, AB kuralları da benim görüşümü destekler nitelikte olup, savcıların hakimle beraber aynı kürsüde yer almasını, yan yana odalarda oturmalarını eleştirmektedir. Anayasa mahkemesi de bu eleştirileri dikkate alarak savcılara duruşma salonunda ayrı bir yer ayırmıştır.
Zaten 6100 sayılı HMK nın 46/1 maddesine baktığımızda savcıların hakimlerle aynı madde içinde değerlendirilmediğini görmekteyiz. Böylece torba yasa yoluyla 2802 sayılı kanuna eklenen madde HMK ile çelişki yarattığı gibi, birbiri ardına irade beyan eden TBMM nin de iradesinde bir çelişki olduğu kanısını uyandırmaktadır.
2802 sayılı kanuna eklenen 93/A maddesi sadece savcıları hakimlerin yargılanmasına ilişkin hükümlerin kapsamına almakla kalmamış, son fıkrasında yer alan “ hakimler ve savcılar yüksek kurulu müfettişleri ile adalet müfettişlerinin, yetkilerini kullanırken yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet ve verdikleri her türlü kararlar, nedeniyle açılacak tazminat davaları hakkında da uygulanır.” Diyerek hakimlerin yargılanmasına ilişkin hükmün kapsamını bir kez daha genişleterek 6100 sayılı HMK ile bir çelişki daha oluşturmuştur.
93/A maddesinin 1. fıkrasının b bendine baktığımızda “ kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk sebeplerine dayanılarak da olsa hakim veya savcı aleyhine tazminat davası açılamaz. “ hükmünün yer aldığını görmekteyiz. Elbette bu hüküm 93/A maddesinin diğer fıkraları nedeniyle müfettişler için de geçerli olacaktır. Bilindiği gibi bugüne kadar hakimlerin sorumluluğuna ilişkin olan HUMK 573. vd. maddelerinin kapsamına, hakimlerin kişisel sorumluluğundan, haksız fiillerinden doğan tazminat davaları, hele hele diğer sorumluluk sebepleri gibi ucu açık ne olduğu belirsiz bir konudan kaynaklanan sorumluluk davaları dahil edilmemekte, onlara ilişkin sorumluk borçlar kanunu hükümleri doğrultusunda açılmakta ve hükme bağlanmaktaydı. Diğer kamu görevlilerinin de kişisel sorumluluklarından doğan davaların görevlerinden ve hizmet kusurlarından kaynaklanan davalardan farklı olarak, idari yargı yerine adli yargıda ve devlet yerine şahıslara karşı açılacağı ilkesi benimsenmiştir. Bu konuda pek çok Yargıtay kararı vardır. Şimdi hakim, savcı ve müfettişlere dava açılamaz kuralının gelmesiyle bu temel ilke hakim savcı ve müfettişler açısından yıkılmış olacaktır. Üstelik müfettiş kapsamına sadece adalet bakanlığı bünyesindeki müfettişler alınarak, diğer bakanlıkların bünyesindeki müfettişler açısından bir eşitsizlik de yaratılmaktadır.
93/A nın getirdiği yeni bir hüküm ise, rücu davasının açılabilmesi için hakim ve savcılar hakkında görevi kötüye kullanmaktan bir mahkumiyet kararına gerek olmasıdır. Halbuki ne 1086 sayılı yasada ne de 6100 sayılı yasada rücu için görevi kötüye kullanmaktan mahkumiyet şartı yer almamaktadır. 93/A da yer alan bu hüküm, 6100 sayılı yasanın 46/3. maddesine aykırıdır. Çünkü hakimin hukuki sorumluluğunu düzenleyen HMK nın 46/3. maddesi “ devlet, ödediği tazminat nedeniyle, sorumlu hakime ödeme tarihinden itibaren 1 yıl içinde rücu eder.” hükmünü taşımaktadır. Görüldüğü gibi HMK nın hükmü rücu davasının hiçbir şarta bağlı olmaksızın zorunlu olarak açılacağını hüküm altın almıştır. 93/A nın şarta bağlı olarak düzenlenmesi yukarıda da söylediğimiz gibi çelişki yaratacak ve uygulamada problemlere neden olacaktır. Hüküm kuran hakimin eski-yeni kanun, özel-genel kanun ayrımını da dikkate alarak vereceği hükme göre uygulama şekillenecektir. Yani yasa maddesi doğarken bağışlanamaz bir çelişki yaratmıştır.
93/A maddesi hakimlerin eylemlerinden dolayı devlet aleyhinde açılacak tazminat davalarının, savcılar tarafından verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın kesinleşmesini veya kovuşturma kararı verilmişse buna dayalı hükmün kesinleşmesini, genel anlamıyla dava sonunda verilen hükmün kesinleşmesini takiben 1 yıl içinde açılabileceğini hükme başlamıştır. Müfettişler açısından böylesine bir tarih söz konusu değildir. Yine 93/A maddesi, devlet tarafından ilgiliye karşı açılacak rücu davalarının da 1 yıl için de açılabileceğini hükme başlamıştır. Rücu davalarındaki 1 yıllık süre, tazminat davasının kesinleştiği tarihten itibaren başlamaktadır. Maddede yer alan bu 1 yıllık sürelerin zamanaşımı mı hak düşürücü süre mi olduğu belirtilmemiş ise de maddenin yazılımına baktığımızda hak düşürücü süre olduğu kanısına ulaşılmaktadır. HMK nın 46 vd. maddelerine baktığımızda ise gerek tazminat davası gerekse rücu davasının açılması bakımından bir zaman sınırlaması yani zamanaşımı ya da hak düşürücü süre belirtilmediği görülmektedir. Bu nedenle 2802 sayılı yasada yer alan süreler geçerliliğini koruyacaktır. 1086 sayılı HUMK un uygulandığı dönemde tazminat davalarının hangi süre içinde açılacağına dair herhangi bir hüküm bulunmadığından, BK nın haksız fiile ilişkin hükümlerine ait zamanaşımı kuralları uygulanmaktaydı. O dönemde dava doğrudan doğruya hakime açıldığından rücu davası söz konusu olmamaktaydı. Burada meydana gelen önemli değişiklik 1086 sayılı yasa döneminde zamanaşımı şeklinde değerlendirdiğimiz 1 yıllık sürenin yeni yasada hak düşürücü süre olarak karşımıza çıkmış olmasıdır.
Bilindiği gibi Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Hakkında Kanununun 15/e maddesi gereğince jandarma birlik komutanları adli görevlerinden ötürü hakimlerin yargılanmasına ilişkin hükümlere tabidir. Bu nedenle yukarıda saymış olduğumuz tüm değişiklikler bu kişiler için de geçerli olacaktır.
Kişisel kanıma göre herkes yapmış olduğu işin sorumluluğunu taşımalıdır. Bir işin sorumluluğunu taşımak onun onurunu taşımak demektir. Bu nedenle 93/A maddesinde yer alan pek çok hükmü benimsemediğimi belirtmek isterim. Yazıya son verirken, Yargıtay 4. HD nin 16.11.2000 gün 2000/6402 E. 2000/10139 K. sayılı kararında (www.integrahukuk.com) yer alan karşı oy yazısını okumanızı önermekteyim. Söz konusu karşı oy yazısında bir Yargıtay hakiminin vermiş olduğu kararlardan nasıl endişe duyduğunu görmenizi isterim.

14.02.2011 10:00 itibariyle yapılan eklemeler
1 / Televizyonlardan öğrendiğime göre, bu kanun Cumhurbaşkanlığı tarafından onaylanmıştır.
2 / Düşünürken aşağıdaki sorular aklıma takıldı, birlikte cevap bulabilir miyiz ? diye sizlerle paylaşıyorum.
a/ Yargılamanın adli yargıda yada idari yargıda yapılması, sorumluluk kuralları açısından da önemlidir. Bilindiği gibi idari yargıda devletin sorumluluğu, hizmet kusuruna dayandırılmaktadır. Halbuki adli yargıdaki sorumluluk ya sözleşmeden yada haksız fiilden kaynaklanmaktadır. Devletin davalı olduğu ve adli yargıda görülen davada hangi sorumluluk kuralları uygulanacaktır. Eğer, adli yargıda görülen davada hizmet kusuru uygulanacaksa bunu neden idari yargıda çözmüyoruz. Eğer adli yargıda görülen davada sözleşme yada haksız fiil sorumluluğu uygulanacaksa delilleri bilen ve değerlendiren kişi olan hakim neden davanın dışındadır ?
Eğer, adli yargıda görülen bu davada hizmet kusuru uygulanacaksa, hakimin şahsi kusurundan kaynaklanan davalar için nasıl bir çözüm uygulayacağız ?
b/ Yargıtay’ın daire sayısının arttırılması ve dairelerin görevlerinin belirlenmesi hakimlerin sorumluluğundan kaynaklanan davalara bakan Yargıtay Dairesi’nin değiştirilmesine neden olabilir mi ?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder