BİLİRKİŞİLİK KURUMUNUN İŞLEYİŞİNDEN KAYNAKLI
SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Av. Ender Dedeağaç
( Bu yazı, önce 22-23 Ocak 2016 tarihinde
İstanbul’da yapılan “Bilirkişi Sempozyumunda” ve daha sonra Ankara Barosu’nda 17.Mart 2016 tarihinde yaptığım konuşma için hazırlanmış
ve bu çalışmalarda ki görüşlerle zenginleştirilmeye çalışılmıştır. )
Bilirkişi raporunun bir delil olmadığını, bu
raporun delil değerlendirmesi için alındığını bilmeme rağmen,bilirkişi delili sözcüklerini
kullanmamın nedeni, bu konunun HMK da delillerle birlikte incelenmiş olmasından
kaynaklanmaktadır. Üstelik yaratılan sorunların başında, bilirkişi raporunu
delil olarak kabul etmemizin yattığının da farkındayım. Ancak unutulmaması gereken bir konu HMK 198/1 maddesi hükmü gereğince delillerin hakim tarafından değerlendirilmesi gerektiğidir. O halde bilirkişinin delil değerlendirmesi ile hakimin delil değerlendirmesi arasındaki fark belirtmekte yarar bulunmaktadır. Bilirkişi delilin teknik yanını değerlendirir. Örneğin, kalorifer tesisatının çaşıp çalışmadı sorusuna cevap vermek içi kaloriferi değerlendirir. Hakim onun verdiği cevaba göre, bu delili sözleşmeye göre ayıplı mal teslimi yönündeki iddiayı yani maddi vakıayı değerlendirerek, ifada ayıp olup olmadığını belirler.
1927 yılında yürürlüğe giren HMUK’u
incelediğimizde, yargıcın hangi koşullarda bilirkişiye başvurabileceğini
düzenleyen 275 maddesinin 1981 yılındaki değişiklikten önceki ve sonraki
halinin HMK nın 266 maddesi ile aynı olduğunu görürüz. Üstelik, 1981 de HMUK ta
yapılan değişiklik maddenin özünde bir değişiklik olarak yorumlanamayacak
niteliktedir. Değişiklik metni, sadece yasanın ilk metnini bir kez daha tekrar
etmektir.
1927 yılından beri uygulamakta olduğumuz bir
yasa maddesini neden tartıştığımızı, bu güne kadar yasa koyucunun iradesine
uygun davranıp davranmadığımızı sorguladığımızda, yasa koyucunun iradesine
uymadığımızı, hiçbir duraksamaya yer vermeden söyleyebilirim.
Bu gün bulunduğumuz durumu açıklamak
istediğimizde, bunun cevabının 1981 yılında HMUK 275 maddesine ilişkin
değişiklikle ilgili madde gerekçesine başvurmamız gerektiğine inanmaktayım.
Sorunların neler olduğunu dile getirmek için
HMUK 275 maddesinde 1981 yılında yapılan değişiklik ile ilgili gerekçeyi
bilgilerinize sunmak isterim. Gerekçeye göre “hakimler özel veya teknik bilgiyi
gerektiren hususlarda bilirkişiye başvurabilir. Diğer bir anlatımla, kendi
bilgi ve uzmanlıkları gereği bilmek durumundaki hususlarda çözüm için
bilirkişiye başvurmayacaklardır. Hal böyle olduğu halde maalesef mahkemelerde
hemen genellikle bizatahi hakimin kendisinin bilmeye ve bilmek durumunda olduğu
pür hukuk konularında bile bilirkişi kurumuna başvurulduğu, bunun sonucu olarak
yargılamaların uzadığı, hüküm alınmasının çok pahalıya mal olduğu iş çokluğu
yüzünden bazen hakimlerin bilirkişi raporunu olduğu gibi hüküm haline
getirdiği, oysa bilirkişi seçilirken gerekli önem verilmediği için bu hatalı ve
düşünce ve önerilerle dolu olduğu görülmekte ve böylece kötüye kullanıldığından
ötürü bilirkişi kurumunun amacından saptığı…” belirlenmiş ve bu nedenle, yasada
değişiklik yapılmıştır. Aslında yapılana değişiklik demek mümkün değildir.
Çünkü, yasa koyucu HMUK 275/1 maddesinde yer alan ifadeyi, değişik bir şekilde,
yeniden oluşturduğu ikinci fıkrada, tekrar ederek, yargı erkini, yasa
maddelerini yanlış ve toplumun zararına uygulamadan ötürü duyması gereken
üzüntüden korumak istemiştir.
Kanun taslağının genel gerekçesine baktığımızda,
yasa koyucunun aynı kaygıyı taşıdığını genel gerekçede yer alan, “ Yargılama
sürecinde özel veya teknik bilgiyi gerektiren konularda hâkim tarafından bilgi
ve görüşüne başvurulan uzman kişiye “bilirkişi” denilmektedir. Muhakeme
usulünde bilirkişi incelemesine, hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve
hukukî bilgiyle çözümlenemeyen, bilimsel ve teknik bilgi gerektiren konularda
müracaat edilmesi gerekliliğine işaret edilmektedir. Muhakeme usulünü
düzenleyen kanunlarda istisnasız biçimde düzenlenen bilirkişi incelemesi,
uygulamada oldukça sık başvurulan bir delil değerlendirme vasıtasıdır.”
Sözcükleri ile ve taslağın üçüncü maddesine ilişkin gerekçesinde ise “ Öte
yandan, hukuk kurallarını re’sen araştırıp bulmak ve somut olaya uygulamak
hâkimlik mesleğinin bir gereğidir. Bu kural uyarınca, hukukî sorunların en
yetkin bilirkişisi, hâkimin kendisidir. En genel çerçevede ise, hukuka uygun
olarak hüküm verme görevinin münhasıran hâkime ait olduğu, Anayasanın 138 inci
maddesinde açıkça belirtilmiştir. Maddenin üçüncü ve dördüncü fıkralarıyla,
hâkimin hukukî bilgisiyle ve tecrübesiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda,
bilirkişiye başvuramayacağı; ancak, çözümü hukuk dışında özel veya teknik
bilgiyi gerektiren hususlarda bilirkişiden yararlanabileceği, yürürlükteki
muhakeme usulüne ilişkin düzenlemelerle uyumlu olarak bir kez daha açıkça
vurgulanmaktadır. Maddede belirtilen özel bilgiden maksat, hukuk bilimi dışında,
belirli bir bilim dalının araştırıp ortaya koyduğu sonuçlara ilişkin bilgidir.
Teknik bilgi ile kastedilen ise; fizik, kimya, matematik gibi pozitif
bilimlerin verilerini uygulamaya yeterli bilgidir.” Sözcükleri ile ifade
etmiştir.
Ne yazık ki, aynı açıklamayı, HMK 266 ve 279/4
maddelerinin gerekçelerinde de görmekteyiz.
Ben yasa koyucu ile aynı düşüncede olduğum için
ve yasa koyucunun yargıya saygı duymasını beklediğimden ötürü, yargının bir
üyesi olarak önce benim ona saygı duymam gerektiğine inandığımdan, bilirkişi
kurumunun yasa dışı görevlendirilmesine karşıyım.
HMUK 275 maddesinde yer alan ilkeler HMK 266/1
maddesinde de yer almaktadır. Ancak HMK nın yasalaşması ile benim bildiğim
kadarıyla Ankara adliyesinde bir panik havası yaşanmış, hukukçu bilirkişiyi
sistemde nasıl tutmak gerektiğinin yolu aranmıştır. Çünkü, yargıca bazen
dosyayı raporte edecek bazen de kararı hazırlayacak bir yardımcıya gereksinim
sona ermemiştir. İşte bu arayış sonucunda “hesap bilirkişisi” adı ile
avukatlardan oluşan bir bilirkişi grubu oluşturulmuştur. Avukatın hesap
konusunda hakimden farkı nedir? Dosyada hakimin dört işlem bilgisi ile
çözemeyeceği ve çözümünü avukattan isteyeceği nasıl bir hesap problemi vardır?
Bunun cevabını sizlere bırakıyorum.
Bu konuşmada, sadece HMK dan yararlanarak
bilirkişilik kurumu hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım. Elbette,
bilirkişilik sadece HMK ile sınırlı bir kurum değildir. Ceza yargılamasında ve
idari yargılamada da bilirkişilik kurumundan yararlanılmaktadır. Ancak benim
gücüm sadece HMK ile ilgili açıklamada bulunmaya yetmektedir.
Öncelikle belirtmek isterim ki, yargıcın iş
yükünün ağırlığını ve bilirkişilik kurumunun vazgeçilmez olduğunu peşinen kabul
ediyorum. Benim karşı çıktığım husus, yargıcın iş yüküne çözüm ararken,
anayasaya ve yasalara aykırı bir şekilde bilirkişilik kurumundan yararlanılmak
istenmesidir. Taslağın gerekçesini incelediğimizde de yasa koyucunun aynı
görüşü dile getirdiğini görmekteyiz.
Bu nedenle bu konuşmamda ilk önce, uygulanan
sistemi, sonra bilirkişilik sorununun nedenlerini ve çözüm önerilerini sizlerle
paylaşmak istedim.
Bilirkişilik kurumu da, belge, tanık, keşif gibi
HMK nın 187 vd maddelerinde yer alan delillerden bir tanesidir. İş bu nedenle,
delillere ilişkin tüm kuralların bilirkişi delili için de uygulanması
gerekmektedir.
HMK 187/1 maddesine göre “İspatın konusunu tarafların
üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli
vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir.”
Madde metninden açıkça anlaşıldığı gibi, delil,
uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek vakıalar için bir ispat vasıtasıdır.
Eğer, taraflarca sunulan vakıalar açısından taraflar arasında bir uyuşmazlık
yoksa yada tarafın dilekçesinde sunduğu vakıa uyuşmazlığın çözümünde etkili olmayacak
ise, bu konuda delile gerek yoktur.
Bilindiği gibi, HMK 119/1.f ve 129/1e
maddelerine göre, taraflar, dilekçelerinde yer alan her bir maddi vakıayı hangi
delil ile kanıtlamak istediğini açıkça belirtmek zorundadır.
Yargıç, ön inceleme duruşmasından önce ve
duruşma aşamasında, HMK 31 maddesinin kendisine yüklediği görev/sorumluluk
nedeni ile HMK 140/1 maddesi hükmü gereği, tarafların anlaştıkları ve
anlaşamadıkları hususları tespit eder. Elbette HMK 187/1 maddesi hükmü
doğrultusunda, uyuşmazlığın çözümünde etkili olması kaydı ile, tarafların anlaştıkları
ve anlaşamadıklar hususların yani maddi vakıaların tespit edilebilmesi için,
yargıcın, HMK 33/1 maddesi gereğince, uyuşmazlık konusu olaya hangi hukuku yani
hangi usul ve maddi hukuk kurallarını uygulayacağını saptamış olması
gerekmektedir. Böyle bir çalışma yapılmaksızın, hangi maddi vakıaların
uyuşmazlığın çözümünde etkili olacağını ve bu maddi vakıalar açısından taraflar
açısından çekişmeli olan hususların neler olduğunu saptamak mümkün değildir.
Kişisel kanıma göre, uygulanacak hukukun
tutanağa geçirilmesi gerekmektedir. Böylece HMK 140/3 maddesi hükmü gereği bu
tutanak yargılamanın yol haritasını oluşturur. Bunun belirtilmesinin ihsas-ı
rey olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü, hakim uyuşmazlığın çözümü
hakkında görüşü belirtmemekte sadece yasanın emrine uyarak uyuşmazlıkla ilgili
hukuk normunu dile getirmektedir. Yargıcın bu konudaki beyanı yasanın emri
olduğu için ihsas-ı rey olarak kabul edilmez. Eğer bu eylemi ihsası-rey olarak
görürsek tüm ceza davalarına, ihsas-ı rey olduğunu söylemek zorunda kalırız.
Yargıcın böyle bir çalışma yapılabilesi için,
mahkemeye sunulan dilekçelerin HMK kurallarına uygun olarak hazırlanmış olması
gerekmektedir. Uygulamada en çok yaşadığımız problemlerden biri, taraf
dilekçelerinin HMK ya göre gereken özellikleri taşımamasıdır. Yani yargılamaya avukat hatasından kaynaklı
bir olumsuzlukla başlamaktayız.
Taraf dilekçelerinde kanunun emrettiği hususlar
açısından noksan bulunmasını ilk itiraz olarak kabul eden, HMUK 187/7 maddesi
hükmünün benzeri bir hüküm HMK da yer almadığından ötürü, dilekçelerde yer alan
noksanlardan ötürü tarafın itirazını dile getireceği bir talep hakkı
kalmamıştır. Buna karşılık, yargıç, HMK 31/1maddesinden yararlanarak taraf
sorgulaması ve isticvap işlemine başvurarak, yasanın kendisine yüklediği davayı
aydınlatma görevini yerine getirebilmektedir. Böylece taraf/avukat hatasından
kaynaklı olumsuzluğu giderebilme olanağı/ödevi bulunmaktadır.
Ancak, kişisel gözlemlerime göre, HMUK döneminde
187/7 maddesinin uygulanması ne kadar az gerçekleşmiş ise gerek HMUK gerekse
HMK döneminde isticvap ve taraf sorgulaması da, o kadar az gerçekleşmiştir.
Ön inceleme aşamasında ise, yargıç görevinin “ön
inceleme tutanağı” adlı bir tutanağı tek başına tutmak olduğunu kabul ederek,
duruşma öncesi hazırlamış olduğu notlarla hatta zaman zaman kes/yapıştır
yönteminden yararlanarak bir tutanak gerçekleştirmektedir. Yargıca göre,
taraflar bu tutanağın tanığı oldukları için, onlarında imzası alınarak işlem
tamamlanmaktadır. Ön inceleme aşaması bu şekilde oluştuğu için, yargılamanın
temel ilkelerinden olan doğrudanlık, yüz yüzelik ve sözlülük ilkesi görmezden
gelinmektedir.
Ön inceleme duruşmasında taraflar kendilerine
düşen rolün bu olduğu inancı ile sesleri çıkmadan tutanağı imzalamakta ve ön
incelemenin sona ermesine seyirci kalmaktadır.
Taraflar HMK 194/1 maddesinde yer alan
somutlaştırma kuralını, özellikle tanık ve bilirkişi delili için, dilekçelerine
tanık ve bilirkişi incelemesi yazmakla tamamlandığına inandığı için, bilirkişi
incelemesinin ne amaçla istendiğini ve incelemenin hangi konularla sınırlı
kalması gerektiğini belirtmek zahmetine katlanmamaktadır. Yargıç ise, bu konuda
tarafları sorgulamak istememektedir. Hatta çok az olsa da, kendisi resen
bilirkişi talep ettiğinde bile, ara kararlarının gerekçeli olması zorunluluğunu
unutmakta ve sadece bilirkişi incelemesinin yapılması gerektiğini ara kararında
belirtmekle yetinmektedir. Hemen hatırlatmak isterim ki HMUK döneminde 276
maddesi bilirkişinin seçiminde taraf iradesinin öncelik taşıdığını hükme
bağlamış olmasına rağmen HMK 268 maddesi ile bu olanak kaldırılmıştır. Yargıç ilke
olarak, resen liste içinden bilirkişi seçmekle yükümlüdür. HMUK 279 ve HMK
273/1maddesine göre, yargıç bilirkişiye sorulacak soruları, tarafların görüşünü
aldıktan sonra hazırlamakla görevlidir. Elbette bu hazırlığın temelini, taraf
dilekçelerinin somutlaştırma kuralına uygun olarak verilmiş olması
oluşturacaktır. Daha önce belirttiğimiz gibi bu gerçekleşmediği için, dosya HMK
273/1 maddesine aykırı bir şekilde bilirkişiye devredilmektedir.
Resen bilirkişiye gitmenin çok az olduğunu
söylemekteyiz çünkü enflasyon artış oranına göre yeni dönem kira parasının
saptanmasına ilişkin dava da dahil olmak üzere, hemen hemen tüm taraf
dilekçelerinde bilirkişi deliline dayanılmaktadır bu nedenle resen bilirkişiye
gitmeye gerek kalmamaktadır.
HMUK 281 maddesi hükmü bilirkişinin duruşmada
yada keşifte hazır bulunarak sözlü beyanda bulunmasını ilke olarak benimseyen
bir madde olmasına rağmen HMK 273/2 ve 274/1maddeleri bilirkişinin dosya
hakkında yazılı rapor vermesini ilke olarak benimsemiştir.
Çünkü, HMUK 281 maddesi, hukuk mantığına uygun
bir şekilde bilirkişinin mesleki bilgisini, HMUK 243 maddesine uygun bir
şekilde aleni bir celsede değerlendirilmesini benimsemiştir. Yapısını da buna
göre oluşturmuştur. HMK 197/1 maddesi de, delillerin aleni bir celsede
incelenmesini benimsemiş olmasına rağmen, bilirkişi raporlarının yazılı
verilmesine öncelik tanıdığı için, yasanın iki maddesi arasında çelişki
oluşmasına neden olmuştur. Bu nedenle de doğrudanlık, yüz yüzelik gibi temel
ilkeler uygulanamaz hale gelmiştir.
Yargıç uyuşmazlığa uygulanacak hukuk normunu
belirlemediği için, uyuşmazlığın çözümünde gerekli olan maddi vakıaları da
belirlememektedir. Diğer bir anlatımla,
uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kurumunun unsurlarını saptamamakta
ve bu unsurların hangi maddi vakıalara dayanarak somutlaştırması gerektiğini de
çözmeden delil toplama aşamasına geçmektedir. Bu yüzden de, taraf delillerinin
yeterli olup olmadığını kendisinin HMK 31/1 maddesi gereği delil isteyip
istemeyeceğini irdeleyememektedir. Hatta taraf delillerinden hangilerinin
uyuşmazlığın çözümü için gerekli hangilerinin gereksiz olduğunu belirleyemediği
için, soyut bir ara kararla, “iki hafta içinde delillerin tamamlanması yolunda
karar “ ile ön inceleme aşamasını tamamlamaya çalışmaktadır.
Yargıcın bu davranışı, ilmi ve kazai
içtihatlarda belirtildiği gibi, ispat ve delil yükün belirleme görevinden
kaçmaktır. Bunun sonucunda ise, dosyaya gerekli gereksiz delil yığılmaktadır.
Bu delillerin içinde başka yerlerden getirtilmesi gerekenler varsa ve delil
gereksiz ise elbette bu kez gereksiz bir şekilde bu delilin gelmesi
beklenilmektedir. Zaman kaybı gerçekleşmektedir.
Dosyanın özetinin çıkarılması, dosyaya yığılan
delillerin değerlendirilmesi zaman alacağı için, yargıç bu asli görevini,
dosyanın sonuçlandırılması yönünde ve kanaat da içerecek şekilde rapor
hazırlanmak üzere bilirkişiye vermektedir. Bu işleme dosyanın bilirkişiye devri
de demek mümkündür. Bu aşamada yargıç, HMK 266/1 maddesine aykırı davranmakta
ve bilirkişinin hukuki konularda görüş bildirmesini ya açıkça yada soyut bir
görev emri içeriğine gizleyerek talep etmektedir. Bilirkişi yargıcın yasaya
aykırı bu emrini görmezden gelerek kendisi de HMK 279/4 maddesinin emrine
aykırı davranarak, bir anlamda yargıç görevi yaparak dosyayı karar aşamasına
hazırlamaktadır.
Bunun uluslar arası anlaşmalarda ve Anayasamızda
hükme bağlanan tabii hakim ilkesi ile ne kadar bağdaştığının ve yargıç ve
bilirkişiler açısından suç oluşturup oluşturmadığını takdirini ceza hukukundan
anlayanlara bırakmaktayım. Ancak, taslağın, hakimin yasaya aykırılığını,
disiplin cezası ile cezalandırmış olduğunu da söylemek isterim. Elbette
disiplin cezası verilmiş olması ceza davası yada tazminat davası açılmasını
engellemeyecektir. Belki de bu dava türlerini hatırlatmaya yarayacaktır.
Dosyanın bilirkişiye devri aşamasında, taraflar
da, ara kararda HMK 273/1.a ve 273/1.b uygun davranılmadığı yolunda bir
itirazla, ara karardan dönülmesini talep etmemektedir. Bilirkişiler ise HMK 278
/ 2 maddesine dayanarak her hangi bir açıklama talep etmemektedir.
Taraf bilirkişi deliline başvururken
somutlaştırma kuralına uymadığı gibi bu kurala uymayan karşı tarafın davranışı
için de hakimden bir yaptırım talep etmemektedir. Yargıcın HMK ya aykırı ara
kararına ses çıkarmamaktadır. Çünkü, sistemin böyle işlemesi gerektiğine
inanmıştır yada bu yöndem işine gelmektedir. Çünkü, taraf da, dilekçelerini
hazırlarken gereken özeni göstermek yerine bilirkişiyi taşeron olarak
kullanmayı tercih etmekte ve davanın sonucunda kötü sonuç çıkarsa yargıçla
beraber suçlayacak ikinci bir kişinin olaya katılmasından hoşnut olmaktadır. Bu
yöndemin bilirkişinin işine geldiği konusunda hiçbir şüphem bulunmamaktadır.
Bilirkişi böylece yargıcın yetkilerini gasp ederek, yargıç olma tutkusunu
tatmin etmenin yanı sıra, uzunca bir rapor yazarak kişisel gelirini arttırmak
imkanına da kavuşmaktadır. Yargıç da, başkasının emeği ile başarı elde edeceği
için memnun olmaktadır.
Böylece, tahkikat aşamasında diğer delilerle
birlikte değerlendirilecek bir delil niteliğinde olan bilirkişi raporu,
yargıcın yetkilerini gasp eden bir kişi tarafından hazırlanmış, dosyanın
sonucunu belirleyen bir belge haline gelmektedir.
Ne yazık ki bazı kişiler bu gidişattan memnun
olmakta ve bilirkişiliğin bir meslek olduğu kanısını topluma kabul ettirmek
istemektedirler.
Ancak bu memnuniyet yargının itibarını ve
güvenirliğini sarsmaktadır.
Bizler taraf olarak, tahkikatın sonunda
yapılması gereken delillerin değerlendirilmesi aşamasını hatta yargılamanın
sonunda yapılması kaçınılmaz olan sözlü yargılamayı yapmak yerine bilirkişi
raporuna karşı beyanda bulunmayı yeterli görmekteyiz. Zaten, yargıç, zaman
yetersizliğinden söz ederek, bu aşamalara olanak tanımamakta, taraf bu
aşamaların yargılamaya katkısının ne olduğu konusunda ilmi ve kazai
içtihatlarla desteklenmiş, deneye dayalı bir bilgi sahibi olmadığından
kıymetini bilmemektedir. Eğer kıymetini bilmiş olsa idi, HMUK döneminde, ismi
konmamış olmakla beraber varlığından şüphe etmediğim ön incelemeyi en azından
bu gün gerçekleştirirdi, Delil değerlendirmesi ve sözlü yargılamaya ilişkin
HMUK hükümlerinde tarafın aleyhine yapılan değişikliklere sessiz kalmaz idi.
Yargıç dosyayı hukuki görüş içerecek şekilde, bilirkişiye
devrederken HMK 189/4 maddesine göre hangi delilin “caiz delil” olup olmadığı
konusunda da bir çalışma yapmamaktadır. Bu nedenle, bu konu da birikişinin
çözüme kavuşturacağı konular arasında yer almaktadır. Yargıcın delil
değerlendirmesi HMUK 218 ve 214 maddelerinde yer alan bir husus olmasına rağmen
bu gün bile uygulanırlığı olmayan bir madde olarak yasamızda yer almaktadır.
Daha doğrusu, yargılamayı bir bilmece kabul ettiğimizden ötürü, delil
değerlendirmesini taraflarla paylaşmadan sonuca gitmeyi tercih etmekteyiz.
Görüldüğü gibi, bilirkişi gölge yargıç rolünü
üstlenerek sistemde yerini almaya çalışmaktadır. Benim itirazım bunadır. Yoksa,
daha önce HMUK 275 maddesinde şimdi ise HMK 266 / 1 maddesinde yasa koyucu
tarafından belirlenen alanda görev yapmasına hiçbir diyeceğim yoktur. Üstelik
yasa koyucunun belirlediği hali ile yapılan bilirkişilik hizmetinin vazgeçilmez
olduğuna da inanmaktayım.
Bilirkişi uygulamasında yer alan sorunların
nedenlerini sayın Çetin Aşçıoğlu’nun “Yargılamada Maddi Gerçeğin Belirlenmesi ve Kanayan Yara
Bilirkişilik adlı yapıtından alıntılarla dile getirmeye çalışacağım. Aşçıoğl’na
göre ;
-
Bilgi eksikliği ve yasaların
emredici kurallarına uymakta gösterdiğimiz özensizlik
-
Yargıcın kendine güvensizliği ve
Yargıtay’ın yargıca olan güvensizliği
-
İş yoğunluğu
-
Not korkusu
Ben bu nedenler arasına,
-
sorumluluğu paylaşacak birini
aramayı
-
Yargıtay’ın zaman zaman yasaya
aykırı bir şekilde dosyanın bilirkişiye hatta hukukçu bilirkişiye verilmemiş
olmasını bozma nedeni yapmasını
-
Yargıtay’ın çelişkili kararlar
vermesi ve bu kararlara ulaşmanın zor olmasını
-
Tarafın davayı hazırlarken
gösterdiği özensizliği ve ilmi/kazi içtihatlarda yer alan belirsizlikten
kaynaklı güvensizliği
da eklemek isterim.
Bilirkişilerin sistemde gereğinden fazla yer almasının
sakıncalarını dile getiren M.Reşit Belgesay’dan yapılan alıntıyı da sizlerle
paylaşmak isterim. Belgesay’a göre “yargıçların her konuda bilirkişiden görüş
almasını alışkanlık durumuna getirmeleri onları (yargıçları)yavaş yavaş
yargılamadan sorumlu olmayan kimselere devretmeye ve uyuşukluğa tembelliğe
yönlendirir.”
Çetin Aşçıoğlu’na göre, bilirkişi kurumunun
yanlış uygulanması sonucunda;
-
AİHS nin 6 maddesinde belirtilen
“bireyin yansız bir mahkeme önünde yargılanma hakkı” zedelenir. Bu nedenle
yargının yansızlığına gölge düşer.
-
Hukukun üstünlüğü tartışmalı hale
gelir
-
Yargının saygınlığı azalır
-
Yargı pahalı hale gelir
-
Hukuk bilimi olumsuz etkilenir.
Bu sorunları çözmek için ne yapmalıdır?
-
Öncelikle yasama erkinin iradesine
saygı duymalı ve HMK 266/1 maddesini ödünsüz bir şekilde uygulamalıdır.
Gerekirse, yargıç ve bilirkişiler için disiplin, tazminat ve ceza kovuşturması gerçek
anlamda yapılmalıdır. Özellikle, yargıç sorumluluğunun çok hassas bir konu
olduğunu dikkate alarak, yargıç sorumluluğuna ilişkin kuralları, gereksiz
mesleki korumacılık duygusuna kapılmadan ve yargıcın karar verme özgürlüğünü
zedelemeden, işler hale getirmeliyiz
-
2805 sayılı yasaya eklenen hükümle,
bu konuda yasaya aykırı davranan hakim için kınama cezası getirilmiştir.
Kanımca, bu hüküm, var olanı hem de en az düzeyde dile getirmektedir. Bilindiği
gibi, HMUK 573 maddesinin bir tekrarı olan HMK 46/1.c maddesine göre, hakim,
kanunun açık bir hükmüne aykırı bir karar verirse, bundan ötürü tazminat
sorumlusu olmaktadır. Bu madde, ceza hukuku açısından da benimsenmiş madde
olup, hakim bu davranışından ötürü, görevi savsaklamak suçundan ötürü sorumlu
tutulmaktadır. Bu maddeler var iken, bunlara ek olarak disiplin cezasına
ilişkin bir maddenin hukuk sistemine kazandırılması olsa olsa var olanın
tekrarı diye nitelendirilebilir. Eğer olayı kötü niyetle değerlendirirsek, bu
davranışın gerektiğinde, kamu oyunu sakinleştirmek için “bak disiplin cezası
verdik, bu iş bitti” açıklamasını yapmak için hukuk sistemine kazandırılmış
olduğunu bile ifade edebiliriz.
-
Bu nedenle “doğru cevap almak
istiyorsan doğru soru sor” kuralı doğrultusunda, taraflar ve yargıç olarak bilirkişiden,
bilirkişinin mesleki bilgisi ile sınırlı olmak ve hiçbir şekilde hukuki yorum
içermeyecek şekilde, ne istediğimizi açıkça sormalıyız.
Üstelik bu HMK nın
somutlaştırma kuralına uygun bir davranış olur.
-
Listede adı yazılı bilirkişi yerine,
gerçekten, mesleğinin ehli kimselerin bilirkişi olarak seçilmesine özen
göstermeliyiz. Unutulmamalıdır ki, mesleğinin ehli bir kimse, bu gün ilan
edilen liste ücretleri ile, bırakın rapor yazmayı adliyeye bile gelmez. Eğer
bağlayıcı ücret uygulamasına devam edeceksek, kendi mesleğinden çok,
bilirkişiliği meslek edinmiş ve tüm gününü adliyeye veren bilirkişilerle
çalışmak zorunda kalırız. Bu nedenle, gerçekten gereksinimiz olmadan
bilirkişiye gitmek yerine, gerçek ihtiyacımızda bilirkişiye gitmeliyiz.
Bilirkişi seçerken, liste uygulaması yerine mesleğinin zirvesinde olan kişilere
yer vermeli ve onlara hak ettikleri ücretleri ödemeliyiz. Ömür boyu hapis
cezası vermeye yada bir tapu ital ve tescil davası ile tüm mal varlığımı
elimden almaya yetkili olarak gördüğümüz hakimin, bilirkişi parasını listeye
göre değerlendirmesini anlamamaktayım.
-
Tarafların HMK 293 maddesi gereği
uzman görüşüne başvurmasını özendirmeliyiz.
-
Gerektiğinde bilirkişinin ve uzmanın
mahkemeye davetinden çekinmemeliyiz. Böylece doğrudanlık ilkesini yerine
getireceğimiz gibi, bu kişilerin toplum huzurunda görüşünü savunmanın getirdiği
psikolojik baskı nedeniyle daha özenli çalışmalarını sağlamalıyız.
Bilirkişilik kurumunun yasaya aykırı bir şekilde
uygulanmasında temel faktör olarak yargıcın iş yoğunluğu gösterilmektedir. Bu
nedenle, yasal düzenlemeye gerek duyulmadan yani yasamanın yetkilerine saygı
duyarak, yargıcın iş yükünü azaltabilir miyiz? Sorusuna cevap aramak
gerektiğine inanmaktayım.
Elbette bu yönde bir çalışma yaparken, yargılama
faaliyetinin, konfeksiyon sanayinde gömlek üretmek olmadığı, sanayicilerin
yöndemi olan üretimin standartlaşması yolunun burada uygulanmasının mümkün
olmadığı, gerçeğini akıldan çıkarmamak kaydı ile böylesi bir çalışmanın yapılması
gerektiğine de inanmaktayım.
Daha öncede söylediğim gibi, yargıcın iş
yoğunluğuna ilişkin problemleri, bilirkişilik kurumunun yozlaşarak devam
etmesine neden olmaktadır.
Bu sorunun çözümlenebilmesi için, hukuk
sistemimiz içinde yargıcın rolünün doğru belirlenmesi gerekmektedir. Yargıç kuvvetler
ayrımının uygulandığı hukuk düzeninde, yargı erkinin ete kemiğe bürünmüş
halidir. Bu nedenle, yargıcın rolünü anayasa ve yasalar belirler. Yargıç
kendisine belirlenen rolün ötesinde bir rol üstlenemez. Eğer böylesi bir
davranış seçerse, anayasal bir suç işlemenin yanı sıra diğer yasaların, örneğin
ceza kanunun içeriğinde yer alan suçları da işlemiş olur. Böylesi bir
davranışın en önemli sonucu, yargının yasamanın yetkilerini gasp etmesi
olayıdır ki, kanımca bu davranışı kabul etmek mümkün değildir.
Konuyu, özel hukuk yargılamasında, davanın
taraflarca hazırlanması ilkesinin ve yazılı yargılamanın geçerli olduğu, bir
yapı içinde, somuta indirerek incelemekte yarar bulunmaktadır.
HMK 32/1 maddesine baktığımızda, yargıcın temel
görevinin yargılamanın sevk idaresini sağlamak olduğunu görürüz. Söz konusu
maddenin gerekçesine baktığımızda ise, yargılamada ki sevk ve idarenin iki ayrı
basamağının olduğunu görmekteyiz. Bunlardan şekli anlamda sevk ve idare olarak
isimlendirilen kısmından yazı işleri müdürü sorumludur. Yazı işleri
müdürlerinin bu sorumluluğu, tebligatların yapılması, duruşma günü verilmesi vb
işlemleri kapsamaktadır. Yargıcın sevk ve idare sorumluluğuna maddi anlamda
sevk ve idare sorumluluğu denilmekte olup bu sorumluluk, söz konusu maddenin
gerekçesine göre HMK 31 madde de yer alan yargıcın davayı aydınlatma görevi ile
sınırlıdır. Yargıca yüklenilen bu görev ise, taraf dilekçelerinin mahkemeye
sunulması aşamasından sonra başlaması gereken bir görevdir. Kanımızca, ön
inceleme duruşmasından önce yargıcın görevi, yargılama türünün yazılı yada
basit yargılama olduğunu belirlemek, yazı işleri tarafından talep halinde harç
konusunda karar vermek ve talep varsa önleyici hukuki tedbirleri karara
bağlamakla sınırlıdır.
Halbuki uygulamada, yargıç, kaleme yüklenilen
görevleri kontrol etmek yükümlülüğü altına girmektedir. İyi niyetle yapılan bu
davranış, yargıcın, yasalarla, yazı işleri müdürlerine verilen görevi, yasaya
rağmen kendi görevi haline dönüştürmesidir. Bu yargıca zaman kaybına neden
olmaktadır.
Yargıç, hiçbir yasal kaynağı olmamasına rağmen,
tensip zaptı denilen bir belgeyi düzenleyerek de bir zaman kaybına neden
olmaktadır. Bilindiği gibi, tensip zaptı özünde, heyet halinde çalışan mahkemelerde,
tahkikatın hangi yargıç tarafından yapılacağını belirleyen bir karar olarak
hukuk hayatımıza kazandırılmış olmasına rağmen bu gün tüm mahkemelerce
benimsenmiştir. Bu zaptın düzenlenmesi hem vakit kaybına neden olmaktadır hem
de içerdiği ve sonuç doğurmayan emirler nedeniyle kamu oyunda yargıya duyulan
güveni sarsmaktadır. Üstelik taraf dilekçeleri tamamlanmadığı için noksan bilgi
ile hazırlanan, tensip zaptı uygulamasından vazgeçilmelidir.
Yargıcın maddi anlamda sevk ve idare yetkisini
süratle ve doğru olarak kullanmasına engel olan nedenlerin başında, taraf
dilekçelerinin usul hükümlerine aykırı hazırlanmış olması gelmektedir. Davanın
taraflarca hazırlanmasının geçerli olduğu davalarda, tarafın temel görevi, dava
ile ilgisi olan maddi vakıaları sunmaktır. Ancak, taraf bu görevini yerine getirirken,
uyuşmazlığa uygulanması olası, hukuk kuralını belirlemeli ve bu hukuk kuralı
için unsur oluşturacak maddi vakıaları mahkemeye sunmalıdır.
Uygulanması olası hukuk kuralı demekteyiz,
çünkü, HMK 33/1 maddesi gereğince hukukun uygulanmasına yargıç resen karar
verir. Bu nedenle, tarafın belirlediği hukuk kuralı, ancak, taraf dilekçesini
hazırlarken kendisine yol gösterecektir. Elbette kendisine yol göstermenin yanı
sıra, karşı taraf için, davada izleyeceği yolu belirleyeceğinden önemlidir ve
kişisel kanıma göre hukuki dinlenilme hakkının özünü oluşturmaktadır. Çünkü,
HMK 27/2.a maddesi yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını ve 119/ 1.g ve
129/ 1.f maddeleri, taraf
dilekçelerinde, hukuki nedenin bulunmasını emretmiştir. Her ne kadar bu şartın
yerine getirilmemesi, davanın kaybına neden olacağı anlamına gelmemekte ise de,
yargılama aşamasında, yargıç tarafından HMK 33/1 maddesi doğrultusunda yapacağı
hukuki belirlemede, tarafın olması olası etkisini ortadan kaldıracaktır.
Taraf dilekçelerinde usul hükümlerine aykırılık
oluşturan diğer bir husus, HMK 119/ 1.f ve 129/ 1. e maddelerinde emredildiği
şekilde, maddi vakıaların hangi delilerle kanıtlanacağının gösterilmemiş
olmasından kaynaklanmaktadır. Yasa koyucu bu hususa önem verdiği için HMK 194/1
maddesi ile somutlaştırma kuralını yasalaştırmıştır.
Ancak, uygulamada bu kural için taraflarca ve
yargıç tarafından gereken özen gösterilmemektedir.
HMUK 187/7 maddesinde düzenlenmiş olan, dava
dilekçesinde noksanlardan ötürü karşı tarafa tanınan ilk itiraz hakkı ve HMK da
yer almamaktadır. Eğer bu kural HMK da yer alsa idi, somutlaştırma kuralına
uyulmamış olması bir ilk itiraz olarak incelenebilirdi. Her ne kadar geçmişte
uygulaması pek görülmeyen bir ilk itiraz ise de HMK da yer alması ileride bir
gün uygulanabileceği umudu taşımamıza neden olabilirdi.
Davayı aydınlatma görevi yüklenmiş olan yargıç,
genelde, taraf sorgulaması yapmamaktadır. Yargıç HMK 31/ maddesi gereği maddi
vakıaların ispatı için sunulan delillerin yeterli olmadığını bildirerek iddia
ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağına uygun davranmak koşulu
ile yeni delil istememekte ve bu istenen delilin somutlaştırma kuralına uygun
olup olmadığına dikkat etmemektedir.
Tarafın hangi aşamalarda dilekçe vereceği yazılı
beyanda bulunacağı yasa le belirlenmiş olmasına rağmen, tarafın her aklına
estiğinde dilekçe vermesine ve bu dilekçe için karşı tarafın cevap hakkı
istemesine olanak vererek hep zaman kaybına hem de dosya ile ilgili bilgi
kirliliğine neden olunmaktadır.
Ön inceleme ve tahkikat aşaması arasında geçen
zamanın sadece delillerin toplanması yani dosyaya kazandırılması aşaması
olduğunu dikkate almamakta, yeniden tebligat çıkarmak yükünden kaçmak için, HMK
147/1 maddesinin açık hükmüne rağmen, bu dönemde de duruşma koyarak gerek kendi
gerekse kalemin ve tarafın zamanını boşa harcamaktadır.
Yargıç, delillerin dosyaya kazandırılması için
emek harcamaktadır. Halbuki bu görev taraf düşen bir görevdir. Taraf kendi
delilinin dosyaya kazandırılmış olup olmadığını kontrol ile görevlidir. Çünkü,
delil sunma tarafa verilen bir görevdir. Yargıcın bazı deliller için müzekkere
yazması, tarafın bu konudaki görevini resmileştirmekten başka bir anlama
gelmemelidir.
Yargıç benzer maddelerin HMUK da yer aldığı HMK 143 ve 184 maddelerine uygun
davranarak, bilirkişi raporun dahil tüm
delilleri birlikte tahkikatın sonunda tarafların da açıklamalarını dinleyerek
almamakta daha doğrusu Adalet Bakanlığı’nın denetiminde Eskişehir adliyesinde
yapılan bir pilot çalışmada tarafı temsil eden avukat meslektaşlarımın bu
haklarını kullanmak istemedikleri dikkate alınırsa, tarafların da bu hakkın
kullanılmasına pek istekli görülmediği anlaşılmaktadır.
Tahkikat aşamasında bu değerlendirme yapılmadığı
ve HMUK 377 maddesinin bir tekrarı olan
HMK 186 maddesindeki sözlü yargılama ilkesine uymadığı için, yargıç, gerekçeli
kararın yazılmasına gerekli olan malzemeleri dosyaya kazandırmadan gerekçeli
karar yazmaktadır. Böylesi bir çalışma ise yargıca zaman kaybına neden
olmaktadır. Elbette bu davranış, adil yargılanma hakkını da zedeleyen bir
davranıştır.
Üstelik gerekçeli kararın yasaya uygun olmaması
tarafların adalet duygusunu zedeleyeceği gibi, kanun yoluna başvurmada, tarafa
ve üst derece mahkemesine inceleme zorluğu yaratmakta hatta bu nedenle
bozmalardan ötürü iş yoğunluğu artmaktadır.
HMUK 421 VE 422 maddelerinin devamı olan HMK 329
maddesinde yer alan uygulaması yargıcın görevi olan, kötü niyetli davalı yada
davacı için uygulanması yasa tarafından emredilen yasa maddeleri uygulanmayarak,
toplumda yaygın görüş olan “mahkemeye veririm sürüm sürüm sürünürsün” hınç/öç
alma aracını önleyemediği için, dava sayısını artmasına kendisinin yol açtığını
düşünmeden iş yükünden yakınmaya devam etmesini anlamakta mümkün değildir.
Üstelik HMK döneminde, haksız yada kötü niyetli,
dava açılmasına vekil neden olmuş ise vekil yani avukatta şahsen
cezalandırılacaktır.
Kanımca, yargıcın boşa harcadığı zaman bu günkü
yasal olanaklarla minimize edilirse, gölge yargıç rolünü üstlenen bilirkişiye
gerek kalmayacak ve bu günkü yasa ile daha süratli, daha adil kararların bizzat
yargıçlar tarafından oluşturulmasına olanak verilecektir.
Elbette Yargıtay’ın çelişen kararlarından
özelikle yıllardır süren daire kararları arasındaki farklılıktan kaynaklanan
adeta ülkeyi iki ayrı hukuk sistemi varmış gibi kavramamıza neden olacak
olumsuzlukların giderilmesi de buna katkı sağlayacaktır.
İcra müdürlerinin yanlış kararlarından ötürü
açılan davalarda eskiden olanın aksine icra müdürlerinin yer almaması, icra
müdürlerinin ilamla icra emri arasında uyum olup olmadığını bile inceleme
gereğini duymamasına neden olmaktadır. Bu ise iş yoğunluğu demektir.
Bilirkişi yasa tasarısını incelediğimde;
-
Tasarıda hangi koşullarla
bilirkişiye gidilebileceğine ilişkin düzenlemenin HMUK ve HMK ile aynı olduğunu
yani kurumun özünde bir değişiklik olmadığını görmekteyim. Bu görüşe
katılmaktayım Ancak, neden bir yasa hükmünün başka bir yasada tekrar edildiğini
ve bunun için yeni bir yasa çıkarıldığını anlamamaktayım.
Tasarının 2, 3/3, 3/10, 18/6.a
ve 18/8 gibi maddeleri HMK da benimsenen, hukuki konularda bilirkişiye
gidilmeyeceğini, hukukçuların bilirkişi listesinde yer alabilmeleri için, bir
başka alanda uzman olduklarını kanıtlamış olmalarını hükme bağlamıştır.
Bu hükümler, hakimin hukuki
konularda bilirkişiye gitmesini önleyici nitelikte görülmekte ise de daha
önceki uygulamaların başarısız olmasından ötürü korkum olduğunu, tasarı
yasalaştığında bile hukukçu bilirkişi atayarak tabii hakim ilkesine
uyulmayacağı korkusunu taşıdığımı dile getirmek isterim.
Ayrıca, hukuki görüş bildirmek,
sadece, hukukçular/avukatlar tarafından oluşturulan bir yasa ihlali değildir.
Bunu mühendis, mali müşavir gibi diğer meslek mensupları da yapmaktadır.
-
Bilirkişi seçiminde, liste usulünün
devam ettiğini görmekteyim. Kanımca, yasanın çıkmasındaki asıl amaç, bu gün
uygulamakta olduğumuz liste usulünü daha sıkı kurallara bağlamaktır. Buna
katılmamaktayım. Çünkü;
o
Böylece bilirkişiliğin ikinci bir
meslek olarak kabul edilmesi fikri hoşuma gitmedi
o
Bu meslek sahiplerine kontrol
sağlayacak şekilde ruhsat verilmesinin, bu kişilerin görüş bildirirken etki
altında kalacağı düşüncesine sahip oldum.
o
Yeni uygulamanın, bu gün adalet
komisyonu bünyesinde yapılan uygulamanın daha detaylı hale dönüştürülmesi hatta
Bakanlık katından bir kontrolün sisteme dahil edilmesi olduğunu düşünüyorum.
Bu nedenlerden ötürü, yeni
uygulamanın, gölge hakim uygulamasını ortadan kaldıramayacağı için, başarısız
olacağını düşünmekteyim.
HMK ve bilirkişilik yasasında
yer alan, hukuki konularda bilirkişiye başvurulamaz hükmü dururken bilirkişilik
yasa tasarısında gerçekleştirilmesi istenilen bürokratik yapının, yasada
çelişki yaratacağını düşünmekteyim.
Bana göre, listeye bağlı ve
bilirkişilik eğitiminden geçen bilirkişilerle çalışmak, bilirkişi ile çalışmak
olmamaktadır. Bu çalışma aile mahkemelerinde yer alan psikolog vb uzmanlarla
çalışma şeklinde bir çalışma olmaktadır. Üstelik, bu kez, bilirkişilere memur
yada işçi olarak ücret ödenmediği ve bunlar için yapılacak olan ödemeler
taraflarca karşılanacağı için hazine karlı çıkmaktadır.
Bu nedenle, çıkacak yasaya
“teknik uzman yasası” gibi bir isim verip, bunların yetersiz kaldığı yerlerde
gerçek anlamı ile bilirkişi uygulaması gerçekleştirmek daha doğru olacaktır.
Sempozyumda sunulan
bildirilerde ve atölyelerde yapılan tartışmalarda, hukuki konularda bilirkişi
olmayacağı itirazsız olarak kabul edildiğine göre, teknik kişinin raporu HMK
279/2 maddesinde yer alan hususları kapsayacaktır. Bunun için bir eğitime gerek
yoktur. Eğitimin varlığı, bilirkişiliği meslek haline getireceği gibi bazı
kurumlara gelir kaynağı yaratacaktır.
Bu nedenlerle, tasarının 5 ve
11 maddelerinde yer alan, bilirkişilik görevi için temel eğitim alması ve
bilirkişilik yapacağı alanda eğitim almasına, sınava girmesine ilişkin
hükümleri sistem ile bağdaşmaz bulmaktayım.
Eğer bilirkişi, mesleğinin ehli
değil ise, bilirkişilik yapması mümkün değildir. Çünkü, bilirkişi, kendi
mesleğinde mahkemelerin sorularına cevap verecek düzeyde bilgi sahibi olan
kişiler arasından seçilir. Bunun için ayrı bir eğitim verilmesine gerek yoktur.
Üstelik bilirkişilik meslek
değildir. Bu nedenle bilirkişilik kurumu yoktur bilirkişi vardır. Bilirkişi
mesleki bilgisini, yargının hizmetine sunan kişidir. Onun asıl işi, kendi
mesleğini sürdürmek olup arızi olarak, kendisinden yardım/görev yapması
istendiğinde yargıya yardım sunan kişidir.
Tüzel kişi bilirkişiliğin bazı
ülkelerde uygulandığını özelikle trafik kazalarında kusur saptamasında önemli
görevler üstlendiklerini öğrendim. Ancak, bilirkişinin kişisel sorumluluğu ile
tüzel kişi bilirkişiyi nasıl bağdaştırmak gerektiğini çözmedim. Elbette
tasarıda belirtildiği gibi, tüzel kişide görev alan gerçek kişilerin
bilirkişilik yapacak nitelikte olması gerekmektedir. Bu yeterli olacak mı ?
Tüzel kişili olması, labaratuar çalışması gerektiren hususlarda güvenli hizmet
verilmesini sağlayacaksa da destekten yoksun kalınmasına ilişkin hesaplamada
tüzel kişi bilirkişiye gerek var mı
sorusunu sormak istemekteyim.
HMK 285 ve 286 maddelerini
madde gerekçeleri ile birlikte değerlendirdiğimizde, bilirkişinin kasıt ve ağır
ihmali sonucunda doğan zararlandırıcı eylemlerinden ötürü haksız fiil hükümleri
doğrultusunda sorumlu olduğunu görmekteyiz. Gene söz konusu maddelere göre, bilirkişinin
zararlandrıcı eylemlerinden ötürü, öncelikle devlet sorumludur. Devletin bu
sorumluluğu, yargılamanın idari yargıda görülmesi ve hizmet kusuruna ilişkin
hükümlerin uygulunması anlamına gelmemektedir. Devlet burada garantör rolü
üstlenmiştir. Böylece yaya göre kamu görevlisi olarak kabul edilen bilirkişinin
bireye/topluma vermiş olduğu zararın öncelikle ödenmesini sağlamıştır. Devlet
bu sorumluluğunun yanı sıra, ödemiş olduğu zararı bilirkişiden geri almakla
yükümlüdür. Çünkü, geri almayı düzenleyen HMK 285/2 maddesi hükmü emredici
niteliktedir.
Devletin geri alma
yükümlülüğünü düzenleyen madde hükmünde, aynen hakimlere karşı açılan tazminat
davalarında hakimlere ihbarın zorunlu olduğu gibi, bilirkişilere de ihbar
zorunlu tutulabilirdi ve böylece geri almada genel ilkeler değil özel hükmün
uygulanmasına olanak tanınırdı.
Bilirkişilerin vermiş oldukları
zararlar nedeniyle açılacak olan tazminat davaları, haksız fiil tazminatı
olarak kabul edildiğine göre, TBK 49 vd hükümlerin uygulanması ve zamanaşımının
TBK 72 maddesine göre 2 ve 10 yıl olarak kabul edilmesi gerekir. Ebette,
zararlandırıcı eylem aynı zamanda suç oluşturmuş ise bu takdirde uzatılmış/
ceza zaman aşımının uygulanması gerekecektir.
Ayrıca, aynen hakim sorumluluğunda olduğu gibi,
bilirkişiye karşı açılacak olan giderim davarlı için tüm hukuksal yolların
kullanılmış olması, raporun karara etki etmiş bulunması aranacağı için zaman
aşımı kararın kesinleşmesi ile başlayacaktır.
Bireyi doğrudan ilgilendiren bu
konuda, yasada açık hükme yer verilmeyerek genel hükümlerden yararlanılmasının
istenmesi kanımca eleştiriye konu olabilecek bir özelliktir. Yasa koyucu, geri
alıp davasının koşulların sayarken zaman aşımı ilkesini de hükme bağlayarak
bireyin bilgilenmesini sağlamıştır. Aynı görüş bireyin davası ile de ilgili
olarak geçekleştirilebilinirdi.
Taslak HMK 268,269,271,274,279
ve 283 maddelerinde değişiklik yapmaktadır.
ELBETTE karar yasama
organınındır. Alınacak karara yani çıkması olası yasaya saygım şimdiden vardır.
ANCAK, düşündüklerimi söylemenin bir haktan öte bir görev olduğunu düşündüğüm
için bu gün sizlerin zamanınızı işgal ettim.
ÇALIŞMALAR sırasında ısrarla,
hukukçu bilirkişinin , maddi tazminat hesabı, bordro değerlendirilmesine dayalı
ücret hesaplaması vb konularda vaz geçilmez olduğunu vurgulayanlar oldu. Onlara
şu suruyu sormak isterim. Sizlerin kazanmış olduğunuz bu bilgi ve beceriye
dayalı olan işin hakimler tarafından öğrenilmesi olanaksız mı ? Sizler gibi
muhasebe, matematikçi, sigortacı vb meslek mensupları da bu bilgilere sahip
değil mi ? hakimin uzmanlaşması bu sorunu çözmez mi ?
ÖNERİLER
X Hakimin disiplin cezası 205
sayılı kanunda yapılacak olan değişiklikle getirilmiştir.
X Sn Prof. Dr. Süha Tanrıver’in
TBB Dergisi 2015 (119) safta 227 vd yer alan Hukuk Yargısı Bağlamında
Bilirkişilik Kanun Tasarısının Değerlendirilmesi” başlıklı makale
X Sn. Prof Dr Recep Akcan’ın
İÜHF Dergisi özel sayı cilt 2 yıl 2015 “Bilirkişilik Kanun Taslağı Hakkında
Bazı Tespitler” adlı makalesi
X Sn. İbrahim Halil Şua’nın
Hukuk Medeniyeti sitesi “Yeni Bilirkişilik Yasa tasarsının İş Yargısında Ortaya
Çıkaracağı Sorunlar” adlı makalesi
X Sn Bülent Nuri Kurdoğlu
Yasakarar.blospot da yayınlanan Bilirkişilik “Kanun Tasarısının İncelenmesi”
adlı makalesi
X Ankara Borusunda 03.07.2015
de gerçekleştirilen panel
X Sn. Çelik Ahmet Çelik’in
Tazminat hukuku.com da yayınlanan “Yargıda Bilirkişilik” adlı makalesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder