Av. Ender DEDEAĞAÇ
Yıllardır gerek bizzat takip ettiğim gerekse
izlediğim tüm duruşmalarda, hakimlerin yargılamaya konu dosya ile ilgili hiçbir
şeyi taraflarla paylaşmak istemediğini gördüm. Paylaşmış olmaları halinde,
ihsas-ı rey yasağı kapsamında bir eylem yapacaklarına inanmaktadırlar.
Hakimlerin bu inancı, doğru diye inandıkları,
yanlışı oluşturmaktadır.
Gizlilik kararı alınmamış tüm yargılamaların
kamuya açık olması gerektiği ve böylece aleniyet ilkesinin sağlanacağına
ilişkin kuralı dikkate alarak, bu konuyu somut bir olayı aktararak açıklamaya
çalışacağım.
Davacı vekili olduğum ve basit yargılamaya tabi
bir davada, davalı cevap süresinin uzatılmasını talep etmiş fakat mahkeme bu
istemi kabul etmemiştir. Davalı da cevap dile.esi sunmamıştır.
Bu nedenle yargılamanın ön inceleme duruşmasına
geçilmiştir. Mahkeme, ön inceleme duruşmasında, davalının, usulünce davacıya
tebliğ edilmeyen, beyan dilekçesi adı altında mahkemeye sunduğu, dilekçede yer
alan delillerin de toplanmasına karar vermiştir.
Davamız, ticaret şirketlerine ilişkin genel
kurul kararlarına ilişkin iptal davası olduğu için işbu dava ile birlikte, sermaye
artırımı, yeni ortak alınması ve müdür atanması kararları için tedbiren
durdurma ve şirkete kayyım atanmasını talep etmiştik. Mahkeme haklı olarak, TTK
622 maddesinin atıfta bulunduğu TTK 449 maddesi hükmü gereğince, ön inceleme
duruşmasında müdürün dinlenmesine karar verdi.
Halbuki, resen alınması gereken bu kararın,
tensip aşamasında alınması ile, ön inceleme duruşmasında gerçekleştirilmesi
mümkündü ve fazladan bir duruşma yapılmasının önüne geçilirdi.
Müdür seçimine ilişkin iptal istemimizde, müdür
seçiminin gerçeği yansıtmadığı iddia edilmiştir. Bu iddiamızı kanıtlamak için,eski
müdür ile yeni müdürün karı-koca olduğunu, eski müdürün hakkında kesinleşmeyi
bekleyen azil kararı ve mali sorumluluğuna ilişkin iki ayrı davanın görülmekte
olduğunu delilleri ile sunduk. Ayrıca, yeni müdürün, dava konusu genel kurulda,
şirket ortağı olmasına hisse devri yapan eski müdürün oyları ile TTK 619/2
maddesine aykırı bir şekilde sağlandığını, eski müdürün, kendisini, kendi
oyları ile ibra ettiğini beyan ettik ve bu hususun toplantı tutanağında görülmekte
olduğunu beyanla, bu tutanağın kanıt olarak kabulünü talep ettik.
Ön inceleme duruşmasında alınan kararların hemen
arkasından, davalının cevap dilekçesi vermeye hakkı olmadığını, bu nedenle,
vermiş olduğu beyan dilekçesinde yer alan tüm maddi vakıaların savunmanın
değiştirilmesi kapsamına girdiğini ancak bizim açık olurumuzla mahkeme tarafından
değerlendirilebileceğini, cevap dilekçesi sunmaya hakkı olmadığı için ise,
delil sunmasının mümkün olmadığını, çünkü HMK 129/1.e maddesi hükmüne göre delillerin
ilgili maddi vakıalarla birlikte, cevap dilekçesi içinde yer alması gerektiğini
bu gerekliliğin aynı zamanda HMK 194 maddesinde yer alan somutlaştırma
kuralının emri olduğunu da beyanlarımıza ekledik.
Ön inceleme duruşmasını izleyen ilk duruşmaya, şirket
müdürü olarak, eski müdür geldiğinde, eski müdürün dinlenmesinin mümkün
olmadığını zaten davalının kendisini yeni müdür olarak tescil ve ilan
ettirmeyerek, müdür seçimimin gerçeği yansıtmadığı sadece kağıt üzerinde bir
seçim olduğu yolundaki iddiamızı kanıtladığını beyan ettik ise de, mahkeme,
eski müdürü dinlemekte direndi ve dinledi. Sonuç olarak da eski müdürün, hiçbir
maddi vakıa ve kanıt içermeyen beyanları ile tedbir istemimizi ret etti.
Mahkeme, genel kurul toplantı tutanağında, bir
hata olduğu kanısına sahip olduğundan ötürü, bu konunun aydınlığa kavuşması
için, önce bize, sonra ki duruşmada davalı yana ve ticaret sicil müdürlüğüne
soru yöneltti. Böylece gereksiz yere zaman kaybetti.
Bu soruların cevaplarını öğrenmek için UYAP
sistemine girdiğimizde, davalı yanın ve sicil müdürlüğünün yanıtlarında,
toplantının yapıldığı ancak tescil ve ilan edilmediğinin açıkça ifade
edildiğini öğrendik. Özellikle davalının bu konudaki dilekçesinin ve daha önceki
dilekçesinin tarafımıza tebliğ edilmeyerek hukuki dinlenilme hakkımızın engellendiğini
belirten bir dilekçe sunduğumuzda, mahkeme, bunun, ağır ifadeler içerdiğini/
bir anlamda savunma dokunulmazlığı sınırlarının aşıldığını belirtti.
Ayrıca, mahkeme tarafından polemik yaptığımız
ifade edildi.
Şimdi sizlere, mahkemenin yanlışını yasal
dayanağı ile sunmak istiyorum.
Hukuki dinlenilme hakkımızın engellendiğini
ifade ettiğimiz dilekçemizde, davalı dilekçelerinin tarafımıza tebliğ
edilmediğini, yargılamanın şekli anlamda sevk ve idaresi kapsamında kalan bu
görevin, yazı işleri müdürlüğü tarafından yapılması gerektiğini, beyan ettiğimizde,
üyelerden bir tanesi, HMK ya göre, taraf dilekçelerinden sonra verilen
dilekçeleri mahkemenin, tebliğ etmek zorunluluğu olmadığı yolunda bir görüş
ileri sürüldü.
İşte, hakimlerin doğru bildikleri yanlış bu
noktada ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle belirtmek isterim ki, dilekçe sayısını
sınırlayan HMK 141 maddesi, tarafların hak ettikleri dilekçe sayısını
belirterek, bu dilekçelerden sonrasının ne ad altında verilmiş olursa olsun,
iddianın değiştirilmesi ve savunmanın genişletilmesi anlamına geleceğini hükme
bağlamaktadır. Bu madde, dilekçe verilemez dememektedir.
Zaten HMK 141.maddesi yani, dilekçe verme
hakkını sınırlayan madde, yargılamanın her hangi bir aşamasında taraflardan
birinin iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı ile
bağdaşmayan bir talepte bulunabileceğini, dikkate almış ve böylesi bir halin
varlığında, bu talebin ancak karşı tarafın kabulü ile davada dikkate
alınacağını hükme bağlamıştır.
Üstelik, taraflardan birinin, iddia ve
savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı kapsamında kalan, bir beyanını,
diğer tarafın kabul edip etmeyeceğini hakim bilemez, ayrıca, bu konuda karar
vermek hakime tanınmış bir hak değildir. Bu hak beyan dilekçesi verenin karşı
tarafını oluşturana tanınmıştır.
Böylesi bir dilekçe karşı tarafça kabul
edildiğinde, dilekçe ile birlikte, yeni delil verilip verilemeyeceği konusunun
da değerlendirilmesi gerektiğine inanmaktayım. Kanımca, böylesi bir dilekçenin
kabul edilmesi, ıslahın sonuçları ile aynı sonuçları doğuracağından ve de bir
anlam ifade edebilmesi için kanıta gerek duyulmasından ötürü, delil
verilmesinin de olanaklı olduğunu düşünmekteyim. Bu aşamada verilen delilleri
HMK 145 maddesinde hükme bağlanan, sonradan verilen delil olarak değerlendirmek
ve bu konuda hakimin iznine gerek olduğunu söylemek mümkün değildir.
Taraf dilekçelerinden sonra verilen, adı ne
olursa olsun tüm dilekçelerin, karşı tarafa, hatta ikinci cevap dilekçesinin
davacıya tebliğ edilmemesi, karşı tarafın hukuki dinlenilme hakkının
kullanılmasını önlemektedir.
Bu anlatılanların, yani sonradan verilen
dilekçenin, karşı tarafça kabul edilmesi gerçek hayatla bağdaşır mı ? diye bir
soru sormak mümkündür. Yaşadıklarıma baktığımda bu soruya olumlu cevap
vermekteyim. Bir somut olayda, bir avukat, vekil edeninden 28 ayrı icra
takibinden kaynaklanan, 5 yıllık ücret alacaklarını talep etmiş ve tüm
masrafların kendisi tarafından yapıldığını icradan çekmiş olduğu paralardan,
alacağını almadığını aynen vekil edenine teslim ettiğini beyan etmiştir. Dosya
HMK 266/1 maddesine aykırı bir şekilde, hukuki değerlendirme ve dört işleme
dayalı hesap yapılması için bilirkişiye verilmiştir. Davacı taraf, bilirkişi
raporuna itiraz ettikten sonra, gene karşı tarafa tebliğ edilmeyen bir beyan
dilekçesi ile, tüm dosyalarda, kendi vekil edeninin alacaklarından feragat
ettiğini belirtmiştir. Davacı yanın yeniden ileri sürdüğü bu yeni maddi vakıa bizce
kabul edilmiş ve kendisinden feragat edilmesi yolunda almış olduğu yazılı
beyanları mahkemeye sunması istenmiştir. Çünkü, davacı davasını kendi beyanı
ile çıkmaza sokmuştur. İddianın değiştirilmesi yasağına giren bu beyanı kabul
etmemek bizim açımızdan, aleyhe bir davranış olurdu.
Dilekçelerin tebliğ edilmemesi görüşünü
benimsemek aynı zamanda, HMK 27 maddesine de aykırı düşünmektir. Söz konusu
maddenin 27/2.a maddesindeki bilgilendirme hakkına ilişkin değerlendirme yapmak
için, madde gerekçesine baktığımızda “….öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı
tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur….”
Açıklamasının yer aldığını görmekteyiz. O halde, tebliğden kaçınan, mahkeme,
HMK 27 maddesinde hükme bağlanan ve özünü AİHS ve Anayasadan alan bir hakkın kullanılmasını
engellemiştir.
Aslında bu maddeyi biraz daha açmakta yarar
bulunmaktadır. Madde karşı taraf işlemlerinden kaynaklı bilgilenme hakkının
yanı sıra yargı organlarının yaptığı işlemlerden ötürü de bilgilenme hakkının
varlığından söz etmektedir. Bu açıklama, HMK da ve Anayasamızda yer alan, ara
karar dahil tüm kararların gerekçelendirilmesine ilişkin emrin, bir başka şekilde
ifadesidir. Eğer mahkeme, yapmış olduğu işlemlerin, ara kararların vb. gerekçelerini
taraflara duyurmuyorsa, tarafları görme özürlü bir kişinin fili tarif etmesi
örneğinde olduğu gibi yanlışlarla dolu yorum yapmak zorunda bırakmaktadır. Bu
ise hem bilgilendirme hakkının çiğnenmesi hem de sürpriz karar yasağının,
ihlali anlamına gelecek bir davranıştır.
Somut olayımızda mahkemenin, konuyu polemik
olarak değerlendirmesi de bir hukuki yanlıştır. TDK sözlüğüne göre polemik “söz
dalaşıdır”. Halbuki, yargılama aşamasında yapılan, söz dalaşı olmayıp,
mahkemenin bir ara kararının, yani beyan dilekçesini ve onun içeriğinde yer
alan delileri değerlendirmesinin hukuka aykırı olup olmadığının
tartışılmasıdır. Yani diyalektik yapıya sahip olan yargılamanın gerçekleşmesini
sağlamak için çaba göstermektir.
Bu tartışmayı polemik olarak değerlendirmek, HMK
31 maddesinde yer alan, “hakimin davayı aydınlatma ödevi “ne ilişkin hükmü
görmezden gelmektir. Söz konusu madde gerekçesine baktığımızda, bu maddenin
mukayeseli hukukta meydana gelen gelişmeler dikkate alınarak yasalaştığını ve
maddeye göre hakime taraflarla “müzakere etme” ödevinin yüklendiğini
görmekteyiz.
Hiç kimse, yasaların kendisine yüklediği bir
görevi, yapmaktan kaçınamaz. Bu ilke hakimler içinde geçerlidir. Adil
yargılanmanın gerçekleşmesini sağlayan bir ödevin yapılmamasına, zaman darlığı
mazeret olarak gösterilemez. Üstelik kişisel kanıma göre, böylesi bir davranış
HMK 46/1.c hükmüne göre sorumluluğa yol açacak bir davranıştır. Devleti
tazminat ödemekle karşı karşıya bırakacaktır. Tazminatın hazineden yani tüm
toplumun mal varlığından ödendiğini düşündüğümüzde, bunu “beşeri hata” olarak
değerlendirmek mümkün değildir.
Üstelik, hakim sorumluluğundan kaynaklı, devlet
tarafından ödenmiş tazminatların HMK 46/3 maddesi hükmü gereğince, rücu davası
ile devlet hazinesine kazandırılması gerekmektedir. Bu hüküm yazılışı gereği
emredici bir hükümdür. Yani hazine, kimsenin iznine yada görüşüne gerek
duymadan rücu davasını açmakla yükümlüdür.
Hakim sorumluluğunun kapsamı, tüm ülkelerin
hukukçuları tarafından tartışılmış hassas bir konudur. Burada bireyin hakkı ile
hakimin karar vermede ki özgürlüğü yarışmaktadır. Yasa koyucu bu tartışmayı
yapmış ve verilen zarardan ötürü hazinenin sorumlu tutulmasına olanak
vermiştir. Hazine ülke vatandaşlarının ortak mülkiyetinde olduğuna göre,
hakimin vermiş olduğu zararın, yasalara aykırı şekilde, hazine üzerinde
bırakılması, toplumun haklarının, hakim yararına çiğnenmesidir. Üstelik rucu
bir dava şartına bağlanmamıştır.
Söz konusu maddede kusursuz sorumluluk ilkesi
benimsenmediğine göre, tüm tazminat davalarında olduğu gibi, kusur
araştırılması yapılacaktır. Diğer bir anlatımla, rucu davasının açılması mutlak
tazminat ödenmesi anlamına gelmemektedir. Eğer hakimin bu tutumu nedeniyle bir
kusuru varsa sorumlu olacaktır . HMK 46 madde metninde yer almamakla beraber
madde gerekçesine göre hakim için aranacak kusur ağır kusur halidir. Kusurun
ağır kusur olarak aranması ile hakimin karar vermede ki özgürlüğü sağlanmak
istenmiştir.Yani denge sağlanmıştır.
Haricen öğrendiğim kadarıyla, 15 temmuz öncesi,
hakim sorumluluğundan kaynaklı tazminatlardan ötürü, açılacak rücu davaları
HSYK gönderilmekte ve HSYK bu davanın açılıp açılmayacağına karar vermekteydi.
Hiçbir yasal düzenleme olmamasına rağmen, HSYK kararının bir dava şartı gibi
aranmasından ötürü, hazinenin ödediği tazminatlardan kaynaklı rücu davalarında
HSYK nın olur verdiği dava sayısı % 2 nin altındaydı.
Kendime sorduğum bir soruyu sizlere de sormak
isterim. Acaba, fetöcülerin yargıda çoğalmasının bir nedeni, hakimlerin
sorumluluğuna ilişkin hükümlerin uygulanmasında yapmış olduğumuz hukuki hatalar
mıdır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder