Av. Ender Dedeağaç
Bir uyuşmazlığın çözümünde, delillerin
seçimi, karşı tarafın delillerinin ve kendi delillerinizin değerlendirilmesi
önemli rol oynamaktadır.
Taraf dilekçelerini incelerken, tarafların
temel görevinin maddi vakıaları sunmak olduğunu belirtmiştik. Sunulan bu maddi
vakıalar delillerle desteklenmediği takdirde, inandırıcı olmaktan uzak, hikaye
niteliğinde anlatımlar haline dönüşür. Elbette, seçilen maddi vakıalar ile
uygulanması istenilen hukuk kurumunun ve uygulanması istenilen yaptırım içeren
hukuk normunun bağı inkar edilemez. Ancak, hukuk kurumunun ve hukuk normunun
doğru saptanmış olması ve buna ilişkin maddi vakıaların da dilekçede sunulmuş olması,
yeterli değildir. Dilekçe bu hali ile sizin hikayeniz olarak kabul edilecektir.
Bilindiği gibi, yargılamada ki amaçların
başında, uyuşmazlığın çözümünde talep edilen sonuca ulaşmak gelmektedir. Bunun
sağlanabilmesi için ise uyuşmazlığın çözümünde etkili olacak maddi vakıaların
kanıtlanması gerekmektedir. Her ne kadar özel hukuk yargılamasında şekli
gerçekliğin hakim olduğu söylenmekte ise de, Anayasamızın 138. maddesine
baktığımızda, Anayasanın hiç bir ayrım gözetmeksizin, tüm hakimlerin “vicdani
kanaatlerinin” kararlara yansımasının hükme bağladığı görülmektedir. Anayasanın
bu hükmü karşısında, şekli gerçeğin yanı sıra, hakimin vicdani kanaatinin de
oluşmasına özen göstermemiz gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Uygulamada
hakimin, delillere doğrudan ulaşmasına ilişkin hükümler bunu sağlamak için
yasalaştırılmıştır. Örneklemek gerekirse, tanığın hakim huzurunda dinlenmesi
ile tanığın hangi oranda gerçekleri anlattığının hakim tarafından saptanabilir
olmasına olanak verilmesi sağlanmak istenmiştir.
“En genel çerçevede delilden maksat, ispat
faaliyetinde kullanılacak olan tüm ispat araçlarıdır. İddianın ve savunmanın
temelinin teşkil eden, davanın halli bakımından önem arz eden ve çekişmeli bir
nitelik taşıyan maddi vakıaların doğruluğu yada gerçekliği hususunda,
mahkemenin inandırılmasında kullanılabilecek olan ispat araçları, delil olarak
adlandırılır.” (Süha Tanrıverdi Medeni Usul Hukuku sayfa 798).
Yukarıda ki tanımda belirtildiği gibi
delil “davanın halli bakımından önem arz eden ve çekişmeli bir nitelik taşıyan
maddi vakıalar için” gösterilir. Bu tanım HMK 187/1 maddesinde yasa hükmü
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kanımca yasanın bu hükmü, yargılamada ki
bazı gerçekleri dikkate almadan oluşturulmuştur. Bilindiği gibi, deliller,
taraf dilekçelerinde belirtilmek zorundadır. Hatta kişisel kanımıza göre,
davacı, dava dilekçesinde yer alan bir maddi vakıa için cevaba cevap
dilekçesinde delil gösterememelidir. Aynı şekilde, davalı da cevap dilekçesinde
yer alan bir maddi vakıa için ikinci cevap dilekçesinde delil gösterememelidir.
Çünkü, 119 ve 129 maddeleri, dava ve cevap dilekçelerinde yer alan maddi
vakıaların, söz konusu dilekçede hangi delil ile ispatlanacağının da
belirtilmesini emretmektedir. Cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesini hükme
bağlayan HMK 136/2 maddesine göre, bu dilekçelerde de, dava ve cevap
dilekçelerine ilişkin hükümler uygulanacağına göre, bu dilekçelerde ancak,
dilekçe içeriğinde yer alan maddi vakıa ile ilgili delilin yer alması
gerekmektedir. Yaptığımız bu açıklama, HMK 194/1 ve 194/2 hükmü ile
bağdaşmaktadır. Somutlaştırma kuralı olarak HMK da yer alan madde kapsamında
yer alan kurala göre, taraf hangi maddi vakıaya dilekçesinde yer vermiş ise, bu
maddi vakıa için hem delil göstermek hem de göstermiş olduğu delili o maddi
vakıa ile ilişkilendirmek zorundadır. HMK 119,129 ve 194 maddelerinde yer alan
hükümleri birlikte değerlendirdiğimizde, yukarıda belirttiğimiz kanımızın yani
delilin sadece, ilgili dilekçede ki maddi vakıa için sunulması gerektiğinin
doğruluğunu anlamaktayız.
Olayı biraz daha yakından değerlendirmek
için, HMUK dönemindeki yasa maddelerini ve uygulamayı gözden geçirmekte yarar
bulunmaktadır. HMUK döneminde de delillerin dava dilekçesinde belirtilmesi
hükmünün aynen bulunduğunu görürüz. HMUK 179 ve 200 ile 201 maddelerine
baktığımızda, bu maddelerinde, dilekçede yer alan maddi vakıaya ilişkin delilin
bildirilmesi gerektiğini hüküm altına aldığını görmekteyiz. Ancak uygulama bu
hükme rağmen, “ ne kadar hakim varsa o kadar usul vardır” ilkesi doğrultusunda
gerçekleşmiştir. Kanımızca, HMUK 217/2 maddesinde delillerin bildirilmesi için
yer alan hükümden ötürü, delil bildirme çoğunlukla ilk duruşmada, hakim
tarafından verilen süre içinde tamamlanmak daydı. Üstelik bu süre çoğunlukla,
duruşmadan bir hafta öncesine kadar gibi, son derece geniş bir zaman dilimini
kapsamaktaydı. Ayrıca hakim, HMUK 217/2 maddesinde, yer alan, “hakim davanın
ispatı için delil ikamesi lazım ise” hükmüne ve bazı Yargıtay
kararlarında hükme bağlanmış olmasına rağmen, ispat ve delil yükünü belirlemeksizin
ve bunları taraflara bildirmeksizin, tarafların delil sunmaları yönünde ara
karar oluşturmaktaydı. O günlerin sık sık duyulan ara kararlarından birisi
“delillerin hasredilmesi için taraflara süre verilmesi” kararıydı.
Bu gün HMK da yer alan hükümler nedeniyle
bu uygulamaya devam etmeye imkan bulunmamaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi, deliller, ancak maddi vakıanın yer aldığı taraf dilekçesinde ve
somutlaştırma kuralı ile uyumlu olarak yer almak zorundadır. Bunun dışında
delil bildirmek ancak HMK 145/1 maddesi hükmü doğrultusunda hakime
yönlendirilecek talep ve onun kararıyla mümkün olabilmektedir. Elbette taraf
dilekçelerinden her hangi birinin ıslahı ile delil bildirme hakkı doğacaktır.
Ancak bu hakkı da ıslah sınırları ile bağlantılı olarak gerçekleştirmek
zorundayız.
Hakimin HMK 31 maddesine dayanarak talep
edeceği delil bizim inisiyatifimiz dışında delil sunma olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ancak, hakimin bu hakkını kullanması daha doğrusu ödevini yerine
getirmesi gerektiğine inanıyorsak, hakime bu hakkını kullanmak için uyarı
yapmak mümkündür. Ancak, hakimin bu görevini yerine getirmemiş olması halinde,
kanunun, bize bölge adliye mahkemesine yada Yargıtay’a başvurma şansı verip
vermediği konusunda bir açıklama yapacak bilgiye sahip olmadığımı da söylemek
isterim.
Buraya kadar yapılan açıklamayı
özetlersek, taraflar delillerini dilekçelerinde yer alan uyuşmazlığı
çözebilecek olan, maddi vakıalarla bağlantılı olarak sunmak zorundadır, demek
zorunda kalırız. (Süha sayfa 808)
Her ne kadar, delile ilişkin tarifte,
delilin taraflar arasındaki çelişkili konulara ilişkin olarak sunulması
gerektiği belirtilmiş ise de, bunu özellikle dava dilekçesinde ve diğer taraf
dilekçelerinde gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu nedenle, kişisel kanımıza
göre, dilekçelerimizde yer alan uyuşmazlığın çözümünde yararlanacağımız tüm
maddi vakıalar için, çekişmeli konuların belirlenmesini beklemeksizin, delil
bildirmemiz gerekecektir. Kanımıza göre, taraflar arasındaki çekişmeli
vakıaların saptanması ancak, ön inceleme aşamasında gerçekleştirilebilecek bir
eylemdir. İşte bu aşamada delillerin bildirilmesi değil, ortaya çıkan ve
uyuşmazlığın çözümünde etken olacak, maddi vakıalara göre, bildirilen deliller
arasından gerekenlerin dosyaya kazandırılması, hakimin gerekçe içeren ara kararına
dayalı olarak gerçekleşmelidir. HMUK dönemine ilişkin bir görüşe göre, hakimin,
tahkikat aşamasından önce delillerin hasredilmesine karar vermesinin doğru
olacağı beyan edilmektedir (Baki Kuru Hukuk Usulü Muhakemeleri 6 bası sayfa
2026) . Kanımızca ve bazı Yargıtay kararlarına göre, ispat ve delil yükü HMK
döneminde de ön inceleme aşamasında çözümlenmelidir.
Ancak bu aşamada, istinaf mahkemelerine
HMK 353/6 maddesi ile tanınan, ilk derece mahkemesinde gerçekleşen yargılama
aşamasında, taraflarca sunulmuş olmasına rağmen dosyaya kazandırılmamış
delilin, dosyaya kazandırılmasına ilişkin hükmü unutmamak gerekmektedir. Bu
nedenle, tahkikat aşamasının sonunda HMK 184 maddesi hükmü gereğince tanınan
beyan hakkı kullanılırken bu hususa yani uyuşmazlığın çözümünde etkili
olabilecek, zamanında bildirilmiş bir caiz delilin dosyaya kazandırılmadığını
beyan etmek zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Bu eylem avukat
olarak bize düşen bir eylemdir. Böylece, hakimi gerekçeli kararında açıklama
yapmaya zorlamış olacağımız gibi, istinaf incelemesinde, delilin
değerlendirmeye alınmasına olanak sağlamış olabiliriz.
HMK nın getirmiş olduğu, delillerin taraf
dilekçeleri ile birlikte verilmesine ilişkin kural nedeniyle, HMUK dönemine ait,
delillerin hasredilmesi aşamasına kadar delil bildirme olanağı ortadan kalkmıştır.
Çünkü, HMUK 217 maddede yer alan hükümlere HMK da yer verilememiştir.
Her ne kadar, HMK nın kabulünden bu
yana ön inceleme duruşmasının nasıl yapılması gerektiği konusunda, hakimler ve
avukatlar olarak somut bir çözüm getirilmemiş ise ve tüm duruşmalarda olduğu
gibi, hakimlerin biz avukatları yada tarafları dinlemeye yetecek kadar vakitleri
yoksa da, uyuşmazlığın çözümüne ilişkin pek çok sorunun bu aşamada çözüme
kavuşturulmasının yasanın emri olduğu unutmamalıdırlar bizde
unutturmamalıyız. Bu gerçekten yola çıkarak, ön inceleme duruşması öncesi
yasada yer almayan ancak verilmesi bu günün koşullarında zorunlu olan bir
dilekçe vermek gerektiğine inanmaktayım. Yasaya uygun davranabilmek için bu
dilekçenin konusuna “ ön inceleme duruşmasında şifahi olarak sunacağım
beyanlarımın HMK 154/2 maddesinden yararlanarak ön inceleme duruşmasından önce
sunulmasıdır” şeklinde bir beyan yazmayı önermekteyim. Böylece, hem duruşmada
oluşacak ani durumlara karşı, uyuşmazlık hakkında, beyanda bulunma
alışkanlığına sahip olmayan biz avukatların hem de aynı şekilde duruşmada
oluşan durumlardan ötürü karar vermeye alışık olmayan hakimlerin rahat nefes
almasına olanak sağlarız. Elbette yasada yer almayan bir dilekçeyi sunmak
olarak gerçekleşen eylemimiz, tarafların ve hakimin, yasanın izin verdiği
aşamalardan sonraki aşamalarda, dilekçe sunulmasının mümkün olmadığının ve
uyuşmazlığın duruşmada çözümleneceği ilkesinin benimsenmesi ile
unutulması gereken bir yöntemdir.
Ön inceleme duruşmasından önce yapacağımız
böylesi bir beyanla, taraf dilekçelerinin verilme aşaması tamamlandığı ve ;
- Dava şartları açısından
- İlk itirazlar açısından
- Uyuşmazlık konusu olay için uygulanması gereken
hukuk kurumu ve bu kurumun talep ile bağlantısını kuran hukuk kuralı ve
bunu oluşturan maddi vakıalar açısından
- Maddi vakıalara ile delillerin somutlaştırılıp
somutlaştırılmadığı açısından
- Taraflar arasında çekişmeli olan ve olmayan
vakıalar açısından
- Herkesçe bilinen vakıalar açısından
Gereken açıklamaları yapabilecek hale
geleceğimiz için, yargılamanın pasif süjesi olan hakimin aktif hale gelmesi
önlenmiş ve bir anlamda avukatlık mesleğinin gereği yapılmış olur.
Delil bildirmek kadar karşı tarafın
bildirdiği delilleri değerlendirmek de önemlidir. Daha önce söylediğimiz gibi,
karşı tarafın sunduğu maddi vakıaların uyuşmazlığın çözümünde etkili olup
olmadığı ve bunlara ilişkin delillerin somutlaştırma kuralına uygun olarak
sunulup sunulmadığı kadar sunulan delilin caiz delil olup olmadığı da
önemlidir. Caiz delil sözcüğü yerine HMUK döneminde var olan “kabul edilebilir
delil” sözcüğünü kullanmayı tercih etmekteyim.
Kabul edilebilir delil incelemesini de iki
ayrı bölümde değerlendirmenin gerektiğine inanmaktayım. Bunlardan birincisi,
maddi vakıanın yasanın şart koştuğu delille ispat edilip edilmediğinin
irdelenmesi, diğeri ise söz konusu delilin hukuka uygun olarak elde edilip edilmediğinin
irdelenmesidir. Örneklemek gerekirse, tanık dinlenme sınırlarını aşan ve tanık
dinlenilmesi için aranılan diğer koşullara sahip olmayan bir maddi vakıayı
tanıkla ispat etmek istemek yada boşanma davasında karşı taraf olan eşin
gizlice kaydettiği ve Yargıtay kararlarında tanınan istisnanın dışında kalan
sez ve görüntü kayıtlarını delil olarak sunması gösterilebilinir.
Eğer, cevaba cevap yada ikinci cevap
aşaması tamamlanmamış ise, delilin caiz delil olup olmadığı, bu dilekçeler
kapsamında değerlendirilmelidir. Eğer bu aşamalar geçilmiş ise, tahkikat
aşamasının sonunda taraflara tanınan delil değerlendirme hakkını beklemeksizin,
ön inceleme öncesi yapacağımız değerlendirme ile bu konulara çözüm getirmek
mümkündür. Böylece yargılamanın süresinin kısalmasına olanak tanırız.
Gerek HMUK gerekse HMK döneminde, hakime
görev olarak verilen ancak bir türlü hayata geçmeyen, ispat ve delil yükünü
belirlemek ve ara kararla taraflara duyurmak yükümlülüğü bizlerin yapacağı bu
tür çalışmalarla gerçekleşebilir. Örnek bir karar olarak YHGK 10.03.2010 gün
2010/4-125 E 2010 / 144 K sayılı kararı gösterilebilinir.
HMK da yargılamaya hakim olan ilkeler
olarak düzenlenen ilkelerden birisi de HMK 25 maddesinde hükme bağlanmış olan
“taraflarca getirilme ilkesidir”. Bu ilkenin geçerli olduğu davalarda,
delillerin, davanın taraflarınca gösterilmesi ve dosyaya kazandırılması
gerekir. Bu davalarda hakimin kendiliğinden delil toplaması mümkün değildir.
Taraflarca getirilme ilkesinin dışında kalan resen araştırma ilkesinin
uygulanacağı davalarda ise hakim kendiliğinden delil toplayabilmektedir (Süha Tanrıverdi
sayfa 806). Bu konuda YHGK 20.04.2016 gün ve 2014/2-695 E 2016 / 522 K kararında
yer alan gerekçeye ve hükme katılmadığımızı, karşı oy yazısının HMK ya daha
uygun bir yorum içerdiğine inandığımızı da bildirmek isteriz. Bu Konya ilişkin
olarak 19.09.2016 gün ve Delil Sunma Vaktini Düzenleyen YHGK başlıklı bir
yazımız bu bloğda yer almaktadır.
Hangi tarafın delil sunmakla yükümlü
olduğunun cevabını HMK 190/1 maddesinde ve TMK 6 maddesinde buluruz. Her iki
yasa maddesi de, ispat yükünü, söz konusu maddi vakıadan kendisi yararına
hukuki bir yarar sağlayan tarafa ait olduğunu hükme bağlamaktadır. Bu hükümleri
HMK da yer alan diğer hükümlerle birlikte değerlendirdiğimizde;
- Delil ancak mahkemeye sunulan bir maddi vakıa
için gösterilebilmektedir.
- Söz konusu maddi vakıa, bu uyuşmazlıkta çözüm
sağlayacak nitelikte olmalıdır.
- Aynı zamanda, taraflar arasında çekişmeli bir
vakıanın aydınlanmasını sağlamalıdır.
- Yasanın öngördüğü sürede ve usulde sunulmalıdır.
- Caiz delil olarak kabulü mümkün olmalıdır.
Her ne kadar davanın açılışı davacı
tarafından gerçekleştirildiği için, ispat yükünün davacıda olduğu fikri hakim
fikir olarak karşımıza çıkmakta ise de, bu fikir tam anlamı ile doğru değildir.
Çünkü, davacının ileri sürmüş olduğu maddi vakıaların sona erdiğini, dava
dilekçesinde yer almamakla birlikte uyuşmazlığın çözümünde yeni maddi vakıalar
ileri süren davalı da ispat yükü ile yükümlü olarak delil sunma görevini
üstlenmiştir. Ancak, ispat ve delil yükünün bir sarkaç gibi, yer değiştirmesi
gerektiğini belirten bu açıklama dikkate alınırken, hakim tarafından, ispat ve
delil yükü açısından önceliklerin doğru belirlenmesi gerekir. Davacıya hukuki
yarar sağlayacak olan maddi vakıanın davacı tarafından kanıtlanmamış olması
halinde, davalının göstermiş olduğu maddi vakıaların ve buna ilişkin ispat ve
delil yükünün değerlendirilmesine gerek olmadığını düşünmekteyiz. Delillerin
aynı celsede değerlendirilmesi gerektiğini hükme bağlayan HMK 197/1 maddesi
hükmünü doğru değerlendirmek gerektiğine inanmaktayız. Söz konusu madde her iki
tarafın delillerin aynı günde incelenmesi gerektiğini hükme bağlamıştır. Yoksa,
davacının kanıtlaması gereken bir hususun davalı delilleri ile kanıtlanmasına
olanak vermemiştir. Kanımızca, bu görüşümüz HMK 191/1 maddesinde yer alan karşı
delil sunmanın ispat yükünü üstlenmek anlamına gelmeyeceğine ilişkin hüküm ile
desteklemektedir. HMUK dönemine ilişkin olarak yapılan bir değerlendirmede de
aynı ilke benimsenmiştir (Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü 6 bası sayfa
2027).
Sunduğumuz ve karşı tarafın sunduğu
delilleri değerlendirirken, HMK da kanuni delil sisteminin benimsenmiş olduğunu
unutmamamız gerekmektedir. Bu sistemin temel özelliği senetle ispat kuralını
benimsemiş olmasıdır. Her ne kadar HMUK dönemine ait senetle ispat kuralı HMK
da belge ile ispat olarak değişikliğe uğramış ise de, kanuni delil ilkesi devam
etmektedir.
Ön inceleme aşamasına, usulen yapılması
gereken bir işlem gibi bakmak, bize davanın uzamasına hatta aleyhimize sonuçlanmasına
neden olacaktır. O nedenle, gerek ön inceleme öncesi vereceğimiz beyan
dilekçesi ile gerekse ön inceleme duruşmasına aktif olarak yapacağımız katkı
ile davayı daha kısa sürede ve lehimize sonuçlandırmak mümkün olacaktır.
İspat ve delil yükünü belirlemek nasıl
hakimin görevi ise delilleri serbestçe değerlendirmek ve bu değerlendirmeyi
yapabilmek için, uyuşmazlığa uygulanacak kuralı belirlemekte hakimin görevidir.
Yargılamanın her aşamasında özellikle ön
inceleme aşamasında, hâkim, tarafların adil yargılamanın bir unsuru olan ve HMK
27/2.a maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkının ikiz kardeşi olan bilgi
edinme hakkına uygun davranmak zorunda olduğunu unutmamalı ve ara kararlarını
gerekçeli olarak oluşturmanın yanı sıra, ara kararlarını oluştururken HMK
27/2.c maddesi doğrultusunda taraf açıklamalarını dikkate alması gerekir. Diğer
bir anlatımla, hakim, yargılamayı taraflar için kendi kurguladığı bir bilmece
olarak görmemeli, tarafların aktif olarak yargılamaya katılmasına olanak
vermelidir. Avukat olarak bizlerin bu yolun açılmasını sağlamak için gayret
göstermemiz gerektiği inkar edilmez bir gerçektir.
Özet olarak, avukat olarak bizler
delilleri dilekçelerimizde yer alan maddi vakıalarla birlikte ve somutlaştırma
kuralına uygun olarak sunmak zorunda olduğumuz unutmamalıyız. Aynı zamanda
karşı tarafında bu kurala uygun delil bildirmesi gerektiğini her zaman kontrol
etmeli ve gerektiğinde haklarımız kullanmalıyız.
Tüm bunların yanı sıra, delil değerlendirmeye
ilişkin olan HMK 185. maddesini “eski beyanlarımı tekrar ederim”, “ben yetki
belgesi ile girmekteyim” gibi bir avukata yakışmayan beyanlarla geçiştirmekten
vazgeçmeliyiz. Bu aşamada, toplanmayan delilleri belirtmeli, toplanan
delillerin zamanında sunulan delil olup olmadığını ve caiz delil olarak kabul
edilip edilmeyeceğini beyan etmeliyiz. Üstelik bu beyanlarımızın tutanağa
geçirilmesinde ısrarcı olmalıyız. Unutmamak gerekir ki yargılanan hakim değil
taraftır. Hak kaybı taraf için söz konusu olmaktadır. Kararın bozulması hakim
için not kaybına yada prestij kaybına neden olmakta ise de tarafın kaybı ile
ölçülmesi mümkün değildir. Örneğin, yaşanmış olayda, ispat ve delil yükünü
yanlış değerlendirerek, cevap dilekçesinde yer alan ikrarı kabul etmeyen, ikrar
yerine davanın kabulünü arayan mahkeme heyeti kararının bozulması yeniden hüküm
kurulması aşamasında davalı şirketin kaybolmasını ve davalı şirketi oluşturan
gerçek kişinin yeni şirketler yolu ile hayatına devam etmesini önleyememiş.
Davacının maddi kaybının giderilmesi için, perdenin aralanması yolu ile hakkını
aramak için yeni ve umutsuz bir uğraşa girmesine neden olmuştur. Heyetin yapmış
olduğu bu hata “beşeri hata” olarak değerlendirilmemeli gereken yaptırımlar
uygulanmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder