Av. Ender DEDEAĞAÇ
Bu yazıyı 12 Mayıs 2016 tarihinde yazmayı
düşünüyordum. Ancak, yazının oluşmasına neden olan hakimin vermiş olduğu bir
karar, söz konusu tarihte siyasiler tarafından lehe ve aleyhe olmak üzere
değişik yorumlara konu olduğu için, siyasilerin arasına katılmak istemediğimden
ötürü, bu güne kadar suskun kaldım.
Kuvvetler ayrılığına inandığımı, her fırsatta
söylediğim bilinmektedir. Bu inanç doğrultusunda, yargının bir üyesi olarak,
yargının hak ettiği yerde olması da benim arzumdur. Her ne kadar günlük basını
izlediğimde, yargının itibar kaybettiğine ilişkin istatistiklerin ve buna
dayalı yorumların yer aldığını üzülerek de olsa görmekteysem de, bu
olumsuzluklar ne kuvvetler ayrılığına olan inancımı nede yargıya olan
bağlılığımı/sevgimi azaltmamaktadır.
Toplumda yargıya olan güvenin azalmasını,
yargının siyasallaşması ile birlikte değerlendirenlerin ve bu nedenle
siyasileri sorumlu tutanların çoğunlukta olduğunu bilmekteyim. Bunu bile bile,
yargının güven kaybetmesinde, hakim ve avukatın rolü yok mu ? sorusunu sormak
gereğini hissetmekteyim.
Bu soruyu sorarken, “eğer saygın biri olmak
istiyorsan öncelikle senin karşındakine saygı göstermen gerektiği” kuralına da
inanmakta olduğumu söylemek isterim.
Olayı bu açıdan değerlendiğimde, yargının,
yasamaya hatta toplumun geneline gereken saygıyı göstermediğini gördüğümü
söylemek isterim.
Yasamaya gereken saygıyı göstermemektedir.
Çünkü, pek çok yasayı, yasamanın, emredici hükmüne rağmen gereğince
uygulamamaktadır. Var olan yasaları ya uygulamayarak, ya çarpıtarak uygulayarak
yada var olan yasayı görmezden gelerek kendince bir yasa uygulaması
gerçekleştirerek, yasamaya olan saygısını gereğince göstermemektedir.
Toplumun geneline gereken saygıyı
göstermemektedir. Çünkü, tüm toplumu yargılamak görevi ve yetkisi yargıya ait
olmasına rağmen, kendisinin yargılanmasına ilişkin kuralları, uygulanamayacak
şekilde yorumlayarak, adeta kendisine, bir dokunulmazlık oluşturmaktadır.
Bu genel açıklamadan sonra, somut olayı ve
bununla gerçekleştirilen hukuk ihlalini sizlerle paylaşmak isterim.
Olay 12 Mayıs 2016 tarihinde Ankara 2 İcra Hukuk
Hakimliğinin duruşmalarında gerçekleşmiştir. Söz konusu tarihte 10. sırada yer
alan duruşmamı beklerken, benden önceki duruşmalarında benim duruşmam gibi, ön
inceleme duruşmaları olduğunu gördüm.
Ancak, benim duruşmama gelinceye kadar geçen tüm
duruşmalarda, hakim ön inceleme duruşması yaptığını belirtmeden, tutanağa
geçirmeden, bir anlamda HMUK döneminde, HMUK’a aykırı olarak
gerçekleştirdiğimiz, tahkikat duruşması benzeri bir duruşma gerçekleştirdi.
Aklımdan, hakimin, ön inceleme duruşmasını,
tarafların katılımı olmadan odasında hazırladığı, bu nedenle salondaki
işlemlerde bunu fark etmediğim, geçti. Ancak, taraflardan imza almadığını görünce, kendi duruşmamı
merakla bekler oldum.
Benim duruşmamdan iki duruşma önce, iki
meslektaşım arasında, hakimin hukuksal hatasından kaynaklı tartışma çıktığında,
hakimin buna seyirci kalmasını ise hayretle izledim. Söz konusu duruşma,
senetteki imzaya ilişkin itirazla ilgili bir davanın duruşması idi. Tartışma,
hakim tarafından gönderilen “tensip tutanağında” yer alan emredici cümlelere
uyulup uyulmayacağından kaynaklandı. Bunu ise, imza örneklerini sunmanın kimin
yükümlülüğünde olduğundan yani ispat ve delil yükünün kime düştüğüne ilişkin
tartışma takip etti. Delil ve ispat yükünün hakim tarafından dağıtılması, HMUK ve HMK döneminde ilmi ve
kazai içtihatlarca kabul edilmiş olmasına, HMUK ve HMK döneminde bu konudaki
tek farkın HMUK ta tahkikat döneminin başlangıcında yapılması gereken bu
görevin HMK döneminde ön inceleme aşmasında gerçekleşmesi gerekmesinden
kaynaklanmaktadır. (Yarg 2 HD 20.02.2015
gün 2014/17528 E 2015/2424 K sayılı kararı)
Hakim, bu tartışmaya seyirci kaldı ve kendisine
yasalar tarafından verilen ve de ilmi ve kazai içtihatlarla desteklenen, ispat
ve delil yüküne ilişkin görevini yerine getirerek bu tatsız tartışmaya son
vermek gereğini hissetmedi. Böylece, ispat ve delil yüküne ilişkin görevini yerine
getirmediği gibi, hakimin aydınlatma görevini ve hatta duruşmanın sevk ve
idaresine ilişkin görevini de yerine getirmedi. Ancak, koridorda devam eden
tartışma nedeni ile mübaşire güvenliği çağırmasını hatırlattı.
Sıra bana geldiğinde, benim dosyamda da ön
inceleme duruşması yapmaksızın, bir nev’i tahkikat duruşması yapmaya başladı.
Uyarmaya çalıştığımda, İcra Hukuk Mahkemesindeki yargılamanın basit yargılama
olduğunu, bu nedenle böyle davrandığını, söyleyerek, bir anlamda beni
bilmezlikle suçladı. Ben davamda, ilama dayalı bir icrada yer alan “en yüksek
banka faizi” ifadesinin değişken faiz oranlarını ifade ettiğini bu nedenle
yasalara ( İİK 24 vd maddelerine )göre icra müdürü tarafından düzenlenmesi
gereken icra emrinde, buna uyulmadığını, ilam alacaklısının bizzat doldurduğu
icra emrinde, günün en yüksek faiz oranının benimsendiğini, icra müdürünün bu
emrini şikayet yolu ile hakimin incelemesini talep ettiğimi beyan etmiş idim.
Bu konuda verilmesi gereken kararın, şikayetin kabulü ile, icra müdürünün icra
emrini değişen faiz oranlarını hem takip öncesi hem de takip sonrası için
dikkate alarak uygulamayı gerçekleştirmesi şeklinde olacağını beklerken,
dosyanın bilirkişiye verilmesi yolunda ara karar alındığını gördüm.
Bilirkişi kararına, bu kararın davanın çözümü
ile ilgisi olmadığı için hem de, dört işleme dayalı bir nedenden ötürü
bilirkişiye gidilemeyeceğini ve de bilirkişiye gidilirken mahkemenin hangi faiz
oranın seçtiğini bildirmesi gerektiğini aksi halde hakimin takdir hakkının
bilirkişiye geçeceğini, böylece gölge hakim yaratılarak, adil yargılamanın
tabii hakim ilkesine aykırı davranıldığını, beyan ettim. Bu beyanıma klasik
cevap olan “işlerim çok” şeklinde cevap aldığımı söylemeye gerek bile
görmüyorum.
İşte bu somut olayı ve içinde yer alan hukuk
uygulamasını doğrusu/eğrisi ile tartışmak istiyorum.
Öncelikle belirtmek isterim ki, HMK maddesine
göre, basit yargılamada da, eğer dosya üzerinden karar verilmeyecek ise, ön
inceleme duruşması yapılmadan tahkikat aşamasına geçilemez. Bu husus HMK 320/2
maddesinde yer alan emredici nitelikteki yasa maddesinde hükme bağlanmıştır.
Ayrıca, değişik Yargıtay kararları ile de benimsenmiştir. Örnek olarak, İ.E.
Postacıoğu ve S.Altay tarafından yayınlanan Medeni Usul Hukuku Dersleri adlı yapıtta yer alan
HGK 13.03.2013 gün 2012/14-802 E 2013/347 (sayfa 493), Yrg 8 HD 25.06.2012 gün
2012/6195 E 2012/6168 K (sayfa 493),Ejder Yılmaz’ın HMK şerhi adlı yapıtında
yer alan Yrg 6HD 17.01.2013 gün 2012/7127 E (sayfa 835), 1 HD 19.04.2012 gün
1610/4521 (sayfa 882-883) gösterilebilinir.
Ejder Yılmaz adı geçen eserinin 1402-1403
sayfalarında yer alan ve 6 HD 9.7.2012 gün 7128/10280, 6 Hd 3.7.2012 gün
7459/83888 ve 6 HD 11.09.2012 gün 8369/11305 sayılı kararları ile desteklenen
açıklamasında, basit yargılama da ki çekişmeli işlerde, ön inceleme
duruşmasının yapılmasını hukuki dinlenilme hakkının şartı olduğunu
belirtmektedir.
Yazımızın başında eleştiri konusu yapmış
olduğumuz, basit yargılamada ön inceleme duruşması yapılmadan tahkikat duruşmasına
geçilemeyeceğine ilişkin tezimi kanıtlamış olduğuma inanmaktayım.
Şimdi, kanıtlamış olduğum, bu tez doğrultusunda
olayı biraz daha detaylı değerlendirmekte yarar bulunmaktadır.
HMK da
çekişmeli yargılamanın, yazılı usul ve basit usul olarak iki ayrı usulle
gerçekleştirileceği bilinen bir gerçektir. Basit yargılamaya ilişkin kurallar
HMK 316 vd maddelerinde yer almaktadır. HMK yazılı usulün temel yargılama usulü
olduğunu basit yargılamanın ise istisnai olduğunu hükme bağlamıştır. HMK 316/1
maddesine ve madde gerekçesine göre, HMUK döneminde var olan basit, seri ve
sözlü yargılama usulü değerlendirilmiş ve bunlardan sadece basit yargılama
usulünün HMK da yaşamasına olanak verilmiştir. Bu nedenle, HMUK döneminde seri
ve sözlü usule tabi yargılamaların bundan böyle, basit yargılama usulü ile
sonuçlandırılması gerektiği kabul edilmiştir. Bu doğrultuda hazırlanan HMK
323/1, basit yargılama usulüne tabi davaları önce HMK 323/1 maddesinin
belirlediği davalar olarak saymış daha sonra aynı maddenin g bendinde ise diğer
kanunlara göre seri ve sözlü dava olarak görülmekte olan davalarında bundan
böyle basit yargılama usulüne tabi olduğunu belirtmiştir. İİK 18 maddesine
göre, İİK kanununa tabi işlerde basit yargılama usulünün uygulanacağı hükme
bağlandığına göre, HMK döneminde de İİK kaynaklı davalarda basit yargılama
usulü ile yargılamaya devam edilecektir.
Yazılı yargılama usulünde olduğu gibi, basit
yargılamada da dava dilekçesi ve cevap dilekçesinin yazılı olarak sunulacağı
hükme bağlanmıştır. Basit yargılamanın dilekçeler aşamasında yazılı
yargılamadan farkı, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerinin basit yargılama
usulünde yer almamış olmasından ve gerek dava gerekse cevap dilekçeleri yerine
Adalet Bakanlığı’nca hazırlanacak olan formların kullanılabileceğinin hüküm
altına alınmış olmasıdır, Kişisel kanıma göre, HMK 317/4 maddesinde belirtilen
form dilekçe, sözlü yargılamanın günümüze uyarlanmış halidir.
Basit yargılamada da, resen araştırma ilkesi
kapsamında kalmayan davalar için taraflar delillerini HMK 318/1 maddesi gereği,
dilekçelerinde belirtmek ve ellerinde olanları dilekçelerine eklemek
zorundadır.
Basit yargılamada, iddianın değiştirilmesi ve
genişletilmesi yasağı dava dilekçesinin verilmesi ile savunmanın değiştirilmesi
ve genişletilmesi yasağı ise cevap dilekçesinin verilmesi ile başlar. Bu HMK
319/1 maddesinin hükmüdür. Zaten cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri
olmadığına göre, bunun dışında bir uygulamayı düşünmek mümkün değildir.
Baki Kuru’nun Hukuk Muhakemeleri Hukuku adlı eserinin
6 bası sayfa 2936 da yer alan açıklamaya göre, tarafların bu dilekçelerin
dışında dilekçe vermeleri mümkün değildir. Bu görüş söz konusu kitapta yapılan
atıf nedeni ile, bu görüşün Üstündağ ve Postacıoğlu tarafından da savunulduğunu
görmekteyiz.
Basit yargılamada da yazılı yargılamada olduğu
gibi dilekçeler aşması tamamlanınca ÖN İNCELEME aşamasına gelinmektedir.
Ön inceleme HMK 320/1 maddesinde düzenlenmiştir.
Bilindiği gibi, yazılı yargılamada ön incelemeyi düzenleyen maddeler HMK 137 vd
maddelerinde yer almıştır. Bu maddeler incelendiğinde, yazılı yargılamada
duruşma yapmanın ilke olarak benimsendiği duruşmasız olarak ön incelemenin
gerçekleşmesini ise istisna olarak benimsediği görülmektedir. Bu istisna HMK
138/1 maddesinde yer almıştır. Söz konusu maddeye göre, dava şartları ve ilk
itirazlar hakkında dosya üzerinden karar vermek mümkündür. HMK 114 de yer alan
dava şartlarını ve HMK 116 maddesinde yer alan ilk itirazları
değerlendirdiğimizde, bir davada dava şartının yokluğunun HMK 115/1 maddesi
hükmü gereğince davanın usulden reddine karar verilmesini zorunlu kılındığı
görülmektedir. Ancak giderilmesi mümkün dava şartları için, usulden ret
kararından önce bir kez bir haftalık kesin süre verileceği, bu süre içinde dava
şartına ilişkin noksan giderilmez ise davanın usulden ret edilmesi gerektiği
gene aynı madde hükmünden anlaşılmaktadır. HMK 116/1 maddesinde düzenlenen ilk
itirazları incelediğimizde, bunlar hakkındaki kararlarında, tarafların
katılmasına gerek olmadan alınabilecek ve yargılamaya son veren nitelikte
kararlar olduğunu görmekteyiz.
Halbuki, HMK 320/1 maddesinde yer alan hüküm bir
istisna hükmü olmayıp ilke hükmüdür. Yasa koyucu gerçekten basit yargılamayı
gerektiren hususlarda, başkaca işleme gerek kalmadan hakimin dosya üzerinden
karar alabilmesine olanak vermiştir. Örneğin mesken kirasından kaynaklanan bir
kira alacağından ötürü, davacı kira parasının banka şubesine ödenmesi gerektiği
halde ödenmediğini, kira alacağını miktar ve ilgili ay olarak belirterek dava
etmiş ise, davalı cevap dilekçesinde, kiracı olduğunu, kira bedelinin
doğruluğunu kabul etmesine yada davacı tarafından dava dilekçesi ekinde sunulan
ve davalıya tebliğ edilen kira sözleşmesini imza ve içerik olarak kabul
etmesine rağmen, ödemeye ilişkin bir
kanıt yada ödeme yerine geçecek hukuken kabul edilebilir bir işlem sunamamış ve
bunu kanıtlayamamış ise, hakimin duruşma yapmaksızın karar vermesi gerekir. Bu
hüküm emredici niteliktedir. Çünkü maddede
cümle “verir” sözcüğü ile sonlanmıştır.
Her ne kadar, yukarıdaki paragrafta örnekle
sunduğum, duruşma yapılmadan karar verilebileceği yönündeki görüşüm, Ejder Yılmaz’ın adı geçen eserinin 884
sayfasında yer alan 2 HD 26.02.2013 gün 2341/5030 sayılı kararında, Postacıoğlu
ile Altay’ın adı geçen eserinin sayfa 496 da Ejder Yılmaz’dan alıntı yaptığı 23.10.2012
gün 2012/15697 sayılı kararında(sayfa 496), 6 HD 17.01.2013 gün 2012/17127
2013/452 sayılı kararında ( sayfa 840) Yrg 12 HD 26.06.2012 2012/6152 2012/22533 (sayfa
839)duruşmasız karar verilecek işlerin dava şartı ve ilk itirazlarla sınırlı
olduğu yolundaki kararlarla ile çelişmekte ise de, görüşümün doğruluğuna
inandığımı belirtmek isterim. Hilmi Şeker İlkeler ışığında Ön İnceleme Kurumu adlı eserinin 268 sayfasında yer alan açıklama ile
beni destekler nitelikte görülmektedir.
Eğer, duruşma yapmaksızın karar vermek olanaksız
ise, ön inceleme duruşmasının yapılması gerekir. Ön inceleme duruşmasının nasıl
yapılması gerektiğini hükme bağlayan, HMK 320/2 maddesini incelediğimizde, bu
maddenin yazılı yargılamada ön inceleme duruşmasını düzenleyen HMK 137 ve 140
maddeleri hükümleri aynı olduğunu görmekteyiz. Yani basit yargılama ile yazılı
yargılama arasında ön inceleme duruşmasının yapılması açısından bir fark
bulunmamaktadır. Burada hatırdan çıkarılmaması gereken kural, ön inceleme
duruşması ile yazılı yargılamanın dilekçeler aşaması tamamlanmış olup, bu
aşamada sözlü açıklamalar aşaması başlamıştır.
Gerek yazılı yargılamaya ilişkin olan HMK 140/3
son cümle gerekse basit yargılamaya ilişkin olan HMK 320/2 son cümle ön
inceleme tutanağının tahkikatın sınırlarını belirlediğini açıkça hükme
bağlamıştır. Diğer bir anlatımla bu tutanak tahkikatın yol haritasıdır. Ön
inceleme tutanağında, taraflar arasındaki çekişmesiz vakıalar sayıldığı ve onu
takiben uyuşmazlığın çözümünde dikkate alınması gereken çekişmeli vakıaların
neler olduğu saptandığına göre, hakim öncelikle taraflar arasındaki çekişmeli
vakıalar için delillerin toplanmasına özen göstermek zorundadır. ( Yukarıda
belirttiğimiz Yrg 2 HD kararı )
Hakimin böylesi bir özen gösterebilmesi için,
HMK 33/1 maddesinin emredici hükmü gereği, bakmakta olduğu davaya hangi hukuk
kuralını uygulayacağına karar vermesi gerekir. Aksi takdirde, HMK 187/1
maddesini uygulaması söz konusu olamayacaktır. Çünkü bu maddeye göre,
toplanacak olan delillerin, “uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli
vakıalar”la ilgili olması gerekmektedir. İspat yükü bu vakıalar için
belirlenecektir.
Olayı bir başka açıdan değerlendirirsek, ön
inceleme duruşması bitinceye kadar hakim;
-
Varsa dava şartlarına ve ilk
itirazlara ilişkin hükmünü oluşturması gerekmektedir.
-
Tarafların iddia ve savunmaları
doğrultusunda, tarafların anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tespit
eder.
-
Hakimin tarafların anlaştıkları ve
anlaşamadıkları hususları tespiti, ön inceleme duruşmasında tarafların
dinlenilmesi ile oluşur.
-
Tarafları sulhe teşvik eder.
-
Eğer taraflar sulh olmuyorsa, hakim
bu aşamada da bir kez daha tarafların anlaşıp anlaşamadıkları hususları tespit
ile yükümlüdür.
İşte son aşamada bir kez daha yapılan,
tarafların anlaşamadıkları hususların tespitini içerecek şekilde ön inceleme
tutanağı düzenlenir.
Hakim duruşma yapmaksızın karar vermek
istediğinde bile, taraf dilekçelerinin verilmesi aşamasının tamamlanmasını
beklemek zorundadır. Bu zorunluluk tarafların sahip olduğu hukuki dinlenilme
hakkından ve onu tamamlayan hakimin davayı aydınlatma görevinden
kaynaklanmaktadır. ( Yrg 11 HD 19.1.2015 gün 2014/18496 E2015/653 K )
Hakimin duruşma yapmaya karar vermesi ile
birlikte hakimin tarafları sulhe teşvik görevi başlamıştır. Bu görev taraflara
“sulh olur musunuz?” sorusunu sormakla yerine getirilmesi mümkün bir görev
değildir. Eğer böyle olsa idi, madde metni, “hakim taraflara sulh olup
olmadıklarını sorar” olarak yazılırdı. Görüldüğü gibi, madde metni “teşvik
eder” hükmünü içermektedir. Bu güne kadar HMUK, İş mahkemeleri Kanunu, Aile
Mahkemeleri Kanunu gibi, kanunlarımızda yer alan tarafların sulhe teşvik
edilmesi yönündeki hükümlerin uygulanmamasında hakimlerin görevlerini yeterince
hatta hiç yapmamış olmalarının yer aldığını söylemekte bir sakınca
görmemekteyim. Onlara bunun neden geçekleşmediği sorulsa, her halde cevap
olarak iş yükünden söz edeceklerdir. Kanımızca, asıl neden hakimin
sulhe/arabulucuğa ilişkin kuralları bilmemesinden ve bunu kendilerine angarya
olarak kabul etmelerinden gelmektedir. Ancak, tarafları sulhe teşvik
etmemekteki neden ne olursa olsun, kanımca bu davranış görevi savsaklama olarak
değerlendirilmelidir.
İlk bakışta, HMK 320/1 maddesinde, yer alan “…
tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda anlaştıkları ve anlaşamadıkları
konuları tek tek tespit eder.” hükmü ile HMK 320/2 maddesinde yer alan “Tarafları
sulh olup olmadıkları, sulh olmadıkları takdirde anlaşamadıklar hususların
nelerden ibaret olduğu tutanağa yazılır” hükmü bir tekrar gibi görünüyorsa da,
ortada tekrar olarak kabul edilebilecek bir husus olmadığını söylemekte yarar
bulunmaktadır. Çünkü, yasa koyucu, kişilerin sulhe teşvik edilebilmesi için
onların anlaşamadıkları konuların bilinmesinin şart olduğunu bildiği için bu
hükmü koymuştur. Tarafların anlaşamadıkları konular bilindiğinde onların bu
anlaşamazlıklarını çözüme kavuşturmak, sulhu yöneten arabulucu/hakim açısından
olanaklıdır. Unutmamak gerekir ki, sulhe teşvik arabuluculuğu ilk aşamasıdır.
Yasa koyucu hakimi bu görevle görevlendirmiştir. Ayrıca eğer tarafların
anlaşamadıkları konular kamu düzenine ilişkin ise yani tarafların bu konuda
anlaşma yapmaları/sulh olmaları mümkün değil de onları anlaşmaya/sulhe teşvik
etmenin boşa caba olduğunu gördüğünden kaynaklanmaktadır.
HMK 320/2 de tarafların anlaşamadıkları
konuların ikinci kez saptanmasındaki amaç, yargılama aşamasında, kısmi bir
anlaşma gerçekleşmiş ise, yargılamayı uzatmamak için, bu konuları inceleme dışı
bırakarak, geriye kalan anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmak amaçlandığı içindir.
Hilmi Şeker İlkeler Işığında Ön İnceleme Kurumu adlı yapıtında bu durumu
“bakiye” sözcüğü ile değerlendirmiştir. Kanımca, aradaki farkı göstermek
uygulamayı kolaylaştırmak açısından, doğru bir yaklaşımdır.
Yukarıda yer alan açıklamalarımda, hakimin
tarafların anlaşamadıkları konuları saptarken, HMK 31/1 ve HMK 187/1
maddelerine uygun davranması gerektiğini söyledim. Eğer bu yasa maddelerine
uygun davranmaz ise, ya tarafların gösterdikleri gereksiz delillerin toplanması
için vakit kaybedecektir. Ya da, İddia ve de savunmanın genişletilmesi ve
değiştirilmesi yasağını ihlal etmemek kaydı ile taraflardan yeni delil isteme
hakkını zamanında kullanmayarak bir başka açıdan davanın uzamasına neden
olacaktır.
Bu yolda oluşan davanın uzaması ile, makul
sürede yargılama hakkı ihlal edilmiş ise,
bundan kaynaklı olarak hazine tarafından ödenmiş tazminatın hakimden
rucu yolu istenebilmesi gündeme gelecektir. Hakimin sorumluluğunun çok hassas
bir konu olduğunu, bu sorumluluğu oluştururken hakimin karar vermekten
çekinmesine yol açacak davranışlarla hakimim laüsel davranmasına yol açacak
davranışlar arasındaki dengenin iyi kurulması gerektiğine inanmaktayım. Bu
nedenle bu yazımda bu konuya daha fazla yer vermek yerine bu bloğda yer alan,
hakimin sorumluluğuna ilişkin yazılarımı hatırlatmakla yetinmekteyim.
Hakimin ön incelemede yapmakla yükümlü olduğu
tarafların anlaştıkları ve anlaşmadıkları konular bulunurken, özellikle bu
konuların saptanmasından sonra, tarafların ispat ve delil yükü oluşturup bu
yönde karar verilirken, hakim somut uyuşmazlığa uygulaması gereken hukuku
saptamış olmalıdır. Aksi takdirde, konu saptamasını boşuna gerçekleştirmiş
olacaktır. Postacıoğlu ve Altay’n eserinde yer alan 2 HD 28.03.2013 gün 2012/22296
E 2013/8523 sayılı kararında belirtildiği gibi, delillerin tensiple istenmesi
hukuka aykırı bir davranıştır. ( Yrg 2 HD 15.01.2015 gün 2014/16139 E 2015/498
K aynı nitelikte bir başka karardır. Detay bilgi için Umar ve Yılmaz’ın İspat
hukuk adlı yapıtı ile Dr Bülent Hayri Acar’ın Özel Hukukta İspat ve Delil
Bağlamında Uygulamalı Hukuk adlı yapıtına bakılabilir)
Uygulamada yaşadığımız sorunlardan bir tanesi de
hakimin uygulayacağı hukuku saptaması aşamasında ortaya çıkmaktadır. Öncelikle,
hakimin bu görev ve yetkisinin mutlak bir yetkiye dayanıp dayanmadığını
saptamakta yarar bulunmaktadır. Kanımca hayır. Çünkü, yasa koyucu, uyuşmazlığa
uygulanacak hukukun belirlenmesini öncelikle taraflara görev olarak vermiştir.
Nasıl hakim,uyuşmazlık konularını/çekişmeli vakıaları saptarken, o uyuşmazlığa
uygulamak zorunda olduğu hukuk kurallarını saptamış olması gerekiyorsa,
tarafında taraf dilekçelerini oluştururken, özellikle dava dilekçesini
oluştururken uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuku bilmesi gerekir. Ancak bu
şartla, dava dilekçesinde, uyuşmazlığın çözümüne etki edecek maddi vakıaları
belirleyebilir ve bunları hakimin dikkatine sunabilir. Ayrıca, davacının bu
davranışı, davalı için hukuki dinlenilme hakkının doğal sonucudur. Çünkü hukuki
dinlenilme hakkını düzenleyen, HMK 27/1 maddesine göre, taraf yargılama ile
ilgili bilgi sahibi olmalıdır. Tarafın açıklama ve ispat hakkını kullanmasına
olanak verilmelidir. Mahkemenin taraflarca yapılan açıklamaları dikkate alarak
değerlendirmelerini yapması ve kararlarını bu değerlendirmeye dayalı olarak
açık ve net bir şekilde bildirmesi gerekir.
Tarafın bilgi
sahibi olması, dava dilekçesinde hangi hukuk normunun uygulanmasının talep
edilmesi ile doğrudan ilgilidir. Bu ilgi, bilgi sahibi olmanın yanı sıra,
açıklama ve ispat hakkının özünü oluşturmaktadır. Henüz hakimin yargılamaya
dahil olmadığı, dilekçelerin tamamlanması aşamasında bu ancak, hukuki nedenin
açık bir şekilde taraf dilekçesinde belirtilmesi ile mümkün olacaktır.
Ejder Yılmaz’ın adı
geçen eserinin 837 sayfasında yer alan YHGK 26.03.2014 gün 2013/10-777 2014/389
sayılı kararında da belirtildiği gibi, HMK 317 maddesi gereği basit yargılamada
sadece dava dilekçesi ve cevap dilekçesi verilir. Baki Kuru’nun Hukuk Muhakemeleri
Usulü adlı kitabında yer alan bilgiye göre, taraflar kendilerine yasa ile
tanınmış olan dilekçe hakkından başkaca bir dilekçe veremezler. O halde, iş
çokluğundan yakınan hakimlerin öncelikle, bu kurala uygun davranmaları ve
yasada yer almayan dilekçelerin verilmesine olanak vermemeleri, bunları beyan
dilekçesi adı ile kabul edip, karşı tarafında vereceği karşı beyan için davanın
uzatılmasına olanak vermemeleri, iş yükünün azalmasına ve davaların gerçekten
makul sürede sona ermesine neden olacak bir davranıştır.
Ayrıca, Ejder
Yılmaz’ın adı geçen eserinin sayfa 892 de yer alan 2 Hd 11.03.2013 gün
20515/6497 sayılı kararında belirtildiği gibi tensiple delil sunmak için süre
verilemeyeceğini, Postacıoğlu ve Altay’n eserinde yer alan 2 HD 28.03.2013 gün
2012/22296 E 2013/8523 sayılı kararında belirtildiği gibi, tensiple delil
istenemeyeceği dikkate alıp, tensip hazırlamasını, ön inceleme duruşmasından
önceki aşamaya bırakarak zaman kazanmaları iş yükünün azalmasına neden
olacaktır. Aynı zamanda, Ejder Yılmaz söz konusu eserin 885 sayfasında yapmış olduğu
açıklamada tensibin dilekçelerden sonra hazırlanmasının HMK 139/1 son cümle
uygun olacağını savunmuştur.
Zaten, dilekçeler
aşaması tamamlanmadan hatta taraf sorgulaması yapılmadan, diğer bir anlatımla
hukuki dinlenilme hakkına ilişkin işlemler gerçekleştirilmeden,(*) uyuşmazlığa
uygulanacak hukuku belirlemek mümkün olmayacağına ve işlem temelini bulmak buna
göre ispat ve delil yükünü oluşturmak mümkün olamayacağına göre, tensibin ön
inceleme aşamasından önce yapılması ancak, hakimin kendi çalışması için hazırlayacağı
kısmi tensip olarak yapılabilir.
·
Yazının sonunda Bilge Umar’ın HMK
Şerhi eserinden yapılan alıntıların değerlendirilmesini siz okuyuculara
bırakıyorum. HMK 33/1 maddesi hükmü “hukuki mahkeme bilir” kuralının yasamıza
yansımış halidir. Bu kural doğrultusunda, hakim, tarafların bildirdiği hukuki
nedenle bağlı olmaksızın, iddia edilen maddi vakıalarla bağlı kalarak hukuki
sebebi belirler. Umar sayfa 140 ve 141 örnek kararlarla
·
“…yasa koyucu, gerek eski HMUK’ta
gerek şimdiki HMK’da, iddia etme yükünün gereğince yerine getirilmediğini gören
yargıcın hemen davayı red etmesini aşarı katılıkta bir çözüm sayarak, onun
iddiasında eksiklikler yahut belirsizlikler bırakmış taraftan, ek açıklama
istemesi gerektiği kuralını getirmiştir……şimdiki maddenin başlığı burada
yargıca bir görev yüklenmiş olduğunu anlatıyor;…..görüleceği gibi yargısal
içtihatlardaki anlayışta bu doğrultudadır.” Safta 130 ve 131 deki kararlar
·
Yargıcın, istem veya savunma
dayanağının belirsizliği giderilemez ise istem yahut savunmayı reddetmesi
zorunlu ise de, ilgili tarafı, bu belirsizliği gidermeye davet etmesi gerekir.
Böyle yapmadan istem yada savunmayı ret etmesi hükmün bozulmasına yol açar. Sayfa 136 kararlar da var.
·
Hakimin dosyadaki bir maddi vakıanın
aydınlatılması için bankadan resen belge istemesi,taraflarca getirilme ilkesine
aykırı düşmez.
·
Hukuki dinlenilme hakkı,yargılama
ile hukuki durumu etkilenecek kişilerin, yargılamanın bir sujesi olarak,
yargılama konusunda bilgi edinmelerini, açıklamada bulunmalarını, yargılamaya
etki edebilmelerini ve yargı mercilerinin bunları dikkate alıp değerlendirerek,
gerekçeli şekilde karar vermesini sağlayan, sürpriz kararla karşılaşmasının
önüne geçen bir temek hak ve yargılama ilkesidir. Safta 119 Özekes’e atfen
·
Uyuşmazlık konusunun tam olarak
belirlenmesi. Bunun önemi isbat gereksiniminin kapsamı bakımındandır.,
dolayısiyle davadaki tahkikat işlemlerinin konusu ve kapsamı bakımındandır;
çünkü bir davada yalnız davacının istem temelinin oluşturan vakıalardan
çekişmeli bulunanlar için ispat gerekliliği vardır. Sayfa 400
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder