Av. Ender Dedeağaç
Kararara.com sitesinin gönderdiği kararları
inecelerken, söz konusu kararlar arasında HGK 10.05.2017 gün ve 2016/9-257 E ,2017/926
K sayılı kararı dikkatimi çekti.
Karar öncelikle, internette dolanan ve gerçek olup
olmadığı hakkında şüphe taşıdığım, tarihi, numarası, geldiği daire gibi
bilgileri içermeyen, bölük pörçük alıntılardan oluşan HGK bir başka kararını
hatırlattı. Şüphe duyduğum bu kararda, karar hakkında bilgi edinebileceğimiz tek
done karara konu ilk derece mahkemesinin coğrafi konumu idi. İlk okuduğum
günden beri, söz konusu bu kararın bir şaka olduğunu düşünüyorum gene de aynı
düşünceye devam etmeyi istiyorum.
HGK her iki kararın ortak noktası her ikisinin de,
HMK 297 maddesinde yer alan unsurlar dışında bilgeleri içeren daha doğrusu
mektup/hatırlatma notu kapsamında bilgileri de içinde barındıran kararlar olmasından kaynaklanmaktadır.
Sadece ilk derece mahkemesinin coğrafi konumunu
gösteren kararın iş davalarından kaynaklı bir temyiz incelemesine ilişkin
olması, diğerinin ise Yrg 9 HD bir
kararı yani iş hukukundan kaynaklı olması, her iki kararın ikinci ortak
noktasını oluşturmaktadır.
Öncelikle, tarihi ve numarası belli olmayan kararı
özetlemekte yarar bulunmaktadır. Bu kararda ilk derece mahkemesi hakimi,
Yargıtay’da ki incelemelerin tetkik hakimleri tarafından gerçekleştirildiğini,
tetkik hakimlerinin iş yükü nedeni ile dosyaları yeterince değerlendirmediğini
hatta işin kolayına kaçarak, ilk yakaladıkları bozma nedeniyle dosyayı heyete
sunduklarını böylece dosyayı detayları ile okumaktan kurtulduklarını dile getirmektedir.
Kısacası, ilk derece hakimi, mesleki açıdan bir
sıkıntısını, dile getirerek, özünde hak kaybına yada en azından makul sürede
yargılanma hakkının sağlanmamasına neden olan bu durumun giderilmesi için çözüm
beklediğini ve de bu nedenle ilk derece hakimi olarak mağdur olduklarını anlatmaya
çalışmaktadır. Elbette, bu yakınmanın yanı sıra, Yargıtay’ın bu konuda bir
çözüm üretmesini beklediğini de dile getirmektedir.
İlk derece hakiminin tek hatası, Yargıtay’a
yönelttiği bu yardım çağrısını gerekçeli kararında yapmış olmasıdır. Yoksa,
dile getirdiği gerçek, uzaktan yakından yargı ile ilgisi olan herkes tarafından
bilinen bir gerçektir. Diğer bir anlatımla, ilk derece mahkemesi hakimi malumu
ilan ederek, Yargıtay’dan yardım talep etmektedir.
İlk derece mahkemesi hakiminin, dile getirmediği
bir başka hususu da biz dile getirmek isteriz. Gene herkesçe malum olduğu
üzere, bazı daireler, dosya incelemesini iki heyet halinde yapmaktadır. Burada
heyetten kasıt, o dairenin üyelerinin, ikiye ayrılarak dosyayı incelemesidir.
Diğer bir anlatımla beş üyeden üçü bir heyette diğer üçü diğer heyette inceleme
yapmaktadır. Beş üyeli bir Yargıtay dairesinde beşten fazla üyenin bulunması bu
çözümün zorunlu kıldığı bir atama yöntemidir. Elbette, daha sonra heyetler
görüşlerini paylaşmakta ve daire kararının oluşmasını sağlamaktadırlar. Bunun
ne kadar sağlıklı olduğunu sizlerin takdirlerine bırakırız.
Yargıtay, bu kararı ile, tabii hakim ilkesine
aykırı bu uygulamaya çözüm üretmek yerine, gerekçeli kararda HMK 297
maddesindeki unsurlar dışında açıklamalar yer aldığı için, ilk derece mahkemesi
hakimini cezalandırmayı düşünmektedir. Yani Yargıtay’a göre, HMK 297 maddesinde
yer alan unsurlar dışında her hangi bir şeyin gerekçeli kararda yer alması en
azından kınanmayı gerektiren bir davranıştır.
Kararara.com da yayınlanan ikinci karar da ise, avukatın
ara karar okunurken ayağa kalkmamasının yasada yer almamasına rağmen uyulması
gereken bir nezaket kuralı olduğunu anlatan ve bu nedenle bir önceki kararda
olduğu gibi, HMK 297 maddesinde yer alan bazı bilgilerin dışında kalan,
açıklama ve yorum içerecek şekilde, yasanın emrettiği bilgiler dışında bilgi
içeren bir karardır. Başka bir anlatımla, bunca, işinin arasında Yargıtay’ın
avukatlara nezaket dersi vermesine ilişkindir. Üstelik, avukatın uymasını talep
ettiği nezaket kuralı ile , yasa ile hakimlere tanınmamış bir olanağın
yaratılmasını amaçlamaktadır.
Öncelikle hatırlatmak isteriz ki, kanun tasarıları
Adalet Bakanlığı’nda görevli hakimler tarafından hazırlanmaktadır. Bu
çalışmalar sırasında, Adalet Bakanlığı’nın oluşturduğu heyete, bakanlığın davet
ettiği birkaç akademisyen ve TBB den de bir üye katılmaktadır. Bu yapı içinde
tartışılan tasarı, bakanlığın düşüncelerinin ağırlık kazandığı bir şekilde
TBMM’ye sunulmaktadır. Kısacası, bir yasada yer alan hükümlerin oluşumu genelde
hakimlerin düşüncelerine uygun olarak ortaya çıkmaktadır. Yani, kendi
meslektaşları, hakimlere böyle bir olanak tanınmasını diğer bir anlatımla, ara
kararlar okunurken avukatların ayağa kalkmasını
uygun bulmadıkları için HMK da bu yönde bir hükmün yer almasını uygun
görmemişlerdir.
Biraz öncede belirttiğimiz gibi, ikinci kararın özü,
avukatın, ara kararda ayağa kalkmak zorunluluğu bulunup bulunmaması noktasında
toplanmaktadır. Bilindiği gibi, HMUK’ta bu konuda bir açıklık bulunmamasına
rağmen HMK bu konuyu 294 maddesi ile düzenlemeyi tercih etmiştir. Söz konusu
maddeye göre, ancak, hüküm aşamalarında ayağa kalkmak gerekmektedir. Bunun
dışında, yemin edildiği anlar hariç, ara kararda dahil olmak üzere,
yargılamanın her hangi bir aşamasında, avukatın ayağa kalkmasını beklemek,
yasanın emrettiği kuralın dışında bir hareketin yapılmasını beklemektir. Hele
hele bunu, ara karar okunurken avukat ayağa kalkmadı diye, duruşmaya ara verip,
salonda bulunan avukatların oturmasına tahsis edilmiş olan koltukları dışarı
çıkararak avukatı cezalandırarak gerçekleştirmeye çalışmak, bir anlamda, yasada
yer alamayan bir suç yaratmak ve kendince bu suç için oluşturduğu ceza ile
avukatı cezalandırmaktır. Kanımızca, hukuk bilgisine güvendiğimiz ve bu nedenle
hukuku uygulayarak adalet dağıtmasını beklediğimiz bir hakimin bu davranışı, kanunsuz
suç ve ceza olmaz prensibini uygulamaması/yok sayması anlamına gelmektedir.
Yargıtay’da ilk derece mahkemesinde ayağa kalkmak
istemeyen avukatın hakime karşı açmış olduğu hakimin sorumluluğundan kaynaklı
davanın ilk derece mahkemesi sıfatıyla gerçekleştirilen duruşmasında da aynı
olay gündeme gelmiş ve Yargıtay ayağa kalkmanın yasal bir zorunluluk olmadığını
bildiği için, avukatların oturarak savunma yapmalarını kabul etmiştir.
Yargıtay, sadece yemin edilirken ve hüküm
okunurken, ayağa kalkılacağına ilişkin kuralı bildiği halde, kararında HMK 294 maddesinde
yer almayan, hakimin, ara karar aşamasında, avukatın ayağa kalkması yönündeki
isteminin, yargıya gösterilmesi gereken saygı ile bağdaşmadığını ve geçmişten gelen
bu uygulamanın devam etmesinin uygun olacağını kendi kararında dile
getirmiştir. Diğer bir anlatımla, kendisi de ilk incelediğimiz kararda, ilk derece
mahkemesi hakiminin yargılandığı yada en azından eleştirildiği davranışını
tekrar etmekten kaçınmamış ve hüküm fıkrasında “davacı istemi HMK 46 maddesinde
sayılan hallerden hiç birine uymadığı için davanın reddine “ demek yerine. Avukattan
beklentilerini dile getirmiştir. Diğer bir anlatımla kendi eleştirdiği
şeyi kendisi yapmıştır.
Yargıtay, yasada yer almayan bu istemini, yargıya
saygı ile bağlantılı olarak açıklamaya çalışırken, gözden kaçırdığı noktalardan
biri de, ilk derece mahkemesinde yapılan yargılama sırasında, ilk duruşmalarda
böylesine bir tutum sergilemeyen, ara karar aşamasında ayağa kalkan avukatların,
son aşamada neden böylesine bir tutum sergilemek ihtiyacını duymuş olmalarının
aydınlatılması gerektiği noktasındadır. Kanımızca, ilk duruşmalarda yasada
olmamasına rağmen hakimin ara kararını ayakta dinleyen avukatların olaylı
duruşmada bundan kaçınmalarının nedenini, hakimin davranışlarında aramak doğru
olacaktır. Çünkü, avukatlar, sadece ayağa kalkmamakla kalmamış hakim hakkında HMK
46 maddesine dayandırdıkları bir davayı da gündeme getirmişlerdir. Bunun bizim
açımızdan değerlendirilmesi, Yargıtay’ın çuvaldızı başkasına batırırken iğneyi
de kendisine batırmayı unutmuş olmasıdır.
Bu arada bizim cevap aradığımız bir soruya da
gündeme getirmenin zamanı geldiğini düşünmekteyiz. Bilindiği gibi, bazı özel
hukuk yargılamalarında, cumhuriyet savcıları görev almaktadır. Ancak, kişisel
gözlemimize göre, bu duruşmalarda cumhuriyet savcıları, ara kararlarda ve hüküm
aşamasında ayağa kalkmamaktadır. Yasada cumhuriyet savcılarına bu yönde bir
uygulama yapılması gerektiği hükme bağlanmadığına göre, onlardan da yasaya
uygun davranmasını beklemenin hem kamu hem de avukatlar olarak hakkımız
olduğunu düşünmekteyiz.
Bunca yıllık yaşamımızda öğrendiğimiz şeylerden
birisi olan, sevilmeyi beklemek için sevmeyi bilmenin saygı bekleyebilmek için
saymayı bilmenin gerektiği konusundaki görüşümüzü sizlerle paylaşmak isteriz.
Üstelik, yasaya dayalı saygı yerine sevgiye dayalı bir saygının çok daha kıymetli
olduğunu da hatırlatmak isteriz.
Öncelikle meslektaşlarımız olan avukatlara, hakimlerden
saygı bekleyebilmek için yasanın korumasına ihtiyaç duymamamız gerektiğini
hatırlatmak isteriz. Onlardan bekleyeceğimiz saygının temelinde, taraf
dilekçeleri aşamasından karar kesinleşinceye kadar geçen zaman diliminde, kendi
iddiamızı yada savunmamızı eksiksiz yaparak, yaratacağımız, bilgimizden
kaynaklı saygının, önde gelmesine özen göstermeliyiz. Örneğin YHGK kararına
konu olayda olduğu gibi, hakim hakkında yerel mahkemede, manevi tazminat davası
açmak yerine reddi mutlak olan bir sorumluluk davası açmamalıyız. Giyim kuşam
ve günlük hayattaki davranışlarımızla onların kendiliğinden bizlere saygı
göstermesini beklemeliyiz. Hele hele, bilgimiz dışında, kişisel ilişkilerimize
dayalı olarak davanın lehimize sonuçlanması için çaba göstermemeliyiz. Bilgi
alış verişinin dışında, onların bilgisine muhtaç olarak dava hazırlamak zorunda
olduğumuzu anımsatacak, tüm davranışlardan kaçınmalıyız. Unutmamalıyız ki,
bilgi noksanımızın tamamlanması için, biz bize yeteriz.
Hakimlerin nasıl davranması gerektiğini söylemek
bana düşmez. Onların kendi meslektaşları arasında yer alan meslek büyükleri bu
konuda gerekeni yapmaktadır ve yapacaktır.
Ancak, yargıya zarar veren bazı davranışları,
elime geçen kararlar ışığında dile getirmek isterim.
Örneğin Ankara BAM 12 HD 19.07.2017 gün 2017/616 E
2017/628 K kararında belirtildiği gibi, yerel mahkemenin
gerekçeli kararın kısa karara uygun olması gerektiği konusunda ki temel kuralı
hiçe sayarak kısa karara aykırı gerekçeli karar oluşturarak, yapmış olduğu
hatanın, makul sürede yargılamaya engel olduğu gibi, hakime duyulan güven ve
saygıyı azalttığını söylemek isteriz.
Ankara BAM 24 HD 04.04.2017 gün 2017/265 E
2017/265 K sayılı kararında olduğu gibi, hukuki ehliyeti yerinde olan bir
kişinin sırf yaşının 90 olması nedeniyle, yapmış olduğu vekaletin
geçersizliğine karar vermenin ve bundan ötürü, vekaletname düzenleyen noteri
sorumlu tutmanın adil olmadığını belirtmek isteriz. Hele hele 90 yaşındaki
kişi, bizzat açmış olduğu davada hakim karşına çıktığında ve şikayetinden
ötürü, cumhuriyet savcısına bizzat başvurduğunda, her ikisinin de bu kişinin
hukuki ehliyetini kullanması açısından bir şüphesi olmamasına ve de adli tıp
raporuna göre hukuki ehliyetinin yerinde olduğu saptandığı halde, böylesi bir
şüpheyi noter için beklemenin ve yasada emredici bir hüküm olmamasına rağmen
kişiyi rencide edecek bir davranış olan doktor raporu istemenin adil olmadığını
bundan ötürü duyulan güven ve saygıyı zedelediğini söylemek isteriz.
Yargıtay incelemesinde ilk derece hakimlerine not
verme yönteminin kaldırıldığı aşamada, direnme kararlarının neden arttığının
sorgulanması gerektiğini söylemek isteriz.
Ankara asliye hukuk mahkemelerinin birisinde
(karar örneği Ankara’da büromda bu nedenle karar veren mahkeme ile gün ve tarih
yazamadım ), istinaftan eksik inceleme nedenine dayalı olarak geri dönen kararın,
ilk derece mahkemesi hakimi tarafından esasa bile kaydedilmeksizin, incelemenin
tamam olduğu iddiası ile yani BAM’ın yanıldığı iddiası ile karar
oluşturulduğunda, BAM’ın neden olayı incelemek yerine, hatta özür dilemek
yerine, kesin olan kararının uygulanmasının gerektiğini ifade ederek dosyayı
ilk derece mahkemesine iade ettiğinin sorgulanmamasının, HMUK döneminden beri
uyguladığımız, bozmaya uymadan sonra bile hatalı kararların tartışılabileceğine
ilişkin görüşün neden uygulanmadığının sorulması gerektiğine inanmaktayız.
BAM’ın bu davranışının, gerek hakimler arasında gerekse kamu oyunda yarattığı olumsuz
etkinin, avukatın, ayağa kalkmamak için gösterdiği dirençten fazla olduğunu
kabul etmemenin bir hata olduğunu, bu hatalı davranışın, yargıya
duyulan saygıyı zayıflattığını kabul etmek gerektiğini dile getirmek isteriz.
İstinaf Mahkemesi kararının, ticaret kanunu
gereğince kurulmuş iki tüzel kişi şirketin bir araya gelerek oluşturduğu adi
şirkete ilişkin olarak ticari işlerinden kaynaklı uyuşmazlıkta, adi ortaklığın
tüzel kişiliği yok, asliye hukuk mahkemeleri görevlidir, diyerek, dosyayı ilk
derece mahkemesine, görev yönünden kesin kararla iade etmenin, gerek
hakimlerden oluşan meslektaşlar arasında gerekse avukatlarında yer aldığı kamu
oyunda, saygınlığın kaybına neden olup olmadığını tartışmamanın bir hata
olduğunu söylemek isteriz.
Kamu oyu anketlerinde, yargıya duyulan güven
göstergesinin neden düştüğünün sorgulanmasının yada FETÖ üyesi olduğu şüphesi duyulan hakim ve
savcıların meslek mensuplarının % 50 si civarında olduğunun sorgulanmasının, bize
göre, avukatın, ara karar aşamasında, ayağa kalkmasının nezaket kuralı ile sağlamayı
amaçlamaktan yada bu konuda yasal düzenlemenin yapılmasını talep etmekten daha
önce geldiğine inanmaktayız.
Kısacası, hakimlerin saygınlığını yasalarla
korumak yerine sevgiden kaynaklı, inanca ve bilgiye dayalı olarak oluşmasını
sağlamanın daha doğru olacağını düşünmekteyiz.
Son olarak, avukatların kural dışı davranışları
varsa, aynen komşu çocuğunun kural dışı davranışı gibi kabul ederek, bu
davranışını düzeltmesi için onun bağlı olduğu meslek kuruluşu ile ve/veya
meslek büyükleri ile çözmenin daha yararlı olacağını düşündüğümüzü söylemek
isteriz.
Bu blogda yer alan “Edepsizlik Etmeyin” başlığını
taşıyan yazıda da dile getirildiği gibi, ayağa kalkmak yada kalkmamak konusunda
yasada yer almayan istem, ileri tarihlerde, bu yazıda anlattılan olayda olduğu
gibi, duruşmalarda çocuklar gibi azarlanmamıza yol açabilir mi? diye sorgulamak gerektiğine inanmaktayız.
Kanımızca, bu blodga yer alan “yargılamada Ne
Zaman Ayağa Kalkılır” başlıklı yazı, TBB Dergisinin 2010/110 sayısında yer alan
Av. Mesude Altunel’e ait ”Duruşma Sırasında Ayağa Kakma Meselesi” başlıklı yazı
ve THS sitesinde yer alan özellikle Av. Dilek Acar Ersoy’un yakınmasını ve de
emekli hakim Av. Ömer Yasa’nın Bolu Adliyesi’nde yaşadığı olay ve buna ilişkin
olarak HSYK’nın söz konusu hakime vermiş olduğu ceza ve de Adalet Bakanlığı
Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün 16.03.2009 gün 2009/433/16232 sayılı yazısını
değerlendirmeksizin, avukattan yasanın olanak vermediği bir davranışı yapmasını
beklemenin, doğru olup olmadığının, tartışılmasına inanmaktayız.
Son bir hatırlatma, yasada yer almamasına rağmen,
ara karar aşamasında avukatın ayağa kalkmasını yargıya saygı olarak ifade
edenler acaba yargının bir vazgeçilmesi olan avukatın salona girdiğinde, hakim
tarafından, avukata, en azından oturmasını işaret etmemesi onun tüm duruşma
boyunca ayakta kalmasını gizli bir şekilde arzu etmesi, yargının vazgeçilmesi
olan avukata olan saygının gösterilmemesi anlamına gelmez mi ? sorusunun da
cevaplanması gerektiğine inanmaktayız.
SON SÖZ; biz bu mesleği çok seviyoruz ve bu
mesleğin, kamu oyunda gereken saygıya ve sevgiye ulaşmasını candan istemekteyiz.
Ancak bunun yolunun nezaket kuralları yada yasal yaptırımlarla hakim, savcı ve
avukata yapmacık bir saygı gösterilmesini istemenin yerine, bilgimizin
tamlığına ve adil davranışlarımıza dayalı bir sevgi ve saygı olmasını
dilemekteyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder