Av. Ender Dedeağaç
( Bu yazıyı bu bloğda 9.9.2017 de yayınladığım "Noterin Hukuki Sorumluluğu" başlıklı yazı ile birlikte değerlendirmenizi rica ederim )
( Bu yazıyı bu bloğda 9.9.2017 de yayınladığım "Noterin Hukuki Sorumluluğu" başlıklı yazı ile birlikte değerlendirmenizi rica ederim )
Her geçen gün, noterin sorumluluğu yargı kararlarıyla
ağırlaştırılmaktadır. Söz konusu yargı kararlarının alınmasında bilimsel
görüşlerin de etkisi görülmektedir. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 24. Hukuk
Dairesi’nin 18.04.2017 gün ve 2017/265 E. 2017/265 K. sayılı kararı, bu konuda
eleştiriye açık bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Olayın anlatımını öncelikle BAM’ın kararından yapacağımız
alıntılarla dile getirmek isteriz. Karara göre “Davacı vekili dava dilekçesinde davacının dava dışı İsmail’e ait
taşınmazı tapu yoluyla satın aldığını, tapudaki devir işleminin tapu malikinin
dava dışı E.’ye verdiği vekâletnameyle gerçekleştiğini, daha sonra geçersiz
vekaletname davacı aleyhine açılan tapu
iptal ve tescil davası sonucunda taşınmazın davacının elinden alındığını, işlem
tarihinde kayıt malikinin 93 yaşında olup, doktor raporu alınmadan vekalet
düzenlendiğini vekaletnameye dayalı satışın iptal edilmesi nedeniyle zarara
uğradığını beyan ederek fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmak kaydı ile
şimdilik 8.000 TL tazminat istemiştir.” Yine söz konusu gerekçeli kararda anlatıldığı
üzere, davacı 8.000 TL’lik istemini 46.738,13 TL’ye yükseltmiştir.
BAM’ın gerekçeli kararında yer alan ifadeye göre davalı,
işlem tarihi itibariyle kayıt malikinin fiil ehliyetinin bulunduğunu beyan
ederek davanın reddini talep etmiştir.
BAM’ın gerekçeli kararına baktığımızda başkaca bir açıklamaya
yer vermeksizin ilk derece mahkemesinin gerçekleştirdiği yargılama sonunda, davayı
reddettiğine dair açıklaması yer almaktadır.
BAM’ın gerekçeli kararına göre, istinaf sebebi olarak davacı
vekilinin “…noterin kusursuz sorumluluğu bulunduğunu ve meydana gelen zarardan
sorumlu olduğunu beyan ederek yerel mahkeme kararının kaldırılmasına karar
verilmesini talep etmiştir” şeklindeki talebi gösterilmiştir.
Kanımızca, davacının istinafa başvurmasında ki temel neden,
dava dosyasında değerlendirilen, bir başka mahkeme dosyasında yer alan Adli TIP
Kurumu raporunun dosyamızda delil olarak değerlendirilip
değerlendirilemeyeceğidir. Davacı, ilk derece mahkemesinin, bu dosyayı delil
olarak değerlendirmesinden ve kararını (her ne kadar ilk derece mahkemesinin
gerekçeli kararında uyuşmazlığın konusunun ne olduğu, uyuşmazlığın çözümü için
hangi maddi vakıalar yani ilgili hukuki kurumun unsurlarına başvurulması
gerektiği, bunların kanıtlanmaya gerek duyulan maddi vakıalar olup olmadığı ve
en önemlisi, kararın hangi maddi vakıaya ve bunu kanıtlanmasında
değerlendirilen delile dayanılarak, hangi hukuk normuna göre karar verildiği
belirtilmemiş ise de yapılan değerlendirme doğrudur) bu delile dayandırmasından
ötürü istinaf başvurusunda bulunmuştur.
Diğer bir anlatımla, davacının istinaf başvurusu, kusursuz
sorumluluğun uygulanıp uygulanmayacağı nedeninden önce, ilk derece
mahkemesinin, bir başka mahkemede görülmekte olan bir davada yer alan Adli Tıp
Kurumu raporunun, istinaf başvurusuna konu dava dosyasında
değerlendirilemeyeceği nedenine dayandırılmıştır.
Hemen belirtmek isteriz ki, söz konusu Adli Tıp Kurulu
raporunun dosyaya kazandırılması, dosyamız davacının yani istinafa başvuran
tarafın, ilk derece mahkemesine sunmuş olduğu Ankara 8 Ağır Mahkemesi’nin ve bu
dosya ile bağlantısı olan Ankara 4 Asliye Hukuk Mahkemesi’nin dosyaları
içeriğinde yer almaktadır. Kısacası davacının delilidir.
Gerekçeli kararda istinaf sebebi açıklanmış olmasına rağmen
bu istinaf sebeplerine karşı, karşı tarafın/davalının savunmalarına yer
verilmemiştir. Böylece, yargılamanın diyalektik kurallarına göre gerçekleşmesi
gerektiğine ilişkin temel kuralı yok sayılmıştır.
Her ne kadar, HMK m.359/1.d “ileri sürülen istinaf sebepleri”
hükmüne yer verip karşı tarafın istinaf sebeplerine karşı yapmış olduğu
savunmanın yer alması gerektiğine dair bir hüküm içermemekteyse de m.
359/1.e’de yer alan özünde HMK m.297/1.c’nin bir tekrarı olan hüküm dikkate
alındığında karşı tarafın belirlenen istinaf sebeplerine karşı savunma
yapmasının şart olduğunu anlamaktayız. Üstelik bunun böyle olması Türk
Hukuku’nun bir parçası haline gelen ve Anayasa’nın 90.maddesi gereğince
anayasaya aykırılığı bile iddia edilemeyen AİHS m. 6’da ve HMK m. 27/2.b’de yer
alan açıklama ve ispat hakkının varlığı, bunu zorunlu kılmaktadır. Bunun yanı
sıra, gerekçeli karar, bir anlamda HMK m.28’de yer alan ve yine AİHS’de de yer
alan bir hak olan aleniyet ilkesinin bir sonucudur. Çünkü söz konusu bu ilke
doğrultusunda gerek taraflar gerekse kamuoyu yargılama hakkında yeterli bilgiye
sahip olabilmektedir. Her ne kadar gerekçeli karar HMK m. 359 kapsamındaki
formata uygun ise de bu uygunluk şeklen bir uygunluk olmaktan öteye
geçememiştir.
Gerekçeli kararı incelediğimizde, gerekçe başlığı altında m.
359/1.e’de aranılan hukuki nitelendirmenin yapıldığı ve bu nitelendirmede
taraflar arasındaki uyuşmazlığın “noterin kusursuz sorumluluğuna dayalı maddi
tazminat talebi” olduğunun belirtildiği görülmektedir. Yukarıda yapılan
anlatımlar karşısında, BAM kararı yapmış olduğu bu nitelendirme açısından
yanlıştır.
Olayı kısaca özetlersek, istinaf başvurusuna konu davada,
davacı, tapu sicil müdürlüğünde gerçekleştirilen satış ile, satın aldığı
taşınmazın daha sonra mahkeme kararı ile geri alındığını, satışın vekil
aracılığı ile gerçekleştiğini, satışta sunulan vekaletnameyi düzenleyen noterin
(aslında noter çalışanının) vekalet verenin 93 yaşında olmasına rağmen, sağlık
raporu almaksızın bu vekaletnameyi düzenlediğini, yargılama aşamasında alınan
raporda ise, vekalet verenin fiil ehliyetinin bulunmadığının belirtilmesinden
ötürü, mahkemenin tapu kaydının iptaline karar verdiğini, bu nedenle taşınmazın
bedelinin tahsilini talep etmiştir.
İstinaf başvurusuna konu dava dosyasında, davacı dilekçesinin
deliller bölümünde “Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/374 E sayılı kapsamı,
tapu kayıtları, bilirkişi incelemesi ve diğer yasal deliller” açıklamasını
yapmıştır.
İstinaf başvurusuna konu dava dosyasının dava dilekçesine
eklenmesi gereken Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesinin dosyası eklenmediği için
davalı cevap dilekçesi ile gerçekleştirdiği savunmasını sınırlı olarak
gerçekleştirilmiştir. Bu savunmada davalı, Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesine
ilişkin dosyanın delil olarak gösterilemeyeceği çünkü söz konusu yargılamada,
kendisinin taraf olarak yer almadığı ve de Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesi dosyası
ile görülen davada hüküm kurulabilmesi için öncelikle HMK 208/4 (HMUK 308,310
ve 314) maddesi gereği vekaletnamenin iptaline ilişkin dava açılmasının ve de
vekaletnameyi düzenleyen noterin davalı olarak gösterilmesi gerektiği
belirtilmiştir. Davalı savunmasında, ayrıca, Çubuk Asliye Hukuk mahkemesinde
açılan davanın ve Çubuk Cumhuriyet Savcılığına yapılan şikayetin, fiil ehliyeti
olmadığı iddia edilen dava dışı İsmail tarafından yapıldığını hatta ilk
duruşmalara bizzat kendisinin girdiğini, dava dışı İsmail’in vekaletnamenin
düzenlendiği tarihten 5 yıl sonra bile, gerek şikayetin soruşturmasını yapan
savcı gerekse duruşmalara çıkan hakim tarafından anlaşılacak şekilde, fiil
ehliyetinin olmadığını belirten her hangi bir davranışı olmadığını, bu nedenle
TMK 405 maddesinin uygulanmasının gerekmediğini belirtmiştir. Özetle, dava dışı
İsmail’in işlem tarihinde fiil ehliyetinin olmadığının Çubuk Asliye Hukuk
Mahkemesi dosyası ile kanıtlanamayacağını, karşı delil olarak ise, fiil
ehliyetinin varlığını, ehliyetsizlikten şüphelenmeyen savcı ve hakimin
davranışına ve de noter çalışanlarının tanıklığına dayandırmıştır.
Davacının delil olarak sunduklarından, tapu kaydına
tarafların bir itirazı olmadığına göre, davacının tek delilinin
değerlendirilmesi gerekmektedir. Olayı HMK 187/1 maddesine göre “ …tarafların
üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli
vakıa…” ların neler olduğu noktasından değerlendirdiğimizde, uyuşmazlığın
çözümünde etkili olacak maddi vakıanın, dava dışı İsmail’in temyiz kuvvetine
sahip olup olmadığının irdelenmesi olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Üstelik bu
maddi vakıa, taraflar arasında çekişmeli olan maddi vakıadır.
Çünkü, bir kişinin sorumluluğundan söz edebilmek için, denkleştirme
kuralı dışında kalan sorumluluk hallerinde, söz konusu fiilin hukuka aykırı
olması gerekmektedir. Hukuka uygun bir işlemden ötürü sorumluluk doğmayacağı,
hukuk eğitimi almış yada almamış herkesin bilebileceği bir konudur.
Üstelik, sorumluluğa konu işlem ister kusur sorumluluğu
isterse kusursuz sorumluluk açısından değerlendirilsin, bir zararın varlığı şarttır.
Hukukumuzda zararın, geniş anlamda tanımı “kişinin hukukça korunan maddi ve
manevi varlıklarında istenci dışında meydana gelen olumsuz değişikliklerdir”
diye yapılmaktadır ( Çelik Ahmet Çelik Ölüm ve Bedensel Zararlar Nedeniyle
Tazminat Davaları Tazminat Hukuku.com da yer alan bu tanım
Tandoğan/Tekinay/Oğuzman/Öz/Tuçomağ/Eren/Tekinay’a yapılan atıfa
dayandırılmaktadır) .
Somut olayımızda, sorumluluğun doğması için, davacının da
dava dilekçesinde belirttiği gibi, dava dışı İsmail’in işlemi gerçekleştirdiği
tarihte, fiil ehliyetinin bulunmaması gerekmektedir.
HMK 190/1 maddesinde belirtildiği gibi, iddia edilen vakıaya
bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran kişiye ait olduğuna göre,
dava dışı İsmail’in fiil ehliyetinin olmaması davacının yararına neden
olacağından ötürü, ispat ve delil yükü davacıdadır. İspat yüküne ilişkin bu
kural TMK nın 6 maddesinde de var olan bir hükümdür. O halde, dava dışı İsmail’in
fiil ehliyetine sahip olmadığını kanıtlamak, tapu iptal ve tescil davasında
taşınmazın adına kaydının silindiği ve
bu nedene dayalı olarak tazminat davası açan, davacıdadır.
Yargılamanın başlangıcında, davacının tek delili, Çubuk
Asliye Hukuk Mahkemesi dosyası ve dosya içinde yer alan doktor raporudur. Bu
rapor davalı tarafından kabul edilmemiştir. Üstelik, davalının yer almadığı bir
yargılamada alınmış bir rapor olduğu için davalıyı bağlamayan bir rapordur.
Ayrıca Ankara 4 Asliye Hukuk Mahkemesi’nin içinde yer alan
Yargıtay’ın bozma kararına göre, resen
araştırılması gereken bir konu olup tek doktorun vereceği raporla yetinilmemeli
Adli Tıp Kurumundan rapor alınmalıdır. Nitekim, İsmail tarafından sağlığında Çubuk
Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan dava “hata ve hileye” dayandırılmış olmasına
rağmen, İsmail’in ölümünden sonra İsmail’in fiil ehliyetinin bulunup
bulunmadığı araştırılması ile sonuçlandırılmış ve fiil ehliyetinin olmaması
nedeniyle taşınmazın ilk malike iadesine karar verilmiştir.
Davacı, yargılamanın ilk aşamasında delil olarak sadece Çubuk
Asliye Hukuk Mahkemesinin dosyasını göstermiş ise de yargılama aşamasında,
Ankara 8 Ağır Ceza mahkemesinin dosyasını delil olarak sunmuştur. Davacının bu
davranışına davalının bir itirazı olmadığı gibi, ilk derece mahkemesi söz
konusu dosyanın dosya içine getirtilmesine karar vererek, davacının bu delile
dayanmasına olanak vermiştir.
Davacının bu delil sunmasından sonra, davalı, 8 Ağır Ceza
Mahkemesi dosyasındaki bilgilere dayanarak, Ankara 4 Asliye Hukuk Mahkemesi’nin
dosyasının HMK 145 doğrultusunda delil olarak dosyaya kazandırılması talebinde
bulunmuş ve mahkeme bu yönde ara karar oluşturarak söz konusu dosyanın
istenmesine karar vermiştir.
Yukarıda da
açıkladığımız gibi, bir eylemin tazminat doğurabilmesi için öncelikle hukuka
aykırı olması ve bundan bir zararın doğmuş olması gerekmektedir. Bu nedenle, BAM’ın
öncelikle davalının savunmasını da gözeterek, dava dışı İsmail’in işlem
tarihinde fiili ehliyetinin bulunup bulunmadığının saptaması gerekir. Yapılan
bu saptamada İsmail’in fiil ehliyeti olduğu anlaşılıyorsa, işlem İsmail’in
iradesi ile oluştuğundan ötürü zarardan söz edilemeyecektir.
BAM’ın bu aşamada yapması gereken şey, davacı delilleri
ışığında, dava dışı İsmail’in fiil ehliyetinin bulunup bulunmadığını, davacı
delillerine dayanarak saptamaktır. Daha doğrusu, davacı tarafından iddia
edilen, dava dışı İsmail’i fiil ehliyetinin olduğunu davacı delillerine
dayanarak kanıtlanıp kanıtlanmadığını saptamaktır.
Her ne kadar, davacının dayandığı Çubuk Asliye Hukuk
Mahkemesi’nin dosyasına göre, dava dışı İsmail’in fiil ehliyeti bulunmuyorsa
da, bu dosya içeriğinde yer alan raporu düzenleyen doktorun, düzenlemiş olduğu
rapordan, ötürü 8 Ağır Ceza Mahkemesindeki yargılamadan ceza almış olması, raporun geçerliliğini yani
delil olarak kabul edilebilirliğini ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca, davacının
delil olarak sunduğu bu dosyaya göre, Adli Tıp Kurumu dava dışı İsmail’in fiil
ehliyetinin varlığını kabul etmiş olduğu için ceza dosyasında yer alan bu rapor
hukuk yargılaması için de delil olma özelliğine kavuşmuştur.
Dava dışı İsmail’in fiil ehliyetinin olduğu davacı delilleri
ile kanıtlandığına göre, davalı delillerine gerek kalmamıştır. Diğer bir
anlatımla Ankara 4 Asliye Hukuk Mahkemesinin kararı, olmasa da, dava dışı
İsmail’in fiil ehliyetinin olduğu davacı delilleri ile saptanmıştır. Yani
davacının iddiası olan dava dışı İsmail’in fiil ehliyetinin olmadığı, davacı
delilleri ile kanıtlanmamış hale gelmiştir. Aslında yargılamanın bu aşamada
sona ermesi ve BAM’ın ilk derece mahkemesinin kararını onaması gerekirken, BAM,
noterin 95 yaşındaki bir kişiye, doktor raporu almaksızın işlem yapmasının,
noterin kusuru olduğuna ilişkin hukuki nedenleri değerlendirmeye başlamıştır.
Gerekçeli kararı bu açıdan değerlendirdiğimizde BAM’ın
noterin sorumluluğuna ilişkin kararı oluştururken Noterlik Kanunu Yönetmeliği’nin
yeteneğin tespiti başlıklı 91. maddesinde düzenlenen hükme yer verdiği ve bu
hükümden yararlanarak dava dışı İsmail’in işlem tarihinde yaşının 93 olması
nedeniyle doktor raporu alınmasının zorunlu olduğu sonucuna vardığı
görülmektedir. Diğer bir anlatımla BAM, maddi vakıa olarak dava dışı İsmail’in
yaşını hükme esas almıştır. Bunun dışında hükme esas alınan herhangi bir maddi
vakıa yoktur. Bu maddi vakıayı yukarıda da belirttiğimiz gibi Noterlik Kanunu
Yönetmeliği’nin 91. maddesine bağlamıştır. Özünde yönetmeliğin bu maddesi,
MK’nın 405. maddesi ile kısmen de olsa, uyum içindedir. MK da yönetmelik de
işlem yapan kişinin, somut olayımızda noterin, işlem yaptıranın, temyiz
kudretinin varlığından şüphe ettiğinde vesayet makamına göndermekle zorunlu
olduğu görülmektedir. Hiçbir yönetmelik yasaya aykırı olamayacağına göre
uygulanması gerekli madde TMK m.405’tir. Söz konusu maddede yaşla ilgili
herhangi bir kayıt yoktur. Yönetmelikte yaşa değinilmiş olması madde ile ilgili
olarak örnekleme yapmaktan kaynaklanmaktadır.
Eğer BAM’da yapılan incelemede dosya yeterince incelenmiş
olsa idi ve de Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi dosyası içinde ve Ankara 8.
Ağır Ceza Mahkemesi dosyası içinde yer alan Adli Tıp Kurumu’nca verilmiş olan
raporlar değerlendirilmiş olsaydı, dava dışı İsmail’in dava konusu
vekaletnameyi çıkarırken hukuki ehliyetinin olduğu saptanırdı. Üstelik 8. Ağır
Ceza Mahkemesi’nin dosya kapsamı, davacı vekilinin delilidir. Diğer bir
anlatımla, davacı, uyuşmazlığa konu vekaletnamede vekil veren sıfatıyla hareket
eden dava dışı İsmail’in hukuki ehliyetinin, vekaletnameyi verdiği tarihte, tam
olduğunu kendi deliliyle kanıtlamış ve iddiasını ispat etmek yerine
çürütmüştür.
Diğer bir anlatımla, noterin, dava dışı İsmail’in fiil
ehliyetinin bulunduğu yolundaki değerlendirmesi daha doğrusu fiil ehliyetinin
bulunmadığından şüphe etmemesi, söz konusu raporlar ışığında
değerlendirildiğinde, noterin davranışının doğru olduğunu göstermektedir. TMK
ya göre, ergin kişinin fiil ehliyetinin
bulunduğu, asıl olup fiil ehliyetinin bulunmaması istisna olduğuna ve işlem
yapan noterin, şüphesini çeken bir davranış olmadığı takdirde, fiil ehliyetinin
varlığını kabul ederek, işlem yapması, hukuka uygun bir davranış
oluşturmaktadır.
Bir konuda tazminata hükmedebilmek için yapılan eylemin
hukuka aykırı olması şarttır. Eylem hukuka uygun olduğu takdirde sorumluluktan
söz etmek mümkün değildir. Somut olayımızda İsmail’in tam ehliyetli olması
davacı delilleriyle kanıtlandığına göre ortada hukuka aykırı bir eylem yoktur, kendi
iradesi ile gerçekleştirdiği bu işlemden ötürü bir zarar doğmayacağı için, tazminat
doğması da söz konusu olamaz.
Eğer olayı işlemin yapıldığı tarihteki yaşı dikkate alarak
değerlendirecek isek, tapu sicil müdürünü de sorumlu tutmak gerekecektir.
Çünkü, tapu sicil müdürü işlem yaparken kendisine sunulan vekaletnamede ki
kişinin 93 yaşında olduğunu ve vekaletname ekinde doktor raporunun olmadığını
görmüştür. Yaş tek neden olup, hatta somut olayımızda Adli Tıp raporundan da önemli olduğuna göre, tapu
sicil müdürünün vekalet verenin doktora gönderilmesini talep etmesi
gerekecektir. Tapu sicil müdürü bunu yapmadığına göre, sorumludur. Üstelik,
sicil müdürünün sorumluluğu, noter ile BAM tarafından var olduğu kabul edilen
zarar arasındaki illiyet bağını keser. İlliyet bağının olmaması, kusursuz
sorumluluk da bile sorumluluğu/tazminat borcunu ortadan kaldırır.
TMK daki hükmü, yasadaki içeriğinin dışında yönetmelikle
genişletmek, hukuk dilinde söz konusu yönetmeliğin yok hükmünde olduğunu
gösterir. Bu nedenle yönetmeliğe göre hüküm oluşturmak yok hükmündeki bir norma
dayanarak hüküm kurulması olacağı için, hükmün de yok hükmünde olmasına yol
açacaktır.
Tüm bunların yanı sıra, fiil ehliyeti tam olan bir kişiyi
sadece yaşından ötürü, uygulamada 65 yaşından büyük olduğu için, doktor raporu
almaya göndermek, o kişiye hakaret etmek demektir.
Eğer, 65 yaşından büyüklerin fiil ehliyetinin olmadığını
kabul edersek, bu kişilerin işlemiş olduğu suçlar açısından da aynı
değerlendirmeyi yapmak zorunluluğumuz doğacaktır. Toplum olarak bunu kabule
razı mıyız ? sorusuna da cevap aramamız gerekecektir.
Ayrıca Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesi kararının istinafa konu
davada delil olması özelliği söz konusu değildir çünkü;
-
Çubuk
Asliye Hukuk Mahkemesi’nde yapılan yargılamada, istinaf incelemesine sunulan
davanın davalısı taraf değildir. Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesi’nde alınan karar özünde
noterlik tarafından verilen vekaletnamenin iptali olduğuna göre HMUK m.308, 310
ve 314 HMK m.208/4 maddeleri gereğince yargılamaya noterin katılmasında zorunluluk
vardır. Buna uyulmamış olması da söz konusu kararın davalı hakkında delil olma
özelliğini kaldırır. Bu durumda HMK m. 64/1 ve m. 69/2 maddeleri gereğince
davacının bu dosyayı rücu alacağı
niteliğinde görerek davacıya yüklemesi, yöneltmesi söz konusu olmamaktadır. Üstelik,
istinaf başvurusunda bulunan davacı da, istinaf dilekçesi içeriğinde aynı
konuya değinmiş ve kendilerinin katılmadığı Ankara 4 Asliye Hukuk Mahkemesi
kararının, delil olamayacağını
söylemiştir. Davacı bu söylemi gerçekleştirirken, Ankara 4 Asliye Hukuk Mahkemesi
dosyasına davacının kendi delili olan Ankara 8 Ağır Mahkemesi dosyası
kapsamında ulaşıldığını ve de bunun davalı tarafından HMK 145 maddesine uygun
olarak sunulduğunu unutmaktadır.
-
-
8.
Ağır Ceza Mahkemesi dosyasından anlaşıldığı üzere Çubuk Asliye Hukuk
Mahkemesi’ne rapor yazan doktor suçlu bulunmuş ve mahkumiyetine karar verilmiştir.
Diğer bir anlatımla Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesi’ndeki karar kökten çökmüştür.
-
Ağır
Ceza Mahkemesi’nin kararı, HMK m.375/1 kapsamında yargılamanın iadesi nedeni
oluşturmaktadır. Buna rağmen bu hakkını kullanmayan ve taşınmazını geri almayan
davacının TBK m.52 doğrultusunda zararın doğmasına engel olmadığı için tazminat
istemesine ilişkin hakkı ortadan kalkmıştır.
Tüm bunların yanı sıra dava dışı İsmail’in akli melekelerinin
işlem yapıldığı tarihte yerinde olduğunu gösteren iki ayrı somut olay da
dosyamıza kazandırılmıştır. Bunlardan biri İsmail’in Cumhuriyet Savcılığı’na
bizzat yapmış olduğu başvuru ile Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesi’nde bizzat
duruşmaya çıkarak takip ettiği dosyadır.
Ayrıca, dosya kapsamında yer alan Ankara 12 Sulh Mahkemesinin
vesayet kararı da işlem tarihinden sonradır.
Yukarıda anlatılanlar değerlendirildiğinde, işlem yapılan
tarihte dava dışı İsmail’in akli melekelerinin yerinde olduğu Adli Tıp Raporu,
yargı kararları ve Çubuk Cumhuriyet Savcısı ve Çubuk Asliye Hukuk Mahkemesi
hakimi tarafından kabul edilmiştir. Bir kez daha söylemekte hiçbir sakınca
yoktur ki ortada hukuka aykırı bir eylem yoktur. Bu nedenle de bir tazminattan
söz etmek mümkün değildir.
BAM ilk derece mahkemesinin kararı yerine, noterin
sorumluluğuna ilişkin kararını oluştururken, noterlik kanunu yönetmeliğine
dayandırarak, noterin yönetmelik gereği yaşı nedeniyle dava dışı İsmail’i
doktora göndermeyerek, yönetmeliğe aykırı davrandığını yani özünde kusur
sorumluluğuna yönelik bir karar oluşturmuştur.
Bu hukuki gerçek ortada iken BAM’ın 6 sayfaya ulaşan noterin
kusursuz sorumluluğuna ilişkin olan değişik ilmi eserlerden yapmış olduğu
alıntılara neden gerek duyduğunu anlamak ve kusursuz sorumluluk yönündeki
değerlendirmesine katılmak da mümkün değildir. Öncelikle belirtmek gerekir ki
bu davranış kararın kendi içinde çelişkili bir karar olmasına yol açmıştır. Çünkü
Haluk Tandoğan’ın Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk Hukuku adlı
eserinin s.3-10 arasından yapılan alıntıda da kusursuz sorumluluğun istisna
olduğunu kabul etmenin yanı sıra, diğer alıntılarda yer alan istisnaların dar
uygulanmasına aykırı yorumlara yer vermiştir. Çünkü hukuk sistemimize göre
sorumluluğun doğabilmesi için kural kusurun varlığı olup kusursuz sorumluluk
hali istisna niteliğindedir. Bilindiği gibi istisnanın dar bir yoruma tabi
tutulması gerekir ve keyfi olarak genişletilmesi mümkün değildir. Olayı bu
açıdan değerlendirdiğimizde, noterin sorumluluğunu düzenleyen Noterlik Kanunu
m. 162’de noterin kusursuz sorumlu olduğuna dair herhangi bir açıklama yoktur.
Böylesi bir açıklamanın olmaması kusur sorumluluğunun karinesidir. Çünkü
kusursuz sorumluluktan bahsedebilmemiz için ya BK genel hükümlerinde ya da Karayolları
Kanunu gibi bazı özel kanunlarda olduğu gibi kusursuz sorumluluğun açıkça hükme
bağlanması gerekmektedir. Halbuki Noterlik Kanunu m. 162’de böylesi bir hüküm
yoktur. Bu nedenle istisnanın dar yorumlanması kuralı doğrultusunda noterin
kusursuz sorumluluğundan bahsetmek mümkün değildir.
Ek
Adli tıp kurumunca verilen raporda hukuki ehliyetinin var olduğu saptandığına göre, hukuka aykırılıktan söz edilemeyeceği gibi, illiyet bağının kesildiğini de belirtmekte yarar bulunmaktadır. Bilindiği gibi, illiyet bağı, tehlike sorumluluğu ve denkleştirme dışında kalan tüm kusursuz sorumluluk hallerinin da vaz geçilmez unsurudur. Tehlike sorumluluğundan yada denkleştirmeden söz edebilmek için bir işletmenin varlığı yasa tarafından emredildiğine göre, burada uygulanması mümkün değildir.
Ek 2
Yargıtay 1 HD 29.03.2013 gün 2013/9997 E 2013/13073 K sayılı kararında, tapuda sahte vekaletle yapılan satışta, satın alan kişinin şiyi niyetli olup olmadığının incelenmesi gerektiği belirtilmiştir.
Ek
Adli tıp kurumunca verilen raporda hukuki ehliyetinin var olduğu saptandığına göre, hukuka aykırılıktan söz edilemeyeceği gibi, illiyet bağının kesildiğini de belirtmekte yarar bulunmaktadır. Bilindiği gibi, illiyet bağı, tehlike sorumluluğu ve denkleştirme dışında kalan tüm kusursuz sorumluluk hallerinin da vaz geçilmez unsurudur. Tehlike sorumluluğundan yada denkleştirmeden söz edebilmek için bir işletmenin varlığı yasa tarafından emredildiğine göre, burada uygulanması mümkün değildir.
Ek 2
Yargıtay 1 HD 29.03.2013 gün 2013/9997 E 2013/13073 K sayılı kararında, tapuda sahte vekaletle yapılan satışta, satın alan kişinin şiyi niyetli olup olmadığının incelenmesi gerektiği belirtilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder