Av. ENDER DEDEAĞAÇ
Bilirkişiliği değerlendirmek için bilirkişinin yapmış olduğu
çalışmanın ne olduğunun açıklığa kavuşturulmasında yarar bulunmaktadır. Günlük
yaşamda hatta ilmi ve kazai içtihatlarda, bilirkişinin yapmış olduğu çalışmaya
“bilirkişi delili” denilmekte ise de kanımca, bilirkişinin yapmış olduğu
çalışma, “bir delilin değerlendirilmesi”dir. Üstelik, bilirkişinin
değerlendirmekle yükümlü olduğu delilin, diğer bir anlatımla maddi vakıanın
değerlendirilmesinin “çözümü hukuk dışında” olması ve “özel ve teknik bir bilgiyi”
gerektirmesi şarttır. Yargıtay 1 CD 1.2.1991 gün 391/559 sayılı kararın baktığımızda, “maddi vakıalar
için bilirkişiye gidileceğinin” aksi davranışın “yargılama yetisinin devri”
anlamına geleceğinin belirtildiği görülecektir. (Yrd Doç Dr. Handan Yokuş Sevük
Ceza Hukukunda Bilirkişilik sayfa 59; YKD 1991/6 )
HMK 275/1 maddesinde yer alan anlatımda, bilirkişilerin
maddi vakıaları aydınlatmakla görevli olduğunun bir başka kanıtıdır.
Her ne kadar yukarıdaki açıklama, ceza hukukuna ilişkin bir
açıklama ise de, bilirkişinin görevini tanımlamak açısından ve hakimin gereksiz
yere bilirkişiye başvurmasının değerlendirilmesi açısından özel hukuk alanında
geçerli olacak açıklamaları içermektedir.
Özel hukukla ilgili bir açıklamada, bilirkişinin özel ve
mesleki tecrübe kurallarını olaylara uygulayarak, sonuç çıkarmakla görevli
olduğu belirtilmektedir. (Süha Tanrıverdi Bilirkişilik Sempozyumu Samsun).
Kanımca bu açıklamada yer alan “olaylar” sözcüğünü maddi vakıalar olarak
sınırlandırmakta yarar bulunmaktadır. Cezacılar tarafından yapılan bir tanıma
göre ise, bilirkişiliğin delil olmayıp, delilin ortaya çıkmasına yarayan bir
araç olduğu belirtilmiştir (D. Soyaslan aynı sempozyum).
Kendisini bulamadığım ancak, değişik ilmi içtihatlarda atıf
yapıldığını gördüğüm Yrg 1 CD 18.3.1972 61/1284 sayılı kararında ise, hakimin
hukuki konularda yani gereksiz yere bilirkişiye başvurmasının suç olduğunun da
belirtildiğini öncelikle ifade etmek isterim (Prof Dr. Baki Kuru, Hukuk
Muhakemeleri Usulü 6.bası sayfa 2633; Handan Yokuş Sevük sayfa 60).
Yargıtay 1 CD 1.2.1991 günlü kararında, hakimin, kendi
gayreti ile elde ettiği, ilmi ve teknik bilgiye dayanarak, bilirkişiye
gitmekten kaçınamayacağı belirtilmektedir.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan elde ettiğimiz sonuç;
bilirkişinin, hakimin mesleki bilgisi ile ve genel kültürü ile
çözemeyeceği/değerlendiremeyeceği bir maddi vakıanın değerlendirilmesini
yapmakla görevli kişi olduğudur .
HMK 266/1 ve 279/4 maddelerine baktığımızda yasa koyucunun
açıkça hukuki konularda bilirkişinin görüşüne başvurulamayacağını hükme
bağladığını görmekteyiz. 266/1 maddesinin gerekçesine baktığımızda, “maddede yer alan düzenlemeyle, hâkimin, genel
hayat tecrübeleri uyarınca sahip olunması gereken bilgilerle çözümleyeceği
konularla, hukukî bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konular hakkında,
bilirkişiye başvuramayacağı; ancak, çözümü hukuk dışında, özel veya teknik
bilgiyi gerektiren hususlarda, bilirkişiden yararlanabileceği açıkça hüküm
altına alınmıştır.
Burada sözü edilen özel
bilgiden maksat, hukuk bilimi dışında, belirli bir bilim dalının araştırıp
ortaya koyduğu sonuçlara ilişkin bilgidir. Ancak, yer yer, hukukun spesifik
alanlarına ilişkin hukukî bilginin de, özel bilgi kavramının kapsamı içerisinde
mütalaa edilip bilirkişilik kurumunun kapısının aralanmaya çalışılması yönünde
bir eğilimin belirmesi nedeniyle, 270 inci maddede, özel bilgiye işaret
edilirken, açıkça, “hukuk bilimi dışında” şeklinde bir vurgu yapılmasına
ihtiyaç duyulmuştur.
Teknik bilgi ile kastedilen ise fizik, kimya, matematik gibi, pozitif bilimlerin verilerini uygulamaya yeterli bilgidir. Yine, belirli bir işletme boyutunu aşan, genel nitelik kazanmış, yetkili kişi, kurum ve kurullarca tespit edilmiş olan teknik standartlar da, teknik bilgi kavramının kapsamı içerisinde yer alır.
Öte yandan, hukuk kurallarını re’sen araştırıp bulma ve olaya uygulama, zaten hâkimin işidir. Bu kural uyarınca, hukukî sorunların en yetkin bilirkişisi, hâkimin kendisidir. Sözü edilen kuralı öngören ve Tasarının 38 inci maddesinde yer alan “Hukukun uygulanması” başlıklı düzenleme de (1086 sayılı Kanun m.76, 1,c.), hâkimin hukukî sorunlarda, bilirkişiye başvurmasının mümkün olamayacağının bir başka kanıtını teşkil etmektedir. Yine, anılan kurala paralel olarak, Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasında, hâkimin, Türk kanunlar ihtilâfı kurallarına göre, yetkili olan yabancı hukuku da re’sen uygulamakla ödevli olduğu hususu hükme bağlanmıştır. En genel çerçevede ise hukuka uygun olarak hüküm verme işinin, münhasıran hâkimin işi olduğuna, Anayasanın 138 inci maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde açıkça işaret edilmiştir.
Bütün bunlar gözetildiğinde, Tasarının, hukukî sorunlarda hâkimin bilirkişiye başvuramayacağını öngören kuralının, Anayasanın 138 inci maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde, Tasarının 38 inci maddesinde (1086 sayılı Kanunun 76 ncı maddesinin birinci cümlesinde) ve Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan düzenlemelerin, somut plânda bir uygulanma biçimi olduğu söylenebilir.
Ayrıca, Tasarının anılan hükmünde, mahkemenin, ya taraflardan birinin talebi üzerine ya da kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşüne başvurulmasına karar vereceği hususu da, açıkça hükme bağlanmıştır.” dendiğini görmekteyiz.
Teknik bilgi ile kastedilen ise fizik, kimya, matematik gibi, pozitif bilimlerin verilerini uygulamaya yeterli bilgidir. Yine, belirli bir işletme boyutunu aşan, genel nitelik kazanmış, yetkili kişi, kurum ve kurullarca tespit edilmiş olan teknik standartlar da, teknik bilgi kavramının kapsamı içerisinde yer alır.
Öte yandan, hukuk kurallarını re’sen araştırıp bulma ve olaya uygulama, zaten hâkimin işidir. Bu kural uyarınca, hukukî sorunların en yetkin bilirkişisi, hâkimin kendisidir. Sözü edilen kuralı öngören ve Tasarının 38 inci maddesinde yer alan “Hukukun uygulanması” başlıklı düzenleme de (1086 sayılı Kanun m.76, 1,c.), hâkimin hukukî sorunlarda, bilirkişiye başvurmasının mümkün olamayacağının bir başka kanıtını teşkil etmektedir. Yine, anılan kurala paralel olarak, Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasında, hâkimin, Türk kanunlar ihtilâfı kurallarına göre, yetkili olan yabancı hukuku da re’sen uygulamakla ödevli olduğu hususu hükme bağlanmıştır. En genel çerçevede ise hukuka uygun olarak hüküm verme işinin, münhasıran hâkimin işi olduğuna, Anayasanın 138 inci maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde açıkça işaret edilmiştir.
Bütün bunlar gözetildiğinde, Tasarının, hukukî sorunlarda hâkimin bilirkişiye başvuramayacağını öngören kuralının, Anayasanın 138 inci maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde, Tasarının 38 inci maddesinde (1086 sayılı Kanunun 76 ncı maddesinin birinci cümlesinde) ve Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan düzenlemelerin, somut plânda bir uygulanma biçimi olduğu söylenebilir.
Ayrıca, Tasarının anılan hükmünde, mahkemenin, ya taraflardan birinin talebi üzerine ya da kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşüne başvurulmasına karar vereceği hususu da, açıkça hükme bağlanmıştır.” dendiğini görmekteyiz.
Aynı şekilde HYMK 279/4
maddesinin gerekçesine baktığımızda “Maddenin son fıkrasında ise bilirkişinin,
raporunu kaleme alması yahut mahkemede sözlü olarak oy ve görüşünü açıklaması
sırasında, hukuki değerlendirmelerde bulunamayacağı hususu, açık ve kesin bir
dille hüküm altına alınmıştır. Çünkü, maddi vakıaların hukuki niteliğini tayin,
yani hukuku uygulamak, bilirkişinin değil, hakimin asli işidir. Bilirkişinin
işlevi, hukuki değerlendirmelere girişmeden, tecrübe kurallarını, yani sahip
olduğu özel ve teknik bilgiyi vakıalara uygulamak suretiyle varmış olduğu
sonuçlara işaret etmek yahut özel ve
teknik bilginin yardımı ile maddi vakıaları tespit etmekten ibarettir. Bu
düzenleme, hakimin hukuki sorunlarda bilirkişiye başvuramayacağı kuralı ile
büyük ölçüde paralellik arz etmekte. Onunla bir bütünlük oluşturmaktadır.” dendiğini
görmekteyiz.
Her iki maddenin kendisi ve
gerekçeleri, hakimin sadece maddi vakıaların tespiti için bilirkişiye
başvurabileceğini, bilirkişinin ise, maddi vakıaların tespitini yaparken hukuki
değerlendirmelerde bulunmayacağını açık bir dille hükme bağlamıştır. ( Baki
Kuru sayfa 2738 ve 2646-2648 )
Bu husus HMUK döneminde
yürürlükte olan 275 maddesinde de aynen hükme bağlanmıştır. HMUK 275 maddesine
1981 yılında yapılan ekle ilgili gerekçeye baktığımızda, yasa koyucunun,
bilirkişilik konusundaki yanlış uygulamadan rahatsız olduğunu, bilirkişilerin
hukuki konularda görüş bildirmemesi gerektiğini ifade ettiğini görmekteyiz. Söz
konusu gerekçe aynen, “hakimler özel veya
teknik bilgiyi gerektiren hususlarda bilirkişiye başvurabilir. Diğer bir
anlatımla, kendi bilgi ve uzmanlıkları gereği bilmek durumundaki hususlarda
çözüm için bilirkişiye başvurmayacaklardır. Hal böyle olduğu halde maalesef
mahkemelerde hemen genellikle bizatahi hakimin kendisinin bilmeye ve bilmek
durumunda olduğu pür hukuk konularında bile bilirkişi kurumuna başvurulduğu,
bunun sonucu olarak yargılamaların uzadığı, hüküm alınmasının çok pahalıya mal
olduğu iş çokluğu yüzünden bazen hakimlerin bilirkişi raporunu olduğu gibi
hüküm haline getirdiği, oysa bilirkişi seçilirken gerekli önem verilmediği için
bu hatalı ve düşünce ve önerilerle dolu olduğu görülmekte ve böylece kötüye
kullanıldığından ötürü bilirkişi kurumunun amacından saptığı…” ifadesine yer
verilerek yasada değişiklik yapılmıştır.
2494
sayılı kanunla 281/3 maddesinin eklenmesi önerisinde “genel gerekçede bir nebze
temas edildiği üzere, bilirkişiler bazen kendi ihtisas sahaları dışına taşarak,
sanki hakim kendileri imişcesine hukuki mukteza tayin etmekte ve bazen hakimler
işlerinin çokluğu ve bilirkişiye güvendiği için bilirkişi raporunu gerekçesi
ile ve sonucu ile hüküm haline getirmekte ve böylece bilirkişiler hakim,
hakimler de tasdik organı haline gelebiliyor” ifadesi yer almıştır (Baki Kuru
sayfa 2739).
Yürütme
organı burada da hakimden yana çıkmış ve bilirkişilerin raporlarında hukuki
mütalaa isteyenlerin hakimler olduğunu söylemekten kaçınmıştır. Eğer hakimler,
bilirkişilerin hukuki mütalaa oluşturmalarını istemeseler, dosyanın bilirkişiye
teslimi aşamasında HMK 273/1maddesinin emrettiği şekilde soru sorarlar, aksine
davranan bilirkişi ile çalışmazlar. Bilirkişi raporunun gerekçesi ile birlikte gerekçeli
kararda aynen yer alması, bilgisayarla rapor düzenlenmesinin benimsenmesi ile
oluşmuş bir yöntemdir. Hakim, kes-yapıştır yöntemi ile emek vermediği bir
gerekçeyi kendi emeği gibi gerekçeli kararında göstermektedir. Bu davranış
açıkça, yasamanın yetkilerinin yargı tarafından gasp edilmesidir.
Aslında yapılana değişiklik demek mümkün
değildir. Çünkü, yasa koyucu HMUK 275/1 maddesinde yer alan ifadeyi, değişik
bir şekilde, yeniden oluşturduğu ikinci fıkrada, tekrar ederek, yargı erkini,
yasa maddelerini yanlış ve toplumun zararına uygulamadan ötürü duyması gereken
üzüntüden korumak istemiştir.
Yapılan değişiklik bir fayda sağlamamıştır. 1981 tarihinden HMK
nın yürürlüğe girmesine kadar geçen süreçte de, hukuki konularda bilirkişiye
başvurmaya devam edilmiş hatta dosya bütünü ile bilirkişiye teslim edilir hale
gelmiştir. HMK nın yürürlüğe girmesi de, bu uygulamayı değiştirmeye
yetmemiştir. HMK yürürlüğe girdiğinde, özellikle iş mahkemelerinde, dosyanın
hukukçu bilirkişiye yada hukukçu bilirkişinin de içinde yer aldığı, bir kurula
inceletmek, dosyanın özetlenmesini ve uygulanacak hukuk normlarının
belirlenmesini sağlamak için, hukukçu bilirkişinin nasıl atanacağının çözümü
aranmış ve sonuçta “hesap bilirkişisi” adı ile bir bilirkişi yaratılmıştır.
Mahkemelerin bulmuş olduğu bu çözüme karşılık, bilirkişi listeleri
oluşturulurken, hukukçu yani avukat bilirkişinin, bilirkişilik yapmasına engel
olmak için, gayret gösterilmiş ise de yeterli sonuç alınamamıştır.
04.02.2011tarihinden 03.11.2016 tarihine kadar geçen süreçte yapılan uygulama
da yetersiz kaldığı için 03.11.2016 tarihinde yürürlüğe giren 6754 sayılı
Bilirkişilik Kanununda tekrar, hukukçu bilirkişinin olamayacağı hükme
bağlanmıştır. 6754 sayılı Bilirkişilik Kanununun yürürlüğe girmesi ile bilirkişi
olabilmenin koşullarını düzenleyen 10 maddesinin 4 fıkrası, avukatların
bilirkişi olabilmesi için, hukuk eğitiminin dışında, bir konuda da bilgisini
kanıtlaması gerektiği belirtilmiş ve bunun belgeye bağlanması istenmiştir. Bu
belge sorunu da, hesap bilirkişisi formülünde olduğu gibi kısa zamanda
çözümlenmiştir. Bu kez devreye üniversiteler ve barolar girerek, belge veren
eğitim çalışmaları oluşturmuştur.
Görüldüğü gibi, hep birlikte yasama erkinin, iradesin engellemek
için elimizden geleni ardımıza koymadan çalıştığımız gibi, kanımızca bu çalışmalarımıza
devam edeceğiz. Her hangi bir hukuki uyuşmazlığı çözerken TBK 19. maddesinde
yer alan, sözleşmeler açısından, kişinin iradesine saygı kuralını uygulayan
yargı, yasamanın iradesini uygulamamak için çaba göstermektedir. Bu uygulamanın
yani, uyuşmazlıkları bilirkişilere çözdürmek alışkanlığının sakıncalarını
ortaya koyabilmek için sizlere, duayen olmuş bir yargıcın ve gene duayen olmuş
bir bilim insanının bu konudaki görüşlerini sunmak isterim.
Bilirkişi uygulamasında yer alan sorunların nedenlerini Sayın
Çetin Aşçıoğlu’nun “Yargılamada Maddi Gerçeğin Belirlenmesi ve Kanayan
Yara Bilirkişilik adlı yapıtına baktığımızda, bilirkişi uygulamasında yer alan
sorunların nedenleri olarak;
- Bilgi eksikliği ve yasaların emredici
kurallarına uymakta gösterdiğimiz özensizlik
- Yargıcın kendine güvensizliği ve
Yargıtay’ın yargıca olan güvensizliği
- İş yoğunluğu
- Not korkusu
Bilirkişilerin sistemde gereğinden fazla yer almasının
sakıncalarını dile getiren M.Reşit Belgesay’dan yapılan alıntıyı da sizlerle
paylaşmak isteriz. Belgesay’a göre “yargıçların her konuda bilirkişiden görüş
almasını alışkanlık durumuna getirmeleri onları (yargıçları)yavaş yavaş
yargılamadan sorumlu olmayan kimselere devretmeye ve uyuşukluğa tembelliğe
yönlendirir.”
Biz bu nedenler arasına,
- sorumluluğu paylaşacak birini aramayı
- Yargıtay’ın zaman zaman yasaya aykırı
bir şekilde, dosyanın bilirkişiye hatta hukukçu bilirkişiye verilmemiş olmasını
bozma nedeni yapmasını
- Yargıtay’ın çelişkili kararlar vermesi
ve bu kararlara ulaşmanın zor olmasını
- Tarafın davayı hazırlarken gösterdiği
özensizliği ve ilmi/kazi içtihatlarda yer alan belirsizlikten kaynaklı
güvensizliği
- İş yoğunluğu
gerekçesine dayalı, işten kaçmayı
da eklemek isteriz.
Çetin Aşçıoğlu’na göre, bilirkişi kurumunun yanlış uygulanması
sonucunda;
- AİHS nin 6 maddesinde belirtilen
“bireyin yansız bir mahkeme önünde yargılanma hakkı” zedelenir. Bu nedenle
yargının yansızlığına gölge düşer.
- Hukukun üstünlüğü tartışmalı hale
gelir
- Yargının saygınlığı azalır
- Yargı pahalı hale gelir
- Hukuk bilimi olumsuz etkilenir.
YHGK 08.06.2016 gün 2014/11-696 E 2016/778 K sayılı kararı da
hukukçu bilirkişiye gidilmemesi gerektiğini hükme bağlamıştır.
Bu durumda, avukat
olarak, hukukçu bilirkişiler aracılığı ile uyuşmazlığın çözümüne devamda
mesleki açıdan bir yarar olup olmadığını düşünmemiz ve bunun kararını vermemiz
gerektiğine inanmaktayız.
Bize göre, uyuşmazlığın
hukukçu bilirkişiler aracılığı ile çözümlenmesi, tabi hakim ilkesine aykırı bir
davranıştır (B.Kuru sayfa 2646 da ki açıklamalar ve 2648 deki Yargıtay
kararları). Üstelik eğer, konu bilirkişilerce çözüme kavuşturulacak ise, neden,
yargıya başvurmak yerine daha kolay ve daha ucuz hatta daha ekonomik olan HMK
nın sulh yolu ile, Avukatlık Kanunu 35/a maddesinde yer alan uzlaşma yolu ile
yada Arabuluculuk yasasının verdiği olanaklarla çözmediğimizi düşünmekte de
yarar bulunmaktadır. Böylece, koridorlarda adliye ile aynı bina içinde olan
nüfus müdürlüğünden gelmeyen cevap için tekit yazılmasını sağlamak uğruna
duruşma beklemekten de kurtuluruz. Tüm deliller toplanmadan tahkikat
duruşmasına geçilmeyeceği, HMK 137/2 maddesinin açık hükmü olmasına rağmen,
yeni bir tebligat çıkarmaktan kaçınan hakimlerimizin bu yanlış uygulamasından
kaynaklı koridor nöbetlerinden de kurtulmuş oluruz.
Yukarıdaki açıklamalardan
sonra, yasanın emri olan durumlar dışında, Yargıtay’ın hukuku bilirkişiye de
başvurulması gerektiği konusunda ki kararlarını (Prof. Dr. Bilge Umar’ın Hukuk
Muhakemeleri Kanunu Şerhi adlı yapıtının759. Sayfasındaki örnek kararlar) ve
mahkemelerin her konuda bilirkişiye başvurma gayreti içinde olmalarını, yasama
erkine aykırı bir davranış olarak yorumlamak zorunluluğu bulunmaktadır.
Sayın Bilge Umar’ın söz
konusu eserinin 755 vd sayfalarında yer alan açıklamalara baktığımızda, hukukçu
bilirkişiye gitmenin bir zorunluluk olduğunu ve aksi davranışın uyuşmazlığın
çözümünü ekonomik açıdan daha pahalı hale getireceğini ifade ettiğini
görmekteyiz. Bu görüş kısmen de olsa Sayın Prof Dr Yaşar Karayalçın’ın da sözlü
anlatımlarında benimsediği bir görüştür. Biz temelde bu görüşe katılmamaktayız.
Ancak, hakim gerçekten bir hukuki konuda ilmi bir görüşe gereksinim duyarsa
bunun, bilirkişi raporu olarak değil de, bilimsel görüş olarak alınması
gerektiğine inanmaktayız. Hatta, çelişkili görüşleri içeren bir hukuki konuda
değişik fikirleri içerecek bilimsel rapor alınmasından yanayız. Fakat buna
bilirkişi raporu denmesine ve bu şekilde hükme esas alınmasına karşıyız.
Sayın Prof. Dr. Murat Atalı,
AÜHFD 65(4) 2016 da yayınlanan, 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu ve Hukuki
Konularda Bilirkişilik adlı makalesinde, hukukçu bilirkişiye gitmenin
gerektiğini savunmaktadır. Sayın Atalı’ya göre;
-
Hakimin yargılamada temel aldığı
hukuk normunu paylaşmaması nedeniyle taraflar, uyuşmazlığa uygulanacak olan
normu bilirkişi raporu ile öğrenmektedirler.
-
Hakimin iş yoğunlu bilirkişiye gitmeyi
zorunlu kılmaktadır.
-
Taraflar dilekçelerini gereği gibi
hazırlamamaktadır.
Kanımızca, sayın Atalı,
problemi çözmek yerine, problemin devamı için mazeret yaratmaktadır. Eğer
taraflar dilekçelerini HMK ya (daha önceleri HMUK) göre hazırlamış olsalar, tarafların
dayandıkları hukuki nedeni, hangi maddi vakıaları hangi delille
kanıtlayacaklarını, eğer bilirkişiye gidilecek ise, hangi maddi vakıa için
gidileceğini ve sorulması gereken soruları dilekçelerinde belirtmiş olsalar,
hakimin iş yükü azalacağı gibi, hukukçu bilirkişiye gereksinimi kalmayacaktır.
Ayrıca, hakimler ihsas-ı rey bahanesinden kurtulup, hukuki nedeni ön inceleme
aşamasında tartışır hale gelseler diğer bir anlatımla yargılamayı bilmece
olmaktan çıkarsalar, sürpriz yasağından uzak bir adil yargılama gerçekleşir.
,Bunun önüne geçmek ve
kararların tabii hakim ilkesine uygun olarak bilirkişiler tarafından değil
hakim tarafından verilmesini sağlamak, avukata düşen bir görevdir. Her ne kadar
bazı meslektaşlarımız, geçimlerini bilirkişilik yaparak sağlıyorsa (Uzunca bir müddet ben de
bilirkişilik yaptım ve geçimimi bu yolla sağladım) ve yasaya uygun davranış
onların mağduriyetlerine neden olacak ise de hukuku uygulamak adına bu
olumsuzluğa göğüs germek gerekecektir.
Bu yanlışın tek sorumlusu
hakim midir? Diye sorduğumuzda, avukat olarak bizlerinde sorumluluk
taşıdığımızı söylememiz gerekmektedir.
Öncelikle 1927 den beri
HMUK 179 maddesi ve HMK 119/1.f maddesi ile yürürlükte olan, delillerin
bildirilmesinde, maddi vakıalarla bağlantı kurulmasına ilişkin olan, bize
emredilen yükümlülüğü yerine getirmediğimizi kabul etmemiz gerektiğine
inanmaktayız. Bu yükümlülüğümüzü yerine getirmediğimiz için, bilirkişi deliline
başvururken neden başvurduğumuzu, hangi maddi vakıanın bilirkişi ile
çözümlenmesini istediğimizi söylememekteyiz. Dilekçenin deliller bölümünde
“bilirkişi incelemesi” yazmakla, görevimizi yerine getirdiğimize inanmaktayız.
Yasa koyucu, bu yanlışımızı ortadan kaldırmak için HMK 194. maddesi ile taraf
dilekçelerinde hükme bağlanan maddi vakıalarla delillerin bağlantılı olarak
sunulması kuralının bir tekrarı olan somutlaştırma kuralını bile
uygulamamaktayız. Bunun sonucunda yargılamada aktif olarak rol aldığımız
alanlarda aktifliği hakime hatta onunda bunu kullanmaması nedeniyle
bilirkişilere bırakmaktayız ( Baki Kuru sayfa v2653-2654) .
HMUK 276/1 maddesi ile davanın aktif sujesi olan taraflara
tanınmış olan bilirkişi seçme hakkını hiç kullanmadığımız için, bilirkişilerin
hakim tarafından seçilmesine olanak verdiğimiz gibi HMK nın yürürlüğe girmesi
ile başlayan ve Bilirkişilik Kanunun yürürlüğe girmesi ile pekişen,
bilirkişileri hakim tarafından resen seçilmesinin yasalaşmasına karşı sessiz
kaldığımızdan ötürü pasifleştiğimizi inkar etmemeliyiz. Unutmamak gerekir ki
bilirkişi tarafın iddiası yada savunması kapsamında kalan maddi vakıanın
delilini değerlendirmekle yükümlüdür. Yani Adalet Bakanlığı tarafından
hazırlanan tasarı da yer aldığı ve yasama organınca tartışmasız kabul edildiğinin
aksine, bilirkişi hakimin değil, tarafın yardımcısıdır. Bu nedenle, bilirkişilerin,
tarafça seçilmesine ilişkin 276/1 maddesinin yer alan eski hükmün benzeri bir
maddenin HYMK da da yer alması doğru olurdu. Kanımızca bu hakkı tekrar elde
etmek yararlı olacaktır. Elbette bizlerde öncelikle listelerden daha doğrusu konunun
uzmanı olduğu kabul edilen kişiler arasından seçim yapmalıyız. Üstelik bu
davranış hakem-bilirkişi davranışına çok benzeyen bir davranıştır.
Uygulamanın, gerek HMUK gerekse HMK döneminde, bilirkişilerin
hakim tarafından seçilmesinin yanı sıra, bunların celse arasında seçilmesinden
ötürü, kimin seçildiğini öğrenmeden dosyanın bilirkişiye gönderilmesini
önleyemediğimizi hatta bazı işgüzar kalem görevlilerinin dosyanın teslim
edildiği bilirkişilerin ismini bile vermekten kaçınması nedeniyle bilirkişiyi
ret hakkımızı kullanamadığımızı unutmamalıyız. Her ne kadar UYAP nedeniyle
bilirkişi seçim kararını öğrenmemiz olanaklı hale gelmiş ise de, sisteme
girmeden önce word formatı ile bilirkişi seçim kararının yazılmasının olanaklı
olduğunu, karar duruşmalarında hatta tefhimle temyiz süresi başlayan ceza
yargılamasında bile sisteme girmeden word üzerinden duruşma yapıldığını, hatta
hakimin önünde ki müsvedde kağıda yazılmış kararı, tefhim edip daha sonra karar
yazdığını hatırlarsak, bu söylediğimizin gerçekleşme olasılığını ne kadar
yüksek olduğunu kanıtlamış oluruz. Bu nedenle, seçilen bilirkişinin tarafımıza
bildirilmesini ve gerekirse bildirim tarihinden itibaren başlayacak olan HMK
272/2 maddesi ile düzenlenen bir haftalık itiraz süremiz geçmeden, dosyanın bilirkişiye
verilmesine itiraz etmeyi unutmamalıyız. Burada unutulmaması gereken bir husus,
hakimin bilirkişiyi tahkikat aşaması sona erinceye kadar her zaman değiştirme
yetkisinin bulunması nedeni ile, süre geçtikten sonra, bu istemi hakimin
takdirine bırakacak şekilde ret sebebinin hakimin bilgisine sunmak olanağının
bulunduğudur ( Bilge Umar sayfa 771). Gene aynı sayfada yer alan açıklamaya
göre, eğer yargılama, heyetli mahkemede yapılmakta ise, ret istemi heyet
tarafından karara bağlanmalıdır.
Bu aşamada konu ile ilgisi olmamakla beraber, hakimin uyapa yapmış
olduğu kaydın tarihi ve saati saptanabildiğine göre, duruşmadan sonra, tutanağı
uyapa kaydeden, yada duruşmadaki müsvedde üzerinden verdiği kararı daha sonra
uyapa aktaran hakimin bu davranışı da, hakimlerin sorumluluğuna ilişkin
kararlarda Yargıtay’ca belirtildiği gibi “beşeri hata” kapsamında kalır mı ? Ya
da duruşma öncesi hazırladığı kararı, sözlü savunmadan sonra, kes yapıştır
yöntemi ile sisteme aktaran hakimin davranışı, sözlü savunmayı anlamsız hale
getirmez mi ? hukuki dinlenilme hakkının ihlali kapsamında kalmaz mı ?
şeklindeki sorulara yanıt bulamadığımı da belirtmek isterim.
HMUK 279 ve HMK 273/1 maddelerine göre, taraf bilirkişiye
sorulacak soruların hazırlanmasına aktif olarak katılmak olanağına sahip iken
(Baki Kuru, 2653,2654), bu hakkın yeterince kullanılmaması nedeniyle dosyalar
bilirkişiye verilirken, bilirkişiye hangi soruların sorulduğu açıkça ara
kararda gösterilmeden “iddia ve savunma
gözetilerek” ifadesine dayalı olarak bilirkişilere verilmektedir(Baki Kuru
sayfa 2752 örnek kararlar). Bilirkişiler bu görevlendirmenin verdiği güç ile
yasalara aykırı da olsa, hukuki sorunlar da dahil olmak üzere, dosyayı kendi
başına çözüme kavuşturma alışkanlığını edinmiştir. Eğer, hakimin bilirkişiye
başvurusu yasanı emrettiği sınırları yani maddi vakıaların değerlendirilmesinin
dışında bir amacı taşıyorsa, hakimin bu davranışının engellemenin en etkin
yolunun, taraf dilekçelerinde, bilirkişi deliline hangi maddi vakıa için ve
hangi somut nedenlerle başvurduğumuzu bildirmek olduğuna inanmaktayız. Ayrıca,
bu davranışımız, hakimin yargılamada kendisine tanınan görev ve yetkiyi yasa
dışı olarak devretmesinin önüne geçmemize, tabii hakim ilkesine uygun olarak
yargılanmamıza da neden olacaktır.
Tarafın bu zorunluluğa uyması öncelikle, yasaya ve yasadan
kaynaklanan karşı tarafın hukuki dinlenilme hakkına saygıdan kaynaklanmaktadır.
Bu davranışı sergilemeyen tarafın, diğer tarafın kendisinden bilgi saklamasına,
örneğin tanık isimlerini uyaptan gönderip, “kalem nasıl olsa tebliğe çıkmaz”
mantığına sığınarak, hakimin duruşmadaki ara kararından önce listedeki
isimlerin karşı tarafça öğrenilmesini engellemesini, yada beyan dilekçesi adı
altında, dilekçe hakkının sona ermesinden sonra vermiş olduğu ve hakimin ara
kararına geçmediği dilekçeyi hüküm aşamasına kadar bilmesini engellemesini hoş
görü ile karşılaması gerekmektedir. Elbette, uyaptan yapılan işlemlerin
tebliğinin yapılmadığını kontrol etmeyen hatta duruşma aşamasında böylesi bir
durumun ortaya çıkması halinde, kalemin iş yoğunluğunu mazeret gösteren hakim
de kötü niyetli taraf kadar sorumludur.
Tarafın, bilirkişi delilini somutlaştırması diğer bir anlatımla
bilirkişiye sorulmasını istediği soruların bildirilmesi karşı tarafın hukuki
dinlenilme hakkına saygı olduğu kadar, hakimin HMK 25/1 maddesinde hükme
bağlanan, hakimin yargılamaya müdahale edemez kuralına uymakta göstereceği
saygının başlangıcı olur. Elbette eğer hakim, bilirkişiye davanın
aydınlatılması kapsamında, resen soru yöneltmek istiyorsa, HMK 31/1ve 281/2 maddelerinin
kendisine tanıdığı yetkiyi kullandığını ve bunun gerekçelerini ara kararında
belirtmek zorundadır.
Bilirkişi delilinin HMK uygun olarak sunulması karşısında, karşı
tarafın, hukuki dinlenilme hakkının korunacağından söz ettik, ama bu konuya bir
açıklama getirmedik. Bu konuda ki açıklamamız; karşı tarafın bu delili
değerlendirerek gerekirse karşı delil sunmasına olanak vermek ve ispata gerek
duyulmayan bir konu ise yani uyuşmazlığın çözümüne etkili olmayacak yada karşı
tarafın açıklaması ile bilirkişiden bilgi almaya gerek duyulmayacak bir şey ise
HMK 187. Maddesi kapsamında, hakim tarafından bilirkişiye başvurulmadan
yargılama sonuçlanabilir, böylece makul sürede yargılanma ve dava ekonomisi
gerçekleştirilmiş olur, şeklindedir.
Günümüzde, tabii hakim kuralının ihlali en çok, hukukçu bilirkişi
atayarak gerçekleşmektedir. Bunu önlemeyi amaçlayacak şekilde, Bilirkişi Kanunu
ile 2802 SK 63/2.h maddesi oluşturularak, “Bilirkişi
seçimi ve görevlendirmesi sırasında kanunlarla belirlenen kurallara uymamak”,
hakimler açısından disiplin cezasını gerektirecek fiil olarak
değerlendirilmiştir.
Taraf dilekçelerinin yasaya uygun olarak düzenlenmemesi halinde
HMUK döneminde HMUK 187/7 maddesinden yararlanarak bu hususu ilk itiraz olarak
sunmak mümkün idi. Ancak bu gün bu maddenin karşılığı olan HMK 116 maddesi bu
olanağı vermemektedir. Ancak HMK 119/f,129/e ve 136/2 maddeleri birlikte
değerlendirildiğinde, deliller ile maddi vakıalar arasında yasanın emrettiği
ilgiyi kurmayan ve de somutlaştırma kuralına uymayan dilekçelerin, dava şartı
yönünden noksan olduğunun kabulü gerekmektedir. Bu noksanlar, HMK 119/2 ve
130/1 maddesinde sayılan noksanlardan olmadığı için bunlar hakkında bir
haftalık süre verilerek tamamlanmasına olanak yoktur. Ancak, HMK 115/2 maddesi
doğrultusunda olaya yaklaştığımızda, maddi vakıa ile delil arasında bağlantı
kurulmaması ve somutlaştırma kuralına uyulmaması giderilmesi olanaklı dava
şartı noksanı olarak değerlendirilmeli ve iki haftalık süre içinde giderilmediği
takdirde davanın açılmamış sayılmasına karar verilmelidir. Elbette, dava şartı
açısından noksan olan bir dilekçe karşı taraf işlemleri için emredilen süreleri
başlamasını engelleyecektir.
Biz, Pekcanıtez/Atalay/ Özekes tarafından kaleme alınan Medeni
Usul Hukuku adlı yapıta dayanarak verilen HGK 20.01.2016 gün ve 2014/360 E
2016/ 24 K sayılı kararında belirtildiği gibi, hakimin yargılamaya başlaması
gerektiğine inanmamaktayız. Gene söz konusu karara göre, bu noksanlıklar nedeni
ile “ispat yükünün yerine getirilmesi güçleşecek yada mümkün olmayacaktır”
kendiliğinden doğan bu yaptırım yeterlidir şeklindeki görüşe katılmıyoruz. Böylesi
bir sonucu kabul etmek, karşı tarafın gereksiz yere yargılama faaliyetlerine
katılmasına ve usul ekonomisinin zedelenmesine
neden olacağı için, bu görüşe de katılmamaktayız. Bu durumda bize göre,
bilirkişi delili ile maddi vakıa arasında bağ kurulmamış ise ve somutlaştırma
kuralına uyulmamış ise, tarafa iki haftalık kesin süre verilerek bu noksanın
giderilmesine karar verilmeli, noksanın giderilmemesi halinde ise öncelikle söz
konusu davanın açılmamış sayılmasına karar verilmeli yahut somut uyuşmazlık
olanak veriyorsa bilirkişi delilinden vazgeçilmiş sayılarak davaya devam
edilmelidir (Yrg 2 HD 24.01.2013 2013/14324 E 2013/1831 K).
Davacı tarafa düşen görev, bilirkişi deliline hangi maddi
vakıaların kanıtlanması için başvurduğunu, bilirkişiye sorulması gereken
soruları içerecek şekilde, dilekçesinde göstermektir.
Davalı yan ise, eğer dava dilekçesi yada cevaba cevap dilekçesi bu
özelliği taşımıyorsa, bu konuya itiraz ederek, somut olayın yapısında göre, ya
davanın açılmamış sayılması için yada bilirkişi delili olmaksızın uyuşmazlığın
çözümünün sağlanması yolunda gayret göstermelidir.
Elbette, ters çevrilmiş olarak aynı yükümlülükler taraflar
açısından cevap ve ikinci cevap dilekçeleri için de söz konusudur.
Taraflar, mutlaka seçilen bilirkişinin kimliğine ve hangi konuda
bilirkişilik yaptığına ilişkin bilginin kendisine verilmesini sağlamalıdır. Bu
bilgi ışığında, HMK 272/2 maddesi kapsamında bir itirazları söz konusu ise
dosya bilirkişiye verilmeden önce bu itirazın karara bağlanmasını sağlamalıdır.
Kanımızca, bilirkişinin bilgisine ve kişiliğine güven tarafın en tabii
hakkıdır. Bu hakkını yasaların olanak verdiği ölçüde kullanmalıdır.
Bilindiği gibi HMK 275/1 maddesi hükmüne göre, bilirkişi
incelediği maddi vakıa ile ilgili olarak, kendi uzmanlık alanı dışında bilginin
gerektiği kanısına sahip olursa, bunu ilgili mahkemeye bildirerek gereken
işbirliğinin sağlanması için yeni bir bilirkişi atanmasını isteyebilir. Yasaya
göre, bilirkişi bu istemini bir hafta içinde yapmalıdır. Kanımca, bu sürenin
geçmiş olması nedeniyle göreve son verilmemeli bu süreyi teşvik edici nitelikte
bir süre olarak kabul etmelidir. Ancak, yeni atanacak bilirkişinin de taraflara
bildirilmesi, tarafların bu bilirkişi için de itiraz hakkını kullanmasına
olanak verilmesi gerekmektedir.
HMK 276/1 maddesinde bilirkişinin görevini bizzat yapması
emredildiğine göre, uzmanlık alanı dışında kalan bir husus için yeni bir
bilirkişi atanmasını istemesi işin doğası gereğidir.
Uygulamada, kendisinin hazırlamakla yükümlü olduğu bilirkişi
raporunu, bürosunda aylık yada yüzde ile çalışan kişilere hazırlatan ve kendi
imzalayan kişilerin varlığından söz edilmektedir. Eğer böylesi bir durum varsa
bunların listeden çıkarılmasını talep tarafın görevlerinden biridir.
Burada çözümlenmesi gereken konu, bilirkişi incelemesine konu
maddi vakıanın birden fazla uzmanlık alanında ki bilgilerle çözüme
kavuşturulması zorunlu bir maddi vakıa olması gerektiğidir. Bunun dışında aynı
konuda bir başka bilirkişinin atanmasını istemek yada kendi alanını
ilgilendirmeyen bir konudan ötürü bilirkişilikten çekilmek yerine yanına uzman
verilmesini talep değildir. Kanımızca. Böylesi bir davranış söz konusu ise,
taraf olarak ödediğimiz bilirkişi ücretinin geri alınması için ilgili
mahkemeden karar istemeye hakkımız olduğu gibi, eğer bir gecikme olmuş ve bir
zarar söz konusu olmuş ise bunu da bilirkişilerin sorumluluğuna ilişkin
hükümler doğrultusunda talep edebilmeliyiz.
Tarafların bilirkişinin değerlendirmesi gereken maddi vakıayı
belirlemesi ve bilirkişiye sorulması gereken sorularını somutlaştırma kuralı
doğrultusunda açıklaması, yargılamanın
aktif süjesinin hakim olmayıp taraf olduğunu göstermenin gereğidir. Hakim, ön
inceleme duruşmasında, HMK 137/1 maddesi doğrultusunda, taraf önerilerine
uyarak yada uymayarak belirlediği, uyuşmazlığın çözümünde uyulması gereken
hukuki kurumu ve bu kurum içindeki madde ve maddeleri belirledikten sonra,
ispat ve delil yükünü dağıtırken, kimin hangi maddi vakıayı hangi delille
çözeceğinin kararını verirken, tarafların bu açıklamasından yararlanmak
zorundadır. Eğer bu açıklamanın dışında, HMK 31/1 maddesinin kendisine yüklediği
davayı aydınlatmak görevi kapsamında kalmak kaydı ile bilirkişiye kendisi soru
yöneltecek ise, bunu gerekçeli olarak açıklama ve iddia ve savunmanın
genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı ile HMK 25/1 maddesinin, hakimin
tarafların söylemedikleri her hangi bir şeyi yargılamada değerlendirmeyeceğine
ilişkin kuralına uymalıdır.( Yrg 3 HD 17.102016 gün 2016/2550 E 2016/11602 K )
Tüm bu aşamalardan sonra, hakim bilirkişiye sorulması gereken
soruları saptamalıdır. Bu ona HMK 273/1.a ve b maddesi ile emredilmiş bir
görevdir (Baki Kuru sayfa 2732). Aykırı davranış 2802 sayılı kanuna göre
disiplin suçu oluşturduğu gibi, HMK 46/1.c maddesi açısından tazminat sorumluluğuna
da yol açacaktır. Her ne kadar HMK 46/1 maddesine göre, tazminat davasının
devlete karşı açılması gerekiyorsa da, söz konusu maddeye göre, zarara neden
olan tazminatın ilgilisine rücu edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü, madde emredici
nitelikte yazılmıştır. Bunu “beşeri hata” ifadesi ile geçiştirmek yada ödenen
tazminat için açılması gereken rücu davalarına izin vermeyerek hakimi korumak
hukuku zedelemekten başka bir şeye yaramaz.
Hatta TCK 257 maddesinin koşulları oluşmuş ise, görevi kötüye
kullanma suçu bile oluşabilir.
Yasa koyucu, hakimin soru yöneltmek görevini yapmayabileceğini
düşünmüş ve bilirkişiye sorulması gereken sorular belirlenmeden dosyanın
bilirkişiye verilmesi halinde bilirkişinin bu soruların neler olduğunu HMK
278/2 maddesi ile hakimden sorması gerektiğini hükme bağlayarak ve HMK 269/1
maddesi ile görevlendirildiği konu dışına çıkmaması konusunda bilirkişiye de
bir yükümlülük getirmiştir. Bilirkişinin bu görevini yapmaması, (kanımızca,
ceza hukuku açısından memur gibi yargılanması gereken bilirkişi açısından da)
TCK 257maddesinin koşulları oluşmuş ise,
görevi kötüye kullanma suçunun oluşmasına neden olmaktadır.
Kanımızca, bilirkişinin yapmış olduğu hukuki değerlendirmelerden
ötürü ne cezai nede özel hukuk açısından bir sorumluluk taşımaması
gerekmektedir. Çünkü, hukuki değerlendirme yapmak hakime verilmiş bir görevdir.
HMK 268 ve Bil.K 10 vd maddeleri gereğince oluşan komisyonların
belirleyeceği bilirkişilerin görevlendirilmesi nedeni ile, yargıya ve taraf
iradelerine yürütmenin etkisi kaçınılmazdır. Bilirkişilerin bu listelerde yer
almak istemesinin sonucunda da, kendisine görev veren hakime hoş görünmesi
kaçınılmazdır. HSK nın yeni yapısı nedeni ile yürütmenin yargıya olan etkisine
ilişkin tartışmaların bilirkişiler için de geçerli olduğu kanısındayız. Böylece
yargının bağımsızlığı ve hakimin delilleri serbestçe değerlendirmesi ilkesi
zedelenmektedir (Bilge Umar sayfa 763).
Unutulmaması gereken bir konu, Bilirkişilerin delilleri takdir
yetkisinin bulunmadığıdır. Bilirkişi sabit görülmüş vakıalar üzerinde mütalaa
yürütür yoksa mevcut delilleri bizzat takdir ederek sabit gördüklerine mütalaa
vermez (Baki Kuru sayfa 2738)
HMUK 281, 282, 283 ve 284 maddeleri ile HMK 278/2, 278/3, 279 ve
280 maddelerini topluca değerlendirdiğimizde, yasa koyucu prensip olarak,
bilirkişinin çalışmasını tarafların yokluğunda yapmasını kabul etmiş olduğu
sonucuna ulaşmaktayız. Bu maddelerde yer alan açıklamalara göre, bilirkişi
tarafları dinlemek isteyebilir, mahkeme bu hususu uygun görürse tarafların
birlikte olmaları şartı ile dinlenilmesine karar verir (Baki Kuru sayfa 2734).
Bilirkişi bir şeyi incelemek durumunda ise, taraflar bu inceleme
hazır bulunmak isteyebilirler.
HMK 278/3 ve 278/4 maddelerinde ifade edildiği gibi, bilirkişi
taraflardan bir şey isteyeceğinde yada bir şey soracağında hakimin iznine
ihtiyacı vardır. Üstelik, böylesi bir soru sorulacak ise, iki tarafında hazır
bulunması istenir. Bu nedenle taraflara usulünce çağrı yapılması gerektiğini
düşünmekteyiz. İşte, bilirkişinin taraflardan birinin yokluğunda karşı tarafa
bir şey sorduğunda yada karşı tarafın hazır bulunduğu bir ortamda bir inceleme
yaptığında, bilirkişi hakkında işlem yapılması için gereken şikayetin yapılması
diğer tarafın hakkıdır. Bu davranışın bilirkişinin tarafsızlığını ortadan
kaldıracak bir davranış olarak kabul edilmesi gerektiğine inanmaktayız.
Sn Prof. Dr. Bilge Umar’a göre, bilirkişinin bu davranışı, raporun
geçersizliğine neden değildir (sayfa 770-771)
HMK 279 maddesini bir bütün halinde incelediğimizde, bilirkişinin
“gözlem ve incelemelerini” bir rapor halinde mahkemeye sunmakla yükümlü
olduğunu görürüz. Mahkeme bu raporun yazılı olarak düzenlenmesini
isteyebileceği gibi sözlü olarak aktarılmasını da isteyebilir. Eğer sözlü
olarak aktarılacak ise bu aktarım tutanağa geçirilir.
HMK 279/2 maddesi raporun içeriğini düzenlemiştir. Bu maddeye göre
raporda,
-
Bilirkişinin görevlendirildiği hususlar
-
Gözlem ve inceleme konusu yapılan maddi vakıalar
-
Gerekçe
-
Varılan sonuç
-
Bilirkişiler arasında görüş ayrılığı varsa bunun sebebi
-
Düzenleme tarihi
-
İmza/imzalar
yer almalıdır. Görüldüğü gibi, maddeye göre, bilirkişi maddi
vakıalarla sınırlı bir inceleme yapma yetkisi ile görevlendirilmiştir. (İncelemesi
istenilen maddi vakıa bilirkişinin kendi uzmanlık alanına giren bir maddi vakıa
olduğu da unutulmamalıdır.)Yasa koyucu bununla da yetinmemiş, bilirkişi
raporunun içeriğini düzenlerken de, HMK 266/1 tekrarı olacak şekilde HMK 279/4
maddesinde bilirkişinin hukuki değerlendirmelerde bulunamayacağını hükme
bağlamıştır.
Bizce, kendi alanında uzman olan bir kişinin HMK 279/2 maddesinde
yer alan hususları içerecek şekilde bir rapor düzenleyemeyeceğini düşünmek mümkün değildir. Ancak, HMK den sonra
yürürlüğe giren 6754 sayılı bilirkişilik kanununa baktığımızda;
-
6/2.d maddesine göre bilirkişilere bir eğitim verileceğinin
-
6/2.ç maddesine göre bu eğitimde rapor standartı konusunda bilgi
verileceğinin
Hükme bağlandığını görmekteyiz.
Bilirkişilik Kanununda yer alan, 6.2.g maddesinde yer alan
bilirkişiliğe kabule ilişkin şartların bilirkişilik daire başkanlığı tarafından
belirleneceğine ilişkin 6/2.g. maddesini,
bilirkişilerin eğitimine ilişkin 6/2.d maddesini, bilirkişilerin
denetlenmesi ile ilgili 6/2.f, performans değerlendirmesi yapılmasına ilişkin
13.1.f maddesini birlikte değerlendirdiğimizde, bilirkişiliğin bakanlığın
kontrolünde, hakimlerin kararlarının hazırlanmasında yardımcı olacak bir
mesleğin yaratıldığını kabul etmek gerekmektedir. Bizce, böylesi bir kabul,
yargıyı zedeleyen bir durumun kabulü anlamına gelmektedir. Meslektaşlarımızın
bu durumun kaldırılmasına yönelik çaba göstermesi gerektiğine inanmaktayız.
Çünkü, kararın oluşmasını hazırlayacak olan bilirkişiler bakanlığın kontrolünde
kişiler olacaktır. Bu ise, yargının tabii hakim ilkesi ile bağdaşmayan kişilere
bırakılması tehlikesinin yanı sıra bu kişilerin bakanlık kontrolünde kişilerden
olması anlamına gelmektedir.
Olaya başka bir açıdan baktığımızda, yasa koyucunun bu tutumu ile,
asgari ücret bile almayan gerektiğinde yapmış olduğu fazla mesai, bayram ve
tatil ücretlerini bile almayan, sosyal güvenliği bile olmayan, Adalet Bakanlığı
bütçesine yük getirmeyen, bir hakim yardımcılığı sınıfı oluşturduğunu bile
söylemek mümkündür.
HMK 281 maddesini bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, bilirkişi
raporuna itirazın ;
-
Bilirkişi raporunda ki eksikliklerin tamamlattırılması
-
Bilirkişi raporundaki belirsizliklerin giderilmesi
İle sınırlı olduğunu görmekteyiz. Bilirkişi raporundaki
eksikliklerin saptanabilmesi ve tamamlanabilmesi için, bilirkişiye sorulmuş
olan soruların net bir şekilde ara kararına bağlanmış olması gerekmektedir.
Eğer böylesi bir karar yoksa neyin eksik olduğunu anlamak mümkün olmayacaktır.
Taraf dilekçelerinde bilirkişiye hangi konularda soru sorulması gerektiği
taraflarca belirlenmemiş yani somutlaştırma kuralı yerine getirilmemiş ise,
hakimin HMK 31maddesindeki aydınlatma görevine rağmen, hakimden bu yönde bir
çalışma beklemek, insafsızlık olacaktır. Bu nedenle, meslektaşlarımızın
bilirkişiye sorulması gereken soruları somutlaştırarak dilekçelerinde
belirtmeleri ve buna göre hakimin ara karar kurmasını talep etmeleri hem dava
ekonomisi hem de taraf yararı açısından önem göstermektedir. Bilirkişi raporuna
yapılacak itiraz net bir şekilde oluşturulmalı ve itiraz nedenleri ile birlikte
sunulmalıdır (Baki Kuru 2745)
Uygulamada bilirkişi raporuna itiraz, yasanın aradığı koşular
dışında raporun eleştirisi haline dönüşmektedir. Bunun bir nedeni kendilerine
soru sormadan” dosya kapsamına göre rapor hazırlamak” görevinin verilmesinden
bir nedeni ise yasa tarafından yasaklanmış olmasına rağmen bilirkişilerden
hukuki yorum beklememizden kaynaklanmaktadır.
Bilirkişi raporuna ilişkin HMK 281 maddesi kapsamında ki itirazlarımızın
dışındaki değerlendirmelerimizi, diğer delillerle birlikte tahkikat aşamasında
sonunda HMK 184 maddesinin vermiş olduğu yetki çerçevesinde yapmamız
gerekmektedir. Bu düşüncemizin doğruluğunu HMK 282/1 maddesinde yer alan
hükümden anlamaktayız. Söz konusu madde, hakimin, bilirkişi raporunu diğer
delillerle birlikte değerlendireceğini hükme bağlamıştır. Hakimde taraf gibi,
delil değerlendirmesini tahkikat aşamasının sonunda yapmaktadır. Çünkü ön
incelemede, hangi delillerin toplanması gerektiğine karar veren hakim bu
delillerin toplanması için yargılamaya ara vermeli ve delil toplaması sona
erince yeniden yargılamaya başlamalıdır. Sözlü yargılama, taraflara davanın
tamamı hakkında beyanda bulunma olanağı verdiğine göre, hakim bu aşamaya
gelmeden tüm delilleri değerlendirerek, eksik bir inceleme kalıp kalmadığını
saptamalıdır. Bu nedenle gerek taraflar gerekse hakim delil değerlendirmesi
kapsamında değerlendirmekle yükümlü olduğu bilirkişi görüşünü tahkikat
aşamasının sonunda gerçekleştirmelidir. HMUK dönemindeki kararlara göre, rapora
itiraz bu aşamada yapılabilmektedir. Taraflara 281/1 maddesinde tanınan iki
haftalık süre, sadece noksanların ve belirsizliklerin çözüme kavuşturulması
için tanınan süredir. Rapora itiraz tahkikat aşamasında hatta hüküm kuruluncaya
kadar her aşamada yapılabilir (Baki Kuru sayfa 2750).
Ancak bazı düşünürlere göre, itiraz için konulan süre hak düşürücü
süre olup itiraz etmemek ise karşı taraf açısından usulü kazanılmış hak doğurur
(Baki Kuru sayfa 2751 ve 2753)
Üstelik taraflar bu süreyi geçirmiş olabilirler, bu kez HMK 281/2 maddesi
doğrultusunda, hakime yargılama bitinceye kadar tanınan hakkın kullanılması
için verilmiş olan yetkinin kullanılmasını sağlayacak açıklamada bulunarak,
hakimin bu yönde karar alması sağlanabilir (Bilge Umar sayfa sayfa 783 vd).
İtiraz edilmeyen bilirkişi raporunun, karşı taraf için usulü
kazanılmış hak oluşturup oluşturmayacağı ve kesinleşmiş bir yargı kararında yer
alan bilirkişi raporunun kesin delil teşkil edip etmeyeceği tartışmalı konular
arasında yer almaktadır (Bilge Umar sayfa 783 vd).
Taraflar, eksiklerin tamamlanmasını ve belirsizliklerin
giderilmesini talep yerine, bilirkişi görüşünü değerlendirdikleri için ve hakim,
taraflarca yapılan bu değerlendirmelere karşı diğer tarafın ne diyeceğinin
açıklanması için süre verdiğinden yargılama gereksiz yere bir celse
uzamaktadır.
Bilindiği gibi, bilirkişi raporu hakimi bağlamaz. Bu hüküm “hakim
delilleri serbestçe takdir eder” kuralının özel olarak vurgulanmasından başka
bir şey değildir (Baki Kuru 2769). Ancak, hakim rapora aykırı karar veremez.
Raporu uygun görmez ise yeni rapor almalıdır(Baki Kuru sayfa 2771). Kendini
bilirkişi yerine koymamalıdır (Baki Kuru sayfa 2774). Fakat bu görüşlerin aksi
görüşlerin varlığı da bilinmektedir (Baki Kuru 2780-2782).
HMK 278/1 maddesine
göre “Bilirkişi görevini, mahkemenin sevk ve idaresi altında yürütür”. Söz
konusu maddenin gerekçesine baktığımızda, bilirkişinin hakimin yardımcısı
olarak kabul edildiğini görmekteyiz. Daha önce de söylediğimiz gibi, biz bu
görüşe katılmamaktayız. Bize göre, bilirkişi taraf delilinin değerlendirmesini
yapan kişidir. Bu nedenle hakimin yardımcısı olarak kabul etmek ve yargı
görevlisi gözü ile bakmak mümkün değildir. Bilirkişiye sorulacak sorular özünde
tarafların maddi vakıanın değerlendirilmesine ilişkin sorularıdır. Soruların hakim tarafından yönlendirilmesini, HMK 187/1
maddesi kapsamında düşünmekte yarar bulunmaktadır. Hakim taraf sorularını
süzgeçten geçirerek bunlardan hangisinin uyuşmazlığı çözmede yardımcı olacağını
saptar ve sorularını ona göre hazırlar. Zaten HMK 273/1 maddesinde yer alan
“tarafların da görüşlerini almak suretiyle” hükmü, bu fikrimizi
doğrulamaktadır. Hakimin bilirkişi resen atama yetkisi yada ona soru sormak, bilirkişiyi
değiştirmek yetkisi HMK 31/1 maddesinde yer alan davayı aydınlatma görevi
kapsamında değerlendirilmeli, yasanın tanımış olduğu bu yetki, hakimin
kendisine yardımcı atamak olarak değerlendirilmemelidir. Kanımızca HMK 31/1
maddesinin başlığı her ne kadar davayı aydınlatmak olarak belirlenmiş ise de,
kanımızca söz konusu madde aslında hakimin davayı anlaması için yasada yer
almaktadır.
Davaların bilirkişi raporlarının gecikmesinden ötürü
sürüncemede kaldığına ilişkin yaygın bir kanı bulunmaktadır. Yasa koyucu bu
kanıya dayanarak, bilirkişinin raporunu hazırlaması için gereken sürenin en çok
üç ay olması gerektiğini eğer bu süre içinde raporun hazırlanması mümkün değil
ise mahkemeden üç ayı geçmemek üzere yeni bir süre isteyebileceğini hükme
bağlamıştır. Öncelikle belirtmek isteriz ki, Bilgi Üniversitesi tarafından
yapılan bir araştırma bu kanının doğru olmadığını göstermektedir. Ayrıca, eğer
bu kanı doğru ise, elbette rakamsal olarak kanıtlanması ve de bilirkişiden
kaynaklı gecikmenin nedenlerinin ve çözümlerinin de araştırılması gerektiğine
inanmaktayız. Bizim kanımıza göre, dosya bilirkişiye verilirken, bilirkişiden
ne istendiği gerek taraflarca gerekse hakim tarafından somutlaştırılmadığından
ötürü ve bilirkişiye uyuşmazlığın tamamını çözme görevi verildiğinde ötürü
dosyalar karara bağlanamamaktadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, yasa koyucu HMK 275/2
maddesi hükmü ile, bilirkişinin gerekli bilgi ve belgeleri mahkemeden
isteyebileceği, HMK 278/2 maddesi hükmü ile tarafların bilgisine başvurabileceği
ve HMK 278/3 maddesi ile bir şey üzerinde inceleme yapma yetkisini bilirkişiye
tanımıştır. Kişisel kanımıza göre, yasa koyucu bu maddeler aracılığı ile
dosyada sorulması gereken sorular olgunlaşmadan bilirkişi incelemesinin
başlatılmasının sakıncalarını önlemek istemiştir.
Sn Prof. Dr. Bilge Umar’ın, hukukçuların da bilirkişi olarak
görevlendirilmesine ilişkin görüşlerine baktığımızda, bilirkişilerin meslek
alanlarında üstat kişiler olduklarını kabul ettiğini görmekteyiz. Bu yaklaşım
teorik olarak doğru ise de, uygulama ile bağdaştığı söylenemez. Bilirkişilere
verilen ücretin, HMK 283/1 maddesi gereği, Adalet Bakanlığı tarafından
oluşturulan ücret tarifesine göre belirlendiğini ve de bunun mesleğinin üstadı
olan bir kişi için, ancak bir yada iki kez yapılacak bir adalet görevi olarak
kabulünün dışında kabulünün mümkün olmadığını düşündüğümüzde, uygulamada, bilirkişilerin,
Bakanlık tarafından belirlenen şartları taşıdığı için listeye dahil olmuş, Bakanlık
tarafından verilen eğitimi almış bir anlamda yeni bir meslek edinmiş genelde
emeklilerden ve mesleğe yeni başlayan ekonomik problemler yaşayan aynı zamanda
bir şeyler öğrenmeye istekli kişilerden oluşmasına hayret etmemek
gerekmektedir. Diğer bir anlatımla, ücret tarifesi yayınlamak, ucuz emek gücü
yaratarak hakimin yükünü, tabii hakim ilkesine aykırı bir şekilde, bu kişilere
yıkmak anlamına gelmektedir.
Konu bilirkişi ücretlerinden açılmış iken, bilirkişi
ücretinin, bilirkişi incelemesi isteyen tarafça ödenmesi gerektiği HMK 324/1
maddesinde hükme bağlanmıştır. Söz konusu maddeye göre, eğer, iki tarafta
bilirkişi incelemesi talep etmiş ise, bilirkişi ücretini birlikte karşılamak
zorundadır. Bu zorunluluğa rağmen, taraflardan biri bilirkişi ücretini yatırmaz
ise, diğer taraf ücretin tamamını yatırarak bilirkişi incelemesinin yapılmasını
sağlar. Her ne kadar, bilirkişi incelemesi talep etmeyen tarafın, talep eden
tarafça bilirkişi ücretinin yatırılmaması halinde ne yapabileceği söz konusu
maddede hükme bağlanmamış ise de, HMK 196/1 maddesine göre gösterilen delilden
tek taraflı olarak vazgeçmenin mümkün olmayacağına ilişkin hükmü ve uygulamayı
hatırladığımızda, bilirkişi incelemesi istemeyen tarafın, bilirkişi ücretini
karşılayarak, karşı tarafın, bilirkişi incelemesinin yapılmasını sağlaması
olanağı bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Yargıtay 2 HD 24.01.2013 gün 2013/14324 E 2013/1831 K sayılı
kararına göre, ön inceleme duruşmasında dava dilekçesindeki maddi vakıalar ile
deliller arasındaki somutlaştırma çözüme kavuşturulmalıdır. Bu durumda aynı
dairenin 06.02.2014 gün 2013/19722 E 2014/2004 K sayılı kararına göre ise hangi
delillerin toplanması gerektiğine ön incelemede karar verileceğine göre,
bilirkişi ücretinin, hakimin hangi delillerin dosyaya kazandırılmasına ilişkin
kararından sonra ve işin niteliğine göre hakim tarafından belirlenmesi gerektiğini
düşünmekteyiz. Ancak, bize göre, bu aşamada yapılacak inceleme tarafların
dilekçelerinde gösterilen delillerle ile sınırlı olacaktır. Yani, uyuşmazlığın
çözümünde hangi delillerin taraf delilleri arasından seçilmesi ile
gerçekleştirilecektir. Yoksa taraflara yeniden delil bildirme şansı
tanınmayacaktır. Elbette HMK 145, HMK 31 ve ıslah halleri varsa yeni delil
sunma şansıda doğacaktır. Yrg HGK 20.04.2016 gün 2014/2-695 E 2016/522K aynı
görüşü taşımasına rağmen 15.01.2015 gün 2014/16139 E 2015/498 sayılı kararında
ise delil göstermenin ön inceleme aşamasında gerçekleşebileceğini ifade
etmektedir. Delil bildirme aşamasında hangi düşünce hakim olursa olsun
bilirkişi ücretinin ön incelemede belirlenmesi gerektiğine inanmaktayız. YHGK
04.11.2015 gün 2015/2-3037 E 2015/2430 K sayılı kararı da bu görüşümüzü
desteklemektedir.
HMK 325/1 maddesine göre, “Tarafların serbestçe tasarruf
edemeyeceği dava ve işlerde, hakim tarafından resen başvurulan deliller” için
hakimin önce her iki tarafa da bir hafta süre içinde söz konusu gideri
yatırması için süre vermesi taraflar bu yükümlülüklerini yerine getirmez ise
giderin hazinece karşılanacağı hükmü getirilmiştir. Söz konusu maddenin
gerekçesine baktığımızda hangi konuların resen inceleme kapsamında kaldığının
belirlendiği görülmektedir. Bu örnekler arasında, HMK 25/1maddesinde
belirtilen, taraflarca getirilme ilkesin tabi davalara ilişkin, hakimin resen
bilirkişiye gidebileceğine dair bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durumda HMK 266/1
maddesinde yer alan hakimin resen bilirkişiye gitmesine ilişkin madde ile HMK
325/1 maddesinde yer alan bunun aksine olan hüküm arasında bir çelişki olup
olmadığının irdelenmesi gerektiğine inanmaktayız. Bir an için, hazineden
karşılanan bilirkişi ücretleri için bir sınırlamanın olduğunu, bu sınırlamanın
hakimin resen bilirkişiye gidebileceği konular açısından bir sınırlama
getirmeyeceğini düşünebiliriz. Ancak, böylesi bir durumda her iki taraf da,
ücret ödemez ise, resen bilirkişiye gitme yönünde alınan kararın bir anlamı
kalmayacaktır. Kanımızca, düşünülmesi ve çözüme kavuşturulması gereken
konularınızdan bir tanesi budur.
HMK 267/1maddesine göre, bilirkişilerin tek kişi olması
istenmektedir. Bu kural HMUK döneminden beri uygulanan bir kuraldır. Bu kurala
göre, değerlendirilmesi istenilen maddi vakıayı aynı uzmanlık alanında
incelemek üzere görevlendirilen bilirkişinin bir kişi olması istenmektedir.
Aynı maddi vakıayı incelemek ve değerlendirmek için birden fazla uzmanlık
alanında bilirkişiye gereksinim varsa, elbette bu kuralın dışındadır.
Hatırlanacağı gibi HMK 275/1 maddesi, değerlendirme aşamasında bile
bilirkişinin farklı bir uzmanlık alanından yardım alması gerektiğini
bildirdiğinde, mahkeme bu uzmanlık alanında yeni bir bilirkişi
atayabilmektedir. Üstelik HMK 267/1 maddesinin istisnası kendi içinde yer
almaktadır. Bu istisnaya göre, gerekçelendirilmek ve tek sayıda bilirkişi atama
kuralına uymak şartı ile, aynı uzmanlık alanında birden fazla bilirkişi
atanabilecektir.
Daha önceki açıklamalarımızda, HMUK 276/1maddesinde yer
alan, bilirkişi atamasında, seçimin öncelikle tarafların anlaşması ile oluşması
gerektiği bu konuda taraflarca anlaşma olmadığı takdirde, hakimin bilirkişiyi
resen atayacağına ilişkin hükmün HMK da yer almadığını belirtmiştik. HMK 266/1
maddesine ve bu madde ile ilgili olarak
kanun tasarısının 272 maddesine ilişkin madde gerekçesine baktığımızda,
bilirkişi ataması yapılırken, taraf iradesine başvurulup başvurulmayacağı
konusunda bir hükmün yer almadığını görmekteyiz. Bu nedenle, tarafların
birlikte alacağı kararla, bilirkişi listesinden seçtikleri bilirkişilerin,
atanmasının gerekip gerekmediğinin sorgulanmasının faydalı olacağını
düşünmekteyiz. Böylece, uyuşmazlığın çözümünde tarafın aktif olduğu alan
genişleyecektir.
Konuyu bir kez de hakem-bilirkişi açısından değerlendirmekte
yarar bulunmaktadır. Öncelikle belirtmek isteriz ki, hakem-bilirkişi hakemin
görev ve yetkileri ile donatılmış değildir. Hakem-bilirkişinin yapacağı
değerlendirme hüküm olarak kabul edilemez. Hakem-bilirkişinin değerlendirmesi
uyuşmazlığın sona ermesine imkan vermemiş ise, hakem-bilirkişi
değerlendirmesinde haklı çıkan taraf bu hakkını elde etmek için, yargıya
başvurabilir. Yargılama aşamasında, bu değerlendirme, HMK 193/1 ve 193/2
hükmüne aykırı değil ise, delil sözleşmesi olarak kabul edilmeli ve delillerin
değerlendirilmesinde uyuşmazlığı çözmekle görevli hakim tarafından diğer
delillerle birlikte değerlendirilmelidir ( Bilge Umar madde 193 altında yer
alan açıklamalar). Bu aşamada, hakem-bilirkişi tarafından verilen değerlendirme
raporunda, hakim tarafından sorulması gereken sorular varsa sorusuna cevap
aramak gerektiğine inanmaktayız. Kanımızca, hakim bu kez sorularını
hakem-bilirkişiye yönlendirmek zorundadır.
Bilirkişi incelemesi esas davanın açılmasından önce HMK400
vd maddeleri hükümlerine göre, delil tespiti aşamasında da yapılabilir. Eğer
esas dava açılmadan önce delil tespiti olarak bilirkişi incelemesi yaptırılmış
ise, esas davaya bakan hakim, aynı bilirkişiye görev vererek, delil tespiti
aşamasında cevapsız kalmış soruların cevaplanması ve/veya belirsizlik gösteren
hususların açıklanmasını isteyebilir. Yapılan bu görevlendirme ek rapor
niteliğindedir (Baki Kuru sayfa 2762).
Bilirkişi raporuna karşı yapılan itirazlar, bilirkişi
tarafından cevaplanmış ise bu itiraz ret edilmedir. (Baki Kuru sayfa 2762 )
Gerek delil tespitinin gerekse esas davanın görevli ve
yetkili mahkemede açılmış ve bilirkişi incelemesinin bu mahkemelerce
yaptırılmış olması gerekmektedir. Aksi takdirde, söz konusu bilirkişi raporunun
değerlendirilmesi mümkün değildir. Bunun istisnası olarak, tarafların görevsiz
ve yetkisiz mahkemede alınan raporu kabul ediyorlarsa ve dava resen
araştırılması gereken bir dava türü değil ise, bu rapor açısından taraflar
arasında bir uyuşmazlık olmadığından ötürü yeni bir rapor alınmasına gerek
yoktur (Baki Kuru sayfa 2880).
Eğer incelenecek şey, bir başka mahkemenin yetki alanı
içinde kalıyorsa, istinabe yolu ile inceleme yapılmalıdır. Taraflar bu inceleme
sırasında hazır bulunabilirler. Bilirkişi incelemesi istinabe yolu ile
yapılacak ise, esas davaya bakan mahkeme, bilirkişilerin niteliği, niceliği
hakkında gerekenler ile onlara sorulmasını istedikleri soruların neler olduğunu
ara kararına belirtmelidir.
Bilirkişi ücretinin, Adalet Bakanlığı tarafından yayınlanan
tarifelere göre ödenmesi gerektiğini belirtmiş ve aynı zamanda bu ücret yapısı
ile bilirkişi bulmanın daha doğrusu mesleğinin üstadı olan bilirkişi bulmanın
zorluğunu da açıklamıştık. HMK 283/1 maddesinin gerekçesine baktığımızda,
bilirkişi ücretlerinin Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılacak tarifelere göre
belirlenmesindeki amaç, bilirkişilerin emeğinin gerçek karşılığını ödemek,
kalifiye bilirkişilerin görev almasına olanak vermek olduğunun belirtildiğini
görmekteyiz. Ancak, uygulamada görülen odur ki, bilirkişilere ödenen ücret, bu
amacı sağlamamıştır. Üstelik maddeye göre, bilirkişilere ulaşım, konaklama ve
diğer giderlerinin de ödenmesi gerekmektedir. Halbuki, uygulamada tarifede
belirlenen ücretin ödenmesi ile yetinilmektedir.
Yargıtay 2 HD 15.01.2015 gün ve 2014/16139 E 2015/498 K
sayılı kararında da belirtildiği gibi, ön inceleme aşamasından önce iddia ve
ispat yükünün hangi tarafta olduğu ve hangi delillerle bunun sağlanacağı
bilinmediğinden ötürü, tevzi bürolarında tahsil edilen delil avansı yasanın
mantığı ile bağdaşmamaktadır. Delil avansının, hakimin ispat ve delil yükünü
belirledikten sonra açıklanması gerektiğine inanmaktayız. Çünkü, hakim bu
incelemeye gerek görmeyeceği gibi, gerek tanık parasının hesaplanmasında gerekse
bilirkişi ücretinin hesaplanmasında hakimin takdir hakkı bulunmaktadır.
Yargıtay 11 HD 24.06.1985 3876/3950 sayılı kararına göre, bilirkişi ücreti
belirlenirken, ücretin net olarak açıklanmasının yanı sıra kesin süre verilecek
ise kesin sürenin sonuçlarının da anlatılması gerekmektedir (Baki Kuru sayfa
2655). Aksi takdirde verilen kesin sürenin bir geçerliliği yoktur.
Resen araştırma ilkesinin geçerli olmadığı davalarda, ön
incelemede belirlenen ispat ve delil yüküne göre, delillerin toplanması kararı
verilirken, hakim öncelikle tarafların dilekçelerinde belirttikleri deliller
arasında değerlendirme yapmak zorundadır. Eğer, bu deliller söz konusu maddi
vakıayı açıklamayı yetmeyecek ise, HMK 31/1 maddesinden yararlanarak
taraflardan yeni delil sunmalarını isteyebilecektir.
Ancak, HMK 266/1 maddesine baktığımızda, bilirkişi
incelemesine tarafların talepleri ile karar verileceği gibi re’sende
verilebileceğinin hükme bağlandığını görmekteyiz. Eğer, taraf talebine
dayanarak bilirkişi incelemesine gidilecek ise, buna ilişkin masrafların, talep
sahibinden tahsili gerekmektedir. Eğer talep her iki tarafın da talebi ise,
bilirkişi ücretine ilişkin avansın her iki tarafça birlikte karşılanmasına
karar verilmesi gerekmektedir.
Eğer re’sen bilirkişi incelemesi kararı verilmiş ise HMK
325/1 maddesi hükmü uygulanacak mıdır? ve taraflar bilirkişi ücretine ilişkin
avansı yatırmak istemiyorlarsa, bu avans hazineden karşılanacak mıdır? Sorusuna
yanıt aramak gerekmektedir.
HMK 325 maddesi özünde, hakim tarafından resen delil toplanmasının
geçerli olduğu uyuşmazlıklar için yasalaşan bir maddedir. Bu nedenle,
taraflarca getirilme ilkesinin geçerli olduğu uyuşmazlıklarda bu madde hükmünün
uygulanmasına sınırlı olarak olanak tanımak gerektiğine inanmaktayız. Eğer,
hakim re’sen bilirkişi incelemesini davayı aydınlatma ilkesi kapsamında karar
vermiş ve taraflar gereken delil avansını yatırmamış ise, hakimin delil
avansının hazineden karşılanmasına karar vermemesi gerektiğine inanmaktayız.
Ancak, taraflarca getirilme ilkesinin uygulanması gereken davalar da, bilirkişi
incelemesi yaptırılmadan çözüme gidilemeyecek ise ve inceleme zorunluluğu taraf
iradesinden çok hakimin iradesine tabi ise, örneğin iki bilirkişi raporu
arasında çelişki varsa, hakim re’sen bilirkişiye başvurma kararı alabileceği
gibi, avans ödemesinin hazineden yaptırılmasına da karar alabilecektir ( Baki
Kuru 2568 vd sayfalardaki ve 2850 vd sayfalarda yer alan açıklama ve Yargıtay
kararlarının değerlendirilmesi sonucunda bu kanıya vardığımızı belirtmek
isteriz).
Bu aşamada, TTK 83/1 maddesi hükmünde yer alan ticari
defterlerin re’sen incelenebileceğine ilişkin değerlendirmekte yarar
bulunmaktadır. Kanımızca, TBMM Adalet Alt Komisyonunda, taslakta yer alan
“verir” ibaresinin “verebilir” olarak değiştirilmesi, maddenin hukuki yapısına
bir katkı sağlamadığını belirtmek isteriz. Çünkü, uyuşmazlığı çözmek ve
çözerken adil bir hüküm kurmak hakimin asli görevi olduğuna göre, eğer
uyuşmazlık defterlerin incelenmesi ile çözüme kavuşacak ise, yasada sözcüğün
verir yada verebilir olması karara ulaşmakta hakimin alacağı kararı
etkilemeyecektir. Bu aşamadan sonra, bu hükmün HMK 266/1 maddesinde yer alan
re’sen inceleme yetkisi ile eş değerde olduğunu yani taraflarca getirilme
ilkesinin uygulanması gereken ticari davalarda, hakimin bu kararını takiben
bilirkişi giderinin taraflarca karşılanmasının temel ilke olduğunu ancak
zorunluluk halinde hazineden karşılanmasının uygun olacağını düşündüğümüzü
beyan etmek isteriz.
HMK 268ve 270 maddelerini birlikte değerlendirdiğimizde,
bilirkişilik görevinin yapılabilmesi için öncelikle, bilirkişi listelerinde yer
almanın şart olduğunu görmekteyiz. Bu listelerde yer alan kişiler ise kendisine
verilen bilirkişilik görevini kabule mecburdur. Bilirkişilik görevinden
çekilebilmesi için ya tanıklıktan çekilmeye ilişkin sebeplerin varlığı yada
gösterilen nedenin hakim tarafından kabul edilmiş olması gerekmektedir. Hakimin
liste dışında bilirkişi atayabilmesi için, atanacak olan bilirkişinin uzmanlık
alanında bir kişinin listede yer almaması ve diğer bölge adliye mahkemelerince
hazırlanan listelerde de bu nitelikte bir kişinin bulunmaması gerekmektedir.
Hakim listelerden önce, kanunların görüş bildirmekle yükümlü
kıldığı kişi ve kurumların varlığı halinde listelere başvurmaksızın bu kişi ve
kurumları görevlendirmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
HMK 270 maddesinde sayılan, kişiler yani listelerde yer alan
kişiler, meslek ve sanatını icra etmek için, bilirkişilik yapacağı konuda
mutlaka bilgisi olması gerekenler ve bu konuda meslek olarak çalışmasına resmen
izin verilenler, bilirkişilik görevini kabule mecburdur. Bunların görevden
çekilmesi HMK 270/1.d belirtildiği gibi, ya tanıklıktan çekinme nedenlerinden
birine dayanmalı yada hakim tarafından kabul edilecek bir mazeret ileri
sürülmüş olmalıdır.
Daha önce de söylediğimiz gibi, taraflar hakem-bilirkişi
atayarak yada delil sözleşmesi kapsamında kalacak şekilde, kendi seçtikleri
bilirkişiyi mahkeme bildirerek, bu konuda aktif olmayı üstlenebilirler.
HMK 272/1 maddesine göre, hakimler hakkındaki ret ve
yasaklılığa ilişkin kurallar bilirkişiler içinde uygulanacaktır. Bu nedenle HMK
34 maddede yer alan yasaklılık nedenleri ve HMK 36 madde de yer alan ret
nedenleri bilirkişiler içinde geçerlidir. Bunun tek istinası, HMK 272/1
maddesinde yer almaktadır. Bu maddeye göre, tanıklık yapmak hakim için bir ret
nedeni iken, tanıklık yapmak bilirkişiler için ret nedeni değildir.
Eğer bilirkişinin yasaklılık sebeplerinden birinin varlığı
söz konusu ise, hüküm verilinceye kadar hakim bilirkişi bu görevden alabileceği
gibi, bilirkişi de görevden alınma talebinde bulunabilir. Her ne kadar, HMK
272/2 maddesinde bilirkişinin yasaklılık nedenlerinden birinin varlığı halinde,
tarafların nasıl davranması gerektiğine ilişkin bir hüküm yoksa da, kanımızca,
tarafların talebi halinde hakimin bu yönde bir karar alması gerekecektir.
Çünkü, yargılamanın adil olmasını yada en azından bu yönde bir şüphenin
doğmasına neden olan bir nedeni öğrendiğinde hakimin re’sen bilirkişiyi
görevden alması gerektiğine inanmaktayız.
Ret sebeplerinden birini varlığı halinde, yasa koyucu, daha
esnek davranmıştır. Ret sebeplerinden birinin varlığını öğrenen tarafın,
öğrenme tarihinden başlayarak bir haftalık süre içinde, bilirkişiyi
görevlendiren mahkemeden, bilirkişinin görevden alınmasını talep edebileceği
HMK 272/3 maddesi hükmüdür. Görüldüğü gibi, yasa koyucu burada taraflara bu
hakkın kullanılması için bir süre tanımıştır. Gene aynı şekilde, bilirkişi de
ret sebeplerinin varlığını öğrendiği tarihten itibaren bir haftalık süre
içinde, kendisini ret etmesi gerekmektedir. Kanımızca bu maddede yer alan süre hak düşürücü süredir. Yasa koyucu ret
sebeplerinin varlığı halinde, hakime re’sen uygulama olanağı vermemiştir. Ancak
ret isteminin haksız olarak ret edilmesi kanun yoluna başvuru nedeni olarak
kabul edilmelidir (Baki Kuru sayfa 2722). Kanımıza göre, elbette yasaklılık
hali de kanun yoluna başvuru nedeni olarak değerlendirilmelidir.
Hepimizce bilindiği gibi, bilirkişi incelemesi takdiri delil
olarak kabul edilmektedir. Kanımızca, bilirkişi incelemesini delil olarak kabul
etmediğimize, onu delilin değerlendirilmesi için yapılan bir çalışma olarak
kabul ettiğimize göre, bu değerlendirme yanlış olmaktadır. Kanımızca,
“bilirkişi raporunda yer alan değerlendirme hakimi bağlamaz” demek, HMK 282/1
maddesi gerekçesinde rapor için delil tanımlaması yapılmasına rağmen, HMK 282/1
maddesi hükmünün doğru değerlendirilmesi olacaktır.
Daha önce söylediğimiz gibi, bilirkişi incelemesinin hükme
etkisi hakimin takdirine bırakılmış olmasına rağmen, eğer hakim bilirkişi
incelemesine karar vermiş ise, bu konuda kendisi delilin/maddi vakıanın
değerlendirmesini yapamaz. Çünkü, hakim başlangıçta, bu maddi vakıanın
değerlendirilmesinin hukuk dışında olduğunu ve kendi bilgisi ile çözebileceği bir
konu olmadığını kabul etmiştir. Bu nedenle, raporu yeterli bulmuyorsa ya aynı
bilirkişiden ek rapor almalı yada yeni bir bilirkişiye görev vermelidir. Eğer
taraflar bilirkişinin cevaplaması gereken soruları doğru olarak belirlemiş ve
hakim bunu değerlendirerek bilirkişiye doğru sorular yöneltmiş ise, hakimi ve
tarafları tatmin etmeyen rapor düzenlenmesi asgari hadde inmiş olacaktır. Bu
nedenle taraf olarak bizlerin dilekçelerimizi düzenlerken somutlaştırma
kuralını da dikkate alarak bilirkişiye sormak istediklerimizi açıkça sormamız
karşı tarafın sorusu yoksa yada müphem ise bunu açıklatmamız ve de hakimin
bilirkişiye görev verirken HMK 273/1.b
maddesine uygun davranmasını sağlamaktır. Her ne kadar Yargıtay ve HSK
gereken soruları hazırlamadan dosyayı “iddia ve savunma gözetilerek rapor
hazırlanması” kılişesi ile bilirkişiye veren hakimin bu davranışını “beşeri
hata” olarak değerlendirmek olasılığı varsa da bu konudaki taleplerimizin
yoğunlu bilirkişi uygulamasını yasaya uygun hale getireceğine inanmaktayız.
Bir dosyada yaptırılan bilirkişi incelemesinin bir başka
dosyada kabul edilip edilmeyeceğini incelemekte de yarar bulunmaktadır. Bu
konuda yapılan değerlendirmelere göre, öncelikle ilk dosyada davanın retle mi
kabulle mi sonuçlandığını irdelenmesi gerektiği, eğer ret ise, yeni dosyayı da
bağlayan bir raporun varlığının kabul edilmesi gerektiği söylenmekte ise de,
kanımızca bu değerlendirmeye katılmak mümkün değildir. gene aynı şekilde, kabul
ile sonuçlanan bir dosyada ki bilirkişi değerlendirmesinin diğer bir dosyayı
çoğunlukla ek davaya ilişkin dosyada da kabul edilmesi için raporun uyuşmazlık
konusunun tamamına cevap verip vermediği eğer tamamına cevap veriyorsa yeni
dosyada da kabul edilmesi gerektiği aksi
takdirde yeni dosyada yeniden inceleme yaptırılması gerektiği şeklindeki (Baki
Kuru sayfa 2880 ve civarı) değerlendirmeye de katılmamaktayız. Çünkü; bize
göre, bilirkişi kendisine incelenmek üzere verilen maddi vakıa hakkında,
kendisine mahkemece sorulan sorulara cevap verecektir. Bu durumda ilk dosyadaki
raporda yer alan maddi vakıa yeni dosyadaki maddi vakıa ile aynı ise ve sorulan
sorular aynı nitelikte ise, yeni dosyanın hakimin takdir hakkı içinde bu rapor
yeni dosyada da kabul edilebilir kanısını taşımaktayız.
UZMAN GÖRÜŞÜ
HMK 293/1 maddesi, hukukumuz açısından yenilik olarak kabul
edilmesi gereken bir maddedir. 6 Haziran 2011 tarihinde yazmış olduğum “6100
sayılı HMK da bilirkişi ve uzman görüşü” başlıklı yazımda yer alan
görüşlerimden farklı bir görüş sunduğumu öncelikle belirtmek isterim.
HMK 293/1 maddesine baktığımızda,”Taraflar dava konusu
olayla ilgili olarak, bilimsel mütalaa alabilirler” hükmünün yer aldığını
görmekteyiz.
Konuyu çözüme kavuşturabilmek için, öncelikle yasa koyucunun
“bilimsel mütalaa” dan ne anladığını belirlemekte yarar bulunmaktadır. Bu
nedenle söz konusu maddenin, gerekçesine baktığımızda “….tarafların bilirkişi
dışında uzmanından bilimsel nitelikli görüş almaları da mümkündür. Böylelikle,
özel ve teknik konularda da tarafların uzman görüşünden yararlanmaları ve iddia
veya savunmalarını bu görüşlerle desteklemeleri mümkündür.”dendiğini
görmekteyiz.
Madde gerekçesinden anlaşıldığı gibi, yasa koyucu, uzman
görüşünün de aynen HMK 266/1maddesinde tanımlandığı gibi, özel ve teknik
konularla sınırlı olması koşulunu aramıştır. Özel ve teknik konuda ne
anlaşılması gerektiği ise yasa koyucu tarafından 266/1 maddesinin gerekçesinde
belirtilmiştir. Söz konusu madde gerekçesinde yer alan ifadeye göre “…özel
bilgiden maksat, hukuk bilimi dışında, belirli bir bilim dalının araştırıp ortaya
koyduğu sonuçlara ilişkin bilgidir. Ancak yer yer hukukun spesifik alanlarına
ilişkin bilginin de, özel bilgi kavramı kapsamı içerisine mütalaa edilip
bilirkişilik kurumunun aralanmaya çalışılması yönünde bir eğilimin belirmesi
nedeniyle, 270 maddede özel bilgiye işaret edilirken, açıkça “hukuk bilimi
dışında” şeklinde bir vurgu yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur.” Gerekçeden açıkça
anlaşıldığı gibi, hukuki konularda alınan görüş, uzman görüşü kapsamında
değerlendirilemez.
Uzman görüşünün özel ve teknik konularda oluşturulan
bilimsel mütalaa olduğu yasa tarafından hükme bağlandığına ve özel bilgiden ne
anlaşılması gerektiğinin madde gerekçesinde açıklandığına göre, bu kez madde
gerekçesinde yer alan açıklamalar ile teknik bilgiden ne anlaşılması gerektiğini
bilginize sunmakta yarar bulunmaktadır. Madde gerekçesine göre “Teknik bilgi
ile kastedilen ise fizik, kimya, matematik gibi pozitif bilimlerin verilerini
uygulamaya yeterli bilgidir.”
Kanımızca, uzman görüşü ancak, yasanın izin verdiği ve
tanımını madde gerekçesinde yaptığı özel ve teknik konularda ki bilimsel
mütalaa olarak kabul edilmelidir. Hukuki konularda ki mütalaa bu kapsama
girmez. (aksi görüş ABD örneği ile Prof. Dr. Bilge Umar HMK Şerhi sayfa 851 vd;
TMK 2/I/f son yararlanan Postacıoğlu/Altay Hukuk Muhakemeleri Usulü sayfa 757
de hukuki görüşün uzman görüşü kapsamında kaldığını savunmuştur; Süha Tanrıver
hukuki görüşün uzman görüşü olarak kabul edilmesi yönünde görüş bildirmiştir. Hukuk
Muhakemeleri Usulü Sayfa 971)
Bu aşamada sorulması gereken soru, bir dava kapsamında,
uzman kişiden hukuki mütalaa alınıp alınmayacağıdır. Elbette alınacaktır.
Ancak, bu mütalaa uzman görüşü kapsamında kalmayacak olan bir görüştür.
Taraflar dilekçeler aşamasında, tahkikat aşamasının sonunda delil
değerlendirilmesi sırasında yada sözlü yargılamada davanın tamamı için
oluşturdukları dilekçe ve sözlü beyanlarda, görüşlerinin ilmi ve kazai
içtihatlarda desteklendiğini göstermek için nasıl yayınlanmış bir eserden yada
karardan alıntılar yapabiliyorlarsa, sadece kendi uyuşmazlığı ile ilgili olarak
yapılmış bir araştırma sonucu oluşmuş hukuki mütalaadan da yararlanabilirler.
Bu hukuki mütalaalar taraf dilekçelerinin içeriğinde yer alabileceği gibi bu
dilekçelerin eki olarak da mahkemeye sunulabilinir.
Uygulamada genellikle, taraf dilekçelerinde yer alan “hukuki
sebepler” bölümü, “ilgili yasalar gereğince” ifadesi ile, hakimin takdirine
bırakılmaktadır. Bunun ne kadar yanlış olduğunu, daha önce bilginize
sunduğumuz, avukat gözü ile dava dilekçesi ve cevap dilekçesi adlı yazılarımızda
açıklamaya çalışmıştık. İşte “hukuki mütalaa” bu aşamalardaki açıklamalarımızın
dayanağı olmalıdır. Üstelik, her ne kadar uygulanacak hukuku belirlemek hakime
tanınmış bir hak/ona verilmiş bir görev ise de, ön inceleme duruşmasında,
hakimin kes yapıştır yöntemi ile duruşma yapmasını her iki mesleğin de onuru
ile yakışır bir şekilde engelleyerek, gerek kişisel gerekse aldığımız hukuki
mütalaada yer alan hukuki nedenin davanın çözümü için kabul edilen hukuki neden
olarak değerlendirilmesine çalışmalıyız.
HMK 293/1 maddesinde yer alan uzman görüşünün, dava konusu
maddi vakıalardan bir yada bir kaçı için sorulan sorular için yapılan
değerlendirme olarak tanımlamak, kanımızca yasayı doğru anlama olacaktır.
HMK 293/1 maddesine göre uzman görüşü alabilmek için
yargılamayı uzatmak mümkün değildir. Çünkü bu konuda hakimden süre istemek
yasaya göre olanaksızdır.
Ayrıca gene aynı maddeye göre, hakim raporu düzenleyen uzman
kişiyi, duruşmaya çağırabilir ve gerek hakim gerekse taraflar bu kişiye raporu
ile sınırlı olmak üzere sorular sorabilir. Eğer, uzman, çağırıldığı duruşmaya
mazereti olmaksızın gelmez ise, raporu değerlendirme dışı bırakılır.
HMK 293/3 maddesinin yazılımından, uzmanın mahkeme çağrısına
uyması halinde, hakimin uzman görüşünü değerlendirmesi zorunluluğu ortaya
çıkmaktadır. Bu nedenle hakim kararına konu maddi vakıaların değerlendirmesini
bu rapora dayandırabileceği gibi, bir başka rapora dayandırabilir. Ancak
böylesi bir davranış halinde, tüm bilirkişi raporlarının neden kabul
edilmediğini açıklamakla yükümlü olan hakim uzman görüşünü de neden kabul
etmediğini açıklamakla yükümlüdür.
Uzman için çekilme yada ret gibi bir uygulama olmayacağı
gibi, bunlar tarafından verilen raporlardan ötürü, bilirkişi raporlarında
olduğu gibi, devletin sorumluluğundan söz etmek mümkün olmayacaktır. Bu
raporlardan dolayı uzman kişi, görüş sunduğu kişi açısında, eser sözleşmesi
hükümlerine göre sorumlu olacaktır (Pekcanıtez/Özekez/Atalay Medeni Usul Hukuku
10 bası sayfa 528). Karşı taraf için ise, bu rapor nedeniyle doğmuş bir zarar varsa
haksız fiil hükümleri gereğince buna dayalı tazminat istemleri olabilecektir.
Elbette bu kişiler, kamu görevlisi olmadığı için bilirkişilere ilişkin cezai
hükümler bu kişilere uygulanmayacaktır.
Bu konuda daha önce bloğumuzda yayınlanan yazılar
-
6 Haz 2010 gün Hukuk Muhakemeleri
Kanununda Bilirkişilik ve Uzmanlık Kurumu
-
6 Haz 2011 gün 6100 Sayılı HMK da Bilirkişi ve Uzman Görüşü
-
5 Mart 2013 gün Bilirkişilik Konusunda
Ankara barosunda Yaptığım Söyleşi
-
31 Ocak 2016 gün Bilirkişilik Kurumunun
İşleyişinden Kaynaklı Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder