Av. Ender Dedeağaç
Bu yazıyı, Yargıtay 22 HD Dairesi’nin 4.7.2017 gün ve 2017/35450 E 2017/15939 K
sayılı kararını sizlere sunmak ve karar hakkında düşüncelerimi sizlerle
paylaşmak için yazıyorum. Ancak, karar hakkındaki düşüncelerimi size sunmadan
önce, karardan bilgi sahibi olduğum bir toplantı hakkında da düşüncelerimi
aktarmak isterim.
20 ekim 2017 günü Ankara Barosu’nun etkinliği
kapsamında, Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 7 Daire Başkanı Sayın Şahin Çil’i
dinledim.
Konuşmada yer alan bazı konuları sizlerle
paylaşmak isterim.
Bunlardan birincisi, Sayın Şahin Çil’in, Dairesinin
ve Yargıtay’ın prensip kararlarını bizlerle paylaşmak için gösterdiği emektir/alçak
gönüllülüktür. Bu davranış, açılan davaların prensip kararlarına uygun olarak
açılmasına olanak vereceği için bizlerin gereksiz zaman kaybına vekil edenlerin
ise gereksiz umutlanmasına hatta yanlışlarımızdan ötürü bizim ve vekil edenin olası
hak kaybını önleyeceği için hukuka katkısı olan bir davranıştır.
Yargıtay kararlarına göre, avukatın hukuki
hatasından kaynaklanan zararın vekil eden tarafından talep edilmesi halinde
ödenmesi gerekmektedir. Bu davranış böylesi tehlikelerin de önüne geçecek bir
davranıştır.
Sayın Şahin Çil konuşmasında, prensip kararlarının
belirlenmesi için Türkiye’de görev yapan, iş hukuku konusu ile görevli
BAM’ların bir araya gelerek, ortak prensip kararları oluşturmak için
çalıştıklarını da belirtti. Bu davranış ile ülke genelinde ortak hukuksal
yorumlara kavuşmamız ve günümüzde Yrg daireleri arasındaki hatta aynı dairenin
kendi kararları arasındaki farklı sonuçlardan ötürü, hakkın dağılımında meydana
gelen adaletsizliği ortadan kaldırabileceğimizi düşünmekteyim.
Gene bu konuşmada Yargıtay kararlarında hakim olan
“bizim başkanın/bizim dairenin görüşü bu” davranışını benimsemediğini, üyeleri
ikna edebilirse yada üyeleri onu ikna edebilirse hukuka uygun kararlar
oluşturulabileceğini de belirtti.
Ancak, benim en çok dikkatimi çeken, Yargıtay 22
HD sinin, kesin nitelikli istinaf kararının Yargıtay tarafından incelenerek, istinaf
kararını ortadan kaldıracak nitelikte karar aldığı yolundaki açıklamasıdır. Bu
anlatım aşamasında kendisine yönelttiğim, “Yargıtay’ın bu kararının yok
hükmünde sayılması yönündeki görüşüme”, kendisinin de olumlu cevap vermiş
olmasıdır.
Söz kararı kendisinden istemeyi düşündüğüm sırada,
kararara.com sitesinde Yargıtay 22 HD 4.7.2017 gün ve
2017/35450 E 2017/15939 K sayılı kararını gördüm ve kararı ve de
düşüncelerimi sizlerle paylaşmayı istedim.
Söz konusu kararı incelediğimde, Yargıtay’ın BAM kararının
HMK ya uygun gerekçe içermediğini saptadığını gördüm. Uzun bir müddettir,
Yargıtay kararlarında HMK 297 maddesinin
unsurlarını içermeyen ilk derece mahkemesi kararlarının bozularak ilk derece
mahkemesine gönderildiğine ilişkin kararları görmekten mutlu olduğumu öncelikle
dile getirmek isterim. Ancak, bilginize sunduğum bu kararındaki tutumunu
benimsemediğimi de açıklamakta yarar görmekteyim.
Kamu düzenini ilgilendiren usul hükümlerine göre,
bir mahkemenin bir uyuşmazlığa ilişkin yargılama yapabilmesi için bu hususun
yasalarla kendisine görev olarak verilmesi gerekmektedir. Kesin hükümlerin
tarafları bağlayıcı nitelikte olduğu ise hukuk sisteminin vazgeçilmez
kuralıdır. Yasa koyucu, BAM tarafından kesin hükme bağlanmış kararların
gerekçeli olmaması halinde Yargıtay denetimine açık olacağı yolunda bir hükmü
taşımadığına göre, Yargıtay’ın bu şekildeki kararı inceleyerek, hukuki denetim
yapması mümkün değildir.
BAM tarafından verilen bu karar, HMK nın aradığı
unsurları taşıyan nitelikte olmadığı için, kesin hükümsüzlüğe konu bir
karardır. Halbuki Yargıtay’ın kararı yok hükmündedir. Diğer bir anlatım,
Yargıtay bir hukuksuzluğu düzeltmek isterken kendisi hukuka aykırı bir davranış
sergilemiştir.
Kişisel kanıma göre, BAM’ın bu kararına karşı yapılması
gerekenleri gerçekleştirmek ilk derece Mahkemesi’ne ve özellikle taraflara
düşen bir görevdir.
Bu düşüncemi fazla ütopik bulunlar olabilir.
Bunlara A. Refik Gür’ün Osmanlı İmparatorluğunda Kadılık Müessesi adlı kitabının
ekinde verilen Kanunların Anayasaya Uygunluğu’nun denetimi adli eki okumalarını,
ve şimdi Yargıtay üyesi olan Ankara İş Mahkemesi hakiminin direnme kararlarını sakladığı klasörü
incelemelerini öneririm. Yargıtay’a ise, not verme yönteminin uygulanmasına son
verilince, direnme kararlarının neden artığını sorgulamalarını önermekteyim.
Kanımca, ilk derece yargılaması aşamasında önce
tarafın böylesi bir kararın yok hükmünde olduğunu belirterek BAM kararının
uygulanmasını talep etmesi gerekmektedir. Aksi kararın oluşması halinde ise AYM
ce AİHM yollarını denemesi gerektiğine inanmaktayım.
Hatta tarafların gerekçesiz karar yazmanın “beşeri
hata” kapsamında kalmadığı bilinci ile ilgili hakim hakkında gereken yasal
işlemlerin yapılmasını talep etmesi gerektiğine inanmaktayım. Elbette, hakimin
vermiş olduğu bir zarar varsa ve bu zarar hazine tarafından ödenmiş ise, hakime
rücu sisteminin işletilmesi gerekmektedir. Çünkü, HMK46/3 maddesi “rücu”
ilkesini emredici cümle ile hükme bağlamıştır. Diğer bir anlatımla, bu madde takdir
hakkına yer vermemiştir.
Olayın bir başka boyutu ise, HSYK nın yeni adı ile
HSK nın rücu davalarında izin vermesinin, hakime vermiş olduğu rahatlıktır. Bu
nedenle HSK nın bu yöntemden vazgeçmesi adeta HSK kararının dava şartı gibi aranması
gerektiği düşüncesine biran önce son vermesi gerekir.
Yasal açıdan, kendi sorumluluğunu taşımayan bir
kişinin başkalarının sorumluluğu hakkında karar vermesini anlamakta zorluk
çektiğimi de dile getirmekte yarar görmekteyim. Üstelik kendine ilişkin
sorumluluk kurallarını yasa hükmü ile bağdaşmayacak şekilde kendi lehine
uygulamanın bir haksızlık olduğunu düşünmekteyim.
Bu yazıyı 29 Ekim’de, Çayyolu Cumhuriyet
kutlamalarına katıldıktan sonra yazdım. 100-150 kişilik yaşları 40 ın üstünde
bir toplulukla yapılan bu kutlamadan duyduğum üzüntüyü dile getirmek isterim.
Kendi kendime önümüzdeki yıl “bu yıl cumhuriyet için ne yaptın” sorusunu sormaya
söz verdim. Eğer sizlerde cumhuriyetten yana iseniz size de aynı soruyu
kendinize sormanızıı önermekteyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder