Aşagıda yer alan AİHM kararını sizlerle paylaştıktan sonra, AYM nin Birinci Bölüm Üçünçü Komisyonuna ilişkin Başvuru Numarası 2016/29520 olan 27.10.2017 tarihli bir kararını gördüm. Bu kararı da sizlerle paylaşmak istediğim için karar numarasını sundum ve kısa bir özetini yapıyorum.
Karara göre; "farklı kararların aynı mahkemeden çıkmış olması tek başına, adil yargılanma hakkının ihlali anlamına gelmeyecektir." Bu durum "...çeşitli yüksek mahkemelerden oluşan yargı sistemimizin kaçınılmaz bir özelliği olarak kabul,," edilmelidir. Ayrıca söz konusu kararda, " Mahkemelerin yorumlarında dinamik bir yaklaşımın sürdürülememesi reform yada gelişimi engelleyeceğinden kararlardaki değişim, adaletin iyi bir şekilde gerçekleşmesine aykırılık teşkil etmez".
AYM nin bu görüşüne katılmadığımı açıklıkla ifade etmek isterim. Biz avukatları hatta yargıçların yakındıkları nokta, istinaf yada yargıtay daireleri arasındaki çelişkili kararların yanı sıra aynı dairenin karar değiştirirken Yargıtay Kanununun emrettiği gibi davranmamış olmasıdır. Bilindiği gibi, Yargıtay Kanunu da, daireler arasında farklı düşüncelerin olabileceğini hatta dairelerin kendi kararlarından dönmek isteyeceklerini öngörmüştür. Bu nedenle söz konusu yasanın, 17 / 1.c ve 45 maddelerine baktığımızda, Yargıtay Birinci Başkanına ve yargıtay genel Kurullarına içtihatı birleştirme yönünde çalışmaları görev olarak verilmiştir. Ayrıca, aynı yasanın 15/2.a.b.c maddelerine baktığımızda da bir dairenin kararından dönmesinin yasa tarafından olagan karşılandığını ancak bunu ancak bir üst kurulun kararı ile gerçekleştirebileceğini hükme bağladığını da görmekteyiz.
Diğer bir anlatımla, çelişkili kararların oluşumunu engellemek Yargıtay'ın görevidir. Ancak, hatırladığım kadarıyla Yargıtay bu görevini gereken titizlikle yerine getirmemektedir. Örneğin yıllarca önce kaçak elektrik nedeniyle açılan alacak, faiz ve gecikme cezası ile ilgili dosyada, iki daire arasındaki çelişkiyi gidermek yerine yeni bir dairenin de bu işle görevlendirildiğini, yeni dairenin nasıl bir karar oluşturacağının bilinmediğini gerekçe göstererek karar vermekten kaçınmıştır.
Konuya bir başka açıdan da bakmakta yarar bulunmaktadır. Yargıtay Kanununun 45/5 maddesine göre içtihatı birleştirme kararları bağlayıcıdır. Bu nedenle, karar değişikliği, davanın açılmasından sonra da oluşsa, karardan önce açılmış davayı etkilemektedir. Yasa değişiklikleri bile, yürürlüğe girmeden meydana gelen olayların değerlendirilmesinde dikkate alınamayacağına göre, içtihadı birleştirme kararlarının da benzer bir hükümle yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanmaktayız.
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ
İKİNCİ DAİRE
NEJDET VE PERİHAN ŞAHİN - TÜRKİYE DAVASI
(Başvuru no: 13279/05 )
KARARIN ÖZET ÇEVİRİSİ
STRAZBURG
27 Mayıs 2010
(Büyük Daire’ye gönderildi)
(04/10/2010)
İşbu karar Sözleşme’nin 44 / 2 maddesinde belirtilen koşullar çerçevesinde kesinleşecek olup
şekli bazı düzeltmelere tabi tutulabilir.
AVRUPA
KONSEYİ
CONSEIL DE
L'EUROPE
2
USUL
Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine açılan (13279/05) no’lu davanın nedeni T.C.
vatandaşları Nejdet Şahin ve Perihan Şahin’in (başvuranlar) Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne 9 Nisan 2005 tarihinde İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına
ilişkin Sözleşme’nin (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi - AİHS) 34. maddesi uyarınca yapmış
olduğu başvurudur.
Başvuranlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde Ankara Barosu
avukatlarından K. Kılıç tarafından temsil edilmektedir.
OLAYLAR
I. DAVANIN KOŞULLARI
Başvuranlar, sırasıyla 1949 ve 1950 doğumlu olup, Ankara'da ikâmet etmektedir.
Başvuranların orduda pilot olarak görev yapan oğullarının, Diyarbakır-Ankara arasında
asker taşıyan uçağı 16 Mayıs 2001 tarihinde bir kaza geçirmiş ve Malatya'nın Güzyurdu köyü
yakınlarında düşmüştür.
10 Mayıs 2002 tarihinde, başvuranlar, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 21.
maddesinde öngörülen haktan yararlanmak ve kendilerine bu hüküm uyarınca aylık
bağlanmasını sağlamak üzere T.C. Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü'ne başvurmuştur.
23 Mayıs 2002 tarihinde, Emekli Sandığı bu talebi reddetmiştir.
15 Temmuz 2002 tarihinde, başvuranlar bu karara karşı Ankara İdare Mahkemesi nezdinde
itiraz davası açmıştır.
1 Nisan 2003 tarihinde, mahkeme başvuranların davasını reddetmiştir. Mahkeme, 14
Mayıs 2001 tarihli Uyuşmazlık Mahkemesi kararı (E.2000/77, K.2001/22) uyarınca, ihtilaf
konusu olayın kendisinin değil, askeri idare mahkemelerinin yetkisinde olduğu kanaatine
varmış ve görev bakımından yetkisizlik kararı vermştir.
Başvuranlar bu nedenle, 3 Haziran 2003 tarihinde davalarını Askeri Yüksek İdare
Mahkemesi önüne götürmüşlerdir.
10 Haziran 2004 tarihinde başvuranların davasını reddeden mahkeme, öncelikle ilgili
şahısların harp malulü sıfatıyla maaş aldıklarını, ayrıca 5434 Sayılı Yasa’nın Ek 78. maddesi
gereğince hesaplanan ve 4567 sayılı yasaya göre yeniden değerlendirilen bir emekli maaşı
aldıklarını gözlemlemiştir. Mahkeme daha sonra, merhumun uçağının Diyarbakır-Ankara
arasında sefer yaparken düştüğünü; oysa 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun
öngördüğü haktan yararlanma koşulunun, bir Devlet görevlisinin doğrudan bir terör eylemi
sonucu yaralanması, özürlü kalması ya da ölmesi durumuyla sınırlı olduğunu kaydetmiştir.
Dolayısıyla mahkeme, mağdurun amacı terörle mücadele olan bir görev yapmasının, tek
başına böylesi bir hakkı doğurmadığı kanaatine varmıştır.
Yüksek Mahkeme heyetindeki hâkimlerden biri kararda karşı görüş bildirmiş ve 3713
Sayılı Yasa’nın kısıtlayıcı yorumuna itiraz etmiştir. Başvuranların oğullarının, bir terörle
3
mücadele operasyonundan dönen ve asker taşıyan uçakta yardımcı pilot görevini yerine
getirdiği sırada, uçağın düşmesi sonucu öldüğü hususunda kimsenin bir itirazı olmadığını
hatırlatarak, anlaşmazlığın sadece ölümün 3713 Sayılı Yasa’nın 21. maddesi kapsamına girip
girmediği sorusuna dayandığı kanaatini dile getirmiştir. Karşı görüş bildiren hâkime göre,
merhumun üstlendiği görev ve uçağın asker taşıdığı göz önüne alındığında, bu hükmün
mevcut davada uygulanabileceği çok açıktır.
6 Temmuz 2004 tarihinde, başvuranlar Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin kararına itiraz
etmiştir. Başvuranlar bu itirazlarında, ilk derece mahkemesine 10 Haziran 2004 tarihinde
takdim ettikleri layihalarında, oğulları ile aynı kazada ölen askerlerin aileleri tarafından açılan
davalarda sivil idare mahkemelerinin, yani Ankara İdare Mahkemesi'nin 6., 10. ve 11.
Dairelerinin, 3713 Sayılı Yasa’nın uygulanması gerektiği yönünde verdiği dört kararı
(E.2002/1059-K.2003/27, E.2002/100-K.2003/1073, E.2002/101-K.2003/1053 ve
E.2003/148-K.203/522) sunduklarını hatırlatmıştır. Başvuranlar, askeri mahkemenin bu
kararları hiçbir şekilde dikkate almadığını belirterek, mahkemenin vardığı sonucun
anayasanın eşitlik ve yargı birliği ilkelerini ihlal ettiğini savunmuşlardır.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, 30 Eylül 2004 tarihli kararında, başvuranların itirazını
dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle reddetmiştir.
Bu karar başvuranlara tebliğ edilmiştir. Tebligat zarfı üzerinde bulunan posta damgasına
göre gönderilme tarihi 11 Ekim 2004'tür.
İLGİLİ ULUSAL MEVZUAT VE İÇTİHAT
A. Mevzuat Hükümleri
3713 Sayılı Yasa’nın 21. maddesi
2330 Sayılı Yasa’nın 1. maddesi
2247 Sayılı Yasa’nın 24. maddesi
B. Sivil İdare Mahkemelerinin İçtihadı
Ankara 10., 11. ve 6. İdare Mahkemelerinin 22 Ocak, 26 Haziran ve 31 Mart 2003 tarihli
kararları (E.2002/1059-K.2003/27, E.2002/100-K.2003/1073, E.2002/101-K.2003/1053 ve
E.2003/148-K.203/522).
Danıştay’ın iki kararı (E. 2002/1059 K. 2004/4656 ve E. 2003/3110 K. 2006/843)
C. Uyuşmazlık Mahkemesi Kararları
22 Şubat 1999 tarihli karar (E. 1998/75 K. 1999/4)
14 Mayıs 2001 tarihli karar (E. 2000/77 K. 2001/22)
11 Aralık 2006 tarihli karar (E. 2006/246 K. 2006/236)
4
HUKUK
AİHS'NİN 6. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuranlar, yargılamanın adil olmadığını iddia etmekte ve aynı olay için bir mahkemeden
diğerine farklı bir hukuki değerlendirme yapılmasının eşitlik ve yargı birliği ilkelerine
aykırılık teşkil ettiğini savunmaktadır. Başvuranlar ayrıca, Devletin düşen uçağın üreticisine
dava açmadığından şikâyetçi olmaktadır.
Başvuranlar bu çerçevede, AİHS'nin 6. maddesine atıfta bulunmaktadır.
Hükümet, bu sava itiraz etmektedir.
A. Kabuledilebilirliğe ilişkin
1. 6. maddenin uygulanabilirliği hakkında
Hükümet, ihtilaf konusu olayların, kendisine göre, AİHS'nin 6. maddesi anlamında bir
“medeni hak” niteliğinde olmaması nedeniyle, mevcut davada AİHS'nin 6. maddesinin
uygulanamayacağını ileri sürmektedir. Bu bağlamda Hükümet, yasama organının terörist bir
eylem sonucu ölen kamu çalışanlarının ailelerine başka koşullarda ölenlerin ailelerine kıyasla
ek sosyal haklar tanımak amacıyla 3713 sayılı kanunun 21. maddesini kabul ettiğini
belirtmektedir. Hükümet, böylesi bir sosyal hakkın tanınıp tanınmayacağı kararının AİHS'nin
uygulanmasına değil, yasama organının takdirine bırakılması gerektiği kanaatindedir.
Başvuranlar, bu analizi reddetmektedir.
AİHM, AİHS'nin 6. maddesinin 1. paragrafının uygulanabilirliği konusunun incelendiği
durumlarda, aynı maddeye dayalı şikâyetin esasına bağlı olarak olaylara ve hukuka ilişkin
önemli soruların ortaya çıktığı ve bunların başvurunun bu safhasında çözülemeyeceği
kanaatine varmakta ve konunun esasla birleştirilmesine karar vermektedir.
2. İç hukuk yollarının tüketilmesi hakkında
Hükümet, Ankara İdare Mahkemesi'nin görevsizlik kararına itiraz etmedikleri için
başvuranların iç hukuk yollarını tamamen tüketmediklerini savunmaktadır.
Başvuranlar, bu sava karşı çıkmakta ve ulusal mahkemelerin yetkiye dair kararlarının
kamu düzenine ilişkin kararlar olduğunun altını çizmektedir. Başvuranlar, bu nedenle karara
uymak zorunda olduklarını düşünmüşlerdir.
AİHM, iç hukuk yollarının tüketilmesi zorunluluğunun, etkili, yeterli ve erişilebilir olarak
değerlendirilebilecek normal bir hukuk yolunun kullanılmasıyla sınırlı olduğunu (San Marino
aleyhine Buscarini ve diğerleri davası [GC], no 24645/94, CEDH 1999I, ve Bulgaristan
aleyhine Assenov ve diğerleri davası, 28 Ekim 1998, Karar ve hükümlerin derlemesi
1998-VIII), ve böylesi bir hukuk yolunun ihtilaflı durumu doğrudan gidermeye yönelik
olması gerektiğini hatırlatmaktadır (Arnavutluk aleyhine Qufaj Co. Sh.p.k. Davası (karar), no
54268/00, CEDH 2003-XI). Mevcut durumda AİHM, başvuranların sivil idare mahkemeleri
önünde dava açtıklarını, ancak bunların görevsizlik kararı aldıklarını gözlemlemektedir.
Buradan yola çıkarak, başvuranlar, bu hukuk yolunda ısrar etmedikleri ve davalarını görmeye
5
yetkili olduğu belirtilen Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'ne gittikleri için eleştirilemez; zaten
bu mahkeme de başvuranların taleplerini esastan incelemek suretiyle konunun kendi görev
alanına girdiğini göstermiştir. Bu itibarla, Hükümetin bu noktada ileri sürdüğü ön itirazın
reddedilmesi uygun olacaktır.
3. Altı aylık süreye riayet edilmesi hakkında
Hükümet’e göre, başvurunun sunulması gereken altı aylık süre Askeri Yüksek İdare
Mahkemesi'nin 30 Eylül 2004 tarihli kararıyla başlamaktadır ve başvuru bu tarihten itibaren
altı aylık sürenin sona erdikten sonra sunulması nedeniyle süresi dışında yapılmıştır.
Başvuranlar, bu sava karşı çıkmakta ve sözkonusu kararın kendilerine 21 Ekim 2004
tarihinde tebliğ edildiğini belirtmektedir.
AİHM, dosyadaki belgelere bakıldığında, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin 30 Eylül
2004 tarihli kararının başvuranlara tebliğ edildiğini ve tebligat zarfının üzerinde, her ne kadar
başvuranların hangi tarihte teslim aldıklarına dair bir tarih bulunmasa da, gönderme tarihinin
11 Ekim 2004 olduğunu gösteren bir posta kaşesi bulunduğunu gözlemlemektedir. Oysa,
mevcut başvuru 9 Nisan 2005 tarihinde, yani bu tarih üzerinden altı aylık süre geçmeden
sunulmuştur. Dolayısıyla, Hükümetin bu noktada ileri sürdüğü ön itirazın reddedilmesi uygun
olacaktır.
AİHM, başvurunun AİHS'nin 35. maddesinin 3. paragrafı anlamında açıkça dayanaktan
yoksun olmadığını ve başka bir kabuledilemezlik gerekçesi bulunmadığını tespit etmektedir.
Bu itibarla, başvurunun kabuledilebilir bulunması uygun olacaktır.
B. Esasa ilişkin
1. 6. maddenin 1. paragrafının uygulanabilirliği hakkında
AİHM, AİHS'nin 6. maddesi 1. paragrafının hukuki bağlamda uygulanabilmesi için,
herhangi bir « medeni hak » konusunda bir « anlaşmazlık » olması ve bu anlaşmazlığın, AİHS
tarafından korunmuş olsun ya da olmasın, en azından savunulabilir ve iç hukukta kabul
edilmiş bir hakla ilgili olması gerektiğini önceki kararlarında defalarca hatırlatmıştır.
Anlaşmazlık gerçek ve ciddi olmalıdır; anlaşmazlık yalnızca medeni bir hakkın varlığıyla
değil, bu hakkın uygulama alanı ve amacıyla da ilgili olabilir. Yargılamanın sonucu,
sözkonusu hak için doğrudan belirleyici olmalıdır (bakınız, özellikle, İsviçre aleyhine
Athanassoglou ve diğerleri davası [GC], no 27644/95, prg. 43, CEDH 2000-IV, ve İtalya
aleyhine Mennitto davası [GC], no 33804/96, prg. 23, CEDH 2000-X).
Mevcut davada, başvuranlar ve Hükümet arasında, 6. maddenin 1. paragrafının uygulama
alanına girebilecek nitelikte bir hakkın mevcut olup olmadığı hususunda bir anlaşmazlık
bulunmaktadır. Bu nedenle AİHM, talep edilen tazminat/aylık hakkının, savunulabilir bir
şekilde, iç hukukta tanınıp tanınmadığını belirlemekle işe başlayacaktır.
Bu bağlamda AİHM, terör saldırısı mağdurlarına nakdi tazminat ve aylık hakkının
sağlanması koşullarının, 3713 Sayılı Yasa’nın 21. maddesinde belirlendiğini
gözlemlemektedir. Bu hüküm okunduğunda, sözkonusu hakların tanınmasının, gerek ilkesel
olarak gerekse kapsama alanının belirlenmesi bakımından, büyük ölçüde ulusal makamların
takdir yetkisine bırakıldığı anlaşılmaktadır. Bu demektir ki, kanunda öngörülen koşullar
oluştuğunda sözkonusu tazminat ve aylığın ödenmesi, Devletin bahşetmesine değil,
yararlanacak kişinin yargıdan talep edebileceği gerçek bir hakka ilişkindir.
6
Ayrıca, mevcut olayda, son olarak davanın Askeri Yüksek İdare Mahkemesine götürülmesi
sırasında bir anlaşmazlığın ortaya çıktığı açıkça görülmektedir. Gerçek ve ciddi olan bu
anlaşmazlık, aynı zamanda başvuranların talep ettiği ek para yardımı alma hakkının
mevcudiyeti ile ilgilidir. Yargılama, itiraz edilen kararın, yani Emekli Sandığı’nın talep edilen
aylığı ödemeyi reddetmesinin, uygun bulunması ile sonuçlanabilirdi ve zaten öyle olmuştur.
Bu yargılama sözkonusu hak için doğrudan belirleyici nitelikteydi. Ulusal mahkemeler
böylece başvuranların iddia ettikleri bir hakla ilgili anlaşmazlığı karara bağlamıştır.
Bu hakkın medeni nitelikte olup olmadığının belirlenmesi için, yasal tazminat talebinde
bulunulan böylesi bir davanın konusunun başvuranların miras haklarıyla ilgili olması ve
yargılama sonucunun da miras hakkı için belirleyici olması yeterlidir (Lüksemburg aleyhine
Procola davası, 28 Eylül 1995, par. 39, seri A no 326). Burada söz konusu olan, mevcut
davada talep edildiği gibi emekli aylığı alma hakkıdır.
AİHM, bu nedenle 6. maddenin medeni hak bölümünün uygulanabilir olduğu kanaatine
varmaktadır.
2. AİHS'nin 6. maddesinin 1. paragrafının ihlal edildiği iddiası hakkında
Hükümet, Türk yargı sisteminin sivil idare mahkemeleri ile askeri idare mahkemelerinden
oluştuğunu, her iki yargı organının farklı özelliklere sahip ihtilaflara baktığını ve her birinin
kendi içtihadını geliştirdiğini kaydetmektedir. Hükümet, ayrıca bu iki tip yargı organı arasında
meydana gelebilecek içtihat anlaşmazlıklarını çözümleyecek bir yargı organı bulunmadığını
hatırlatmaktadır. Hükümet, bununla birlikte her birinin yetki alanları farklı olduğundan böyle
bir mekanizmanın gerekli olmadığını savunmaktadır.
Hükümete göre, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi bağımsız ve tarafsız bir mahkemedir ve
mevcut davada, kendisine sunulan kanıtlar ile 3713 Sayılı Yasa’nın 21. maddesinin
uygulanabilirliğini adil bir şekilde değerlendirdikten sonra davanın özel koşullarını da dikkate
alarak karar vermiştir. Her davanın dosyadaki kanıtlar doğrultusunda kendine özgü özellikleri
vardır. Üstelik, bağımsızlık ilkesi, her mahkemenin yasanın uygulanmasında farklı bir görüşe
sahip olabilmesini gerektirir. Zaten, ulusal mahkemelerin kararlarını AİHM'nin kendi
içtihadına göre değerlendirmesi söz konusu olamaz.
Hükümet, ayrıca 3713 Sayılı Yasa’nın 21. maddesinin uygulanmasına yönelik askeri
mahkemeler tarafından verilen ve mevcut davada alınan kararla karşılaştırılabilecek nitelikte
olan üç kararı dayanak olarak göstermektedir. Hükümet, aynı şekilde, doğrudan terör eylemi
sonucu meydana gelmediği gerekçesiyle 3713 Sayılı Yasa’nın 21. maddesi gereğince
başvuranlara aylık bağlanmamasının yasaya aykırı olmadığını; bu bağlamda sivil idare
mahkemelerinin aynı uçak kazasıyla ilgili verdikleri kararların, bir içtihat farklılığı değil, bir
yorum farklılığı olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Son olarak Hükümet, T.C. Anayasası'nın 158. maddesi ile 2247 sayılı kanun gereğince,
hukuki, idari ve askeri mahkemeler arasındaki yetki anlaşmazlıklarını çözmek üzere bir
Uyuşmazlık Mahkemesi kurulduğunu kaydetmektedir. Uyuşmazlık Mahkemesi'nin 22 Şubat
1999 tarihli (E.1998/75, K.1999/4) kararına atıfta bulunan Hükümet, sözkonusu mahkemenin,
yalnızca iki ayrı mahkeme arasında içtihat farklılığı ortaya çıktığı ve bir mahkemenin bir
kimseye bir hak tanıyan kararına karşılık, diğer mahkemenin bu kararın infazına imkân
tanımayan başka bir karar verdiği durumlarda yetkili olduğunu hatırlatmaktadır. Hükümet,
sözkonusu mahkemenin yetkisinin sınırlı olduğu göz önüne alındığında, başvuranların iddia
edilen içtihat farklılığına itiraz edebilecekleri başka bir yargı organının mevcut olmadığını
kaydetmektedir. Bununla birlikte, bağımsızlık ve tarafsızlık ilkeleri doğrultusunda sivil, idari
7
ve askeri mahkemeler tarafından verilen kararlar kendi üst derece mahkemelerinin kontrolüne
sunulduğu için, Hükümet, Türk yargı sisteminde bu bakımdan bir eksiklik olduğunun
söylenemeyeceği kanaatindedir.
Başvuranlar, bu argümanlara karşı çıkmakta ve taleplerinin reddedilmesinin eşitlik ve yargı
birliği ilkelerine aykırılık teşkil ettiğini savunmaktadır.
AİHM, ulusal mevzuatı yorumlama görevinin ilk elde ulusal makamlara; bilhassa da
mahkeme ve yüksek mahkemelere düştüğünü (bakınız İspanya aleyhine Brualla Gómez de la
Torre davası, 19 Aralık 1997, prg. 31, Derleme 1997-VIII, ve İspanya aleyhine Saez Maeso
davası, no 77837/01, prg. 22, 9 Kasım 2004), kendi rolünün ise bu yorumların etkilerinin
AİHS’ne uygun olup olmadığını tespit etmekten ibaret olduğunu hatırlatmaktadır.
AİHM ayrıca, AİHS'nin 6. maddesinin 1. paragrafındaki gereksinimler bakımından içtihat
farklılıklarını daha önce incelediğini kaydetmektedir (bakınız, özellikle, Fransa aleyhine
Zielinski ve Pradal ve Gonzalez ve diğerleri davası [GC], no 24846/94 ve 34165/96'dan
34173/96'ya, CEDH 1999-VII, Romanya aleyhine Beian davası (no 1), no 30658/05, CEDH
2007-XIII (alıntılar), ve Bulgaristan aleyhine Iordan Iordanov ve diğerleri davası, no
23530/02, 2 Temmuz 2009). AİHM'nin daha önce gördüğü benzer davalarda, ilk derece
mahkemelerinin verdiği kararlardaki farklılıklar, hiyerarşi çerçevesinde bu anlaşmazlıklarda
izlenecek yorum şeklini belirleme yetkisine sahip yüksek mahkemeler tarafından karara
bağlanmıştır (Zielinski ve Pradal ve Gonzalez ve diğerleri, ilgili bölüm, par. 59, ve Beian,
ilgili bölüm, par. 39).
AİHM, böylece, bir ulusal yüksek mahkemenin içtihadında hukuki kesinlik ilkesine aykırı
olduğu ve AİHS'nin 6. maddesinin 1. paragrafını ihlal ettiği ileri sürülen bir anlaşmazlığın
hangi şartlarda ortaya çıktığı noktasında karar vermek durumunda kalmıştır (bakınız Beian,
ilgili bölüm, prg. 34-40, Iordan Iordanov ve diğerleri, ilgili bölüm, prg. 48-49, İspanya
aleyhine Pérez Arias davası, no 32978/03, prg. 25, 28 Haziran 2007, ve Çek Cumhuriyeti
Schwarzkopf ve Taussik davası (karar), no 42162/02, 2 Aralık 2008). AİHM bunu yaparken,
değerlendirmelerine yön veren kıstasları belirtmiştir (Iordan Iordanov ve diğerleri, ilgili
bölüm, prg. 48-49).
Bununla birlikte, mevcut davanın koşulları yukarıda incelenen davalardan belirgin bir
şekilde farklılık göstermektedir. Mevcut davada, anlaşmazlıklar, bir ulusal yüksek
mahkemenin içtihadında ortaya çıkan farklılıktan değil, aralarında hiyerarşi olmayan ve her
biri kendine özgü bir yüksek mahkemeye sahip, iki ayrı ve özerk mahkemenin, içtihatlarının
uyumsuz olması nedeniyle verdiği farklı kararlardan kaynaklanmaktadır.
Gerçekten de, AİHM, başvuranların, sivil idare mahkemeleri ile askeri idare
mahkemelerinin 16 Mayıs 2001 tarihinde meydana gelen uçak kazasının koşullarını
değerlendirmeleri aşamasında ortaya çıkan farklılıktan şikâyetçi olduğunu gözlemlemektedir.
İlki tarafından verilen kararlarda – 3713 Sayılı Yasa’nın 21. maddesinde öngörülen aylık ve
nakdi tazminat hakkından yararlanmak için olmazsa olmaz şart olarak kabul edilen – olay ile
terörle mücadele arasındaki nedensellik bağı kurulmuş olmasına rağmen, ikincisi böyle bir
bağın olmadığı sonucuna varmıştır.
Bu bağlamda AİHM, öncelikle, iki ihtilaf hakkındaki farklı uygulamaların, ihtilaf konusu
olaylardaki koşulların farklılığı nedeniyle haklı gösterilmesi durumunda, içtihat farklılığı
olarak değerlendirilemeyeceğini hatırlatmaktadır (Türkiye aleyhine Erol Uçar davası (karar),
no 12960/05, 29 Eylül 2009). AİHM, daha sonra, bölgesel ve görevsel yetkilere sahip
8
mahkemelerinden oluşan her yargı sisteminin doğal olarak içtihat farklılıkları
barındırabileceğini hatırlatmaktadır. AİHM, öte yandan bu tür farklılıkların aynı yetki
çevresinde bile görülebileceğini kabul etmektedir. Bunun, başlı başına, AİHS'ne aykırı olduğu
söylenemez (Portekiz aleyhine Santos Pinto davası, no 39005/04, prg. 41, 20 Mayıs 2008).
Aynı şekilde, AİHM, Hükümetin atıfta bulunduğu hâkimlerin karar alma özerkliğinin, aynı
metnin değişik yargı kademelerinde farklı yorumlanmasını açıklayabileceğini kabul
etmektedir. Ancak AİHM bu bağlamda, mahkemelerin uygulamaları arasındaki uyumu ve
içtihat birliğini sağlamaya yönelik mekanizmaların hayata geçirilmesinin önemli olduğunu
hatırlatmaktadır (Schwarzkopf ve Taussik, ilgili bölüm).
Şüphesiz, mevcut davaya bakıldığında, başvuranların şikâyet ettikleri farklılığın, değişik
ulusal mahkemeler tarafından incelenen davaların koşullarının farklı olmasından değil, bu
mahkemelerce yapılan esasa ilişkin incelemede hakkın uygulanmasının ve bu uygulamaların
doğurduğu sonuçların farklı olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda AİHM,
mevcut davada ortaya çıkan içtihat farklılığının, idari yargı sisteminin yapısından ve
bünyesinde aynı yetkiye sahip iki ayrı türde mahkeme barındırmasından kaynaklandığını
gözlemlemektedir.
Aynı yetki alanında paralel olarak faaliyette bulunan bu mahkemeler, iç hukuk gereğince
ilke olarak uymaları gereken kendi yetki sınırlarına riayet etmemişlerdir. Başvuranların
şikâyet ettikleri hukuki yorum farklılıklarının kaynağında mahkemelerin yetki sınırlarına
riayet etmemeleri yattığından, AİHM, Uyuşmazlık Mahkemesi’nin, 3713 Sayılı Yasa
uyarınca aylık ödenmesi hususunda ortaya çıkan anlaşmazlıklarda, Askeri Yüksek İdare
Mahkemesi’nin yetkili olduğunu açıkça belirleyerek (Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 11 Aralık
2006 tarih ve E. 2006/246, K. 2006/236 sayılı kararı), bu konudaki hukuki yorum
farklılıklarının kaynağını ortadan kaldırdığı kanaatindedir.
Gerçekten de, Uyuşmazlık Mahkemesi’nin davaya bakması, sivil idare mahkemeleri ile
askeri idare mahkemeleri arasında yetki alanları konusundaki uyuşmazlıkla ilgili bir karar
verilmesine imkân sağlamış ve sivil idare mahkemelerinin askeri idare mahkemelerinin
yetkisinde olan davalara bakmasına ilke olarak son vermiştir.
Bu itibarla, başvuranların ulusal mahkemelere başvurduğu tarihte, iki ayrı ve özerk
mahkemenin aynı hukuki metin hakkında birbirinden farklı iki yorum yapmış olması tek
başına hukuki güvenlik ilkesine aykırılık oluşturmamakla birlikte, iç hukuktaki bu
uyumsuzluğun kaynağını ortadan kaldırılabilecekken bunun yapılmamış olması üzücü bir
durumdur.
Bu bağlamda AİHM, iç hukuktaki farklı kararları, her ne kadar ilk bakışta benzer
ihtilaflarla ilgili gibi görünseler dahi, bağımsız mahkemeler tarafından verilmiş olmaları
nedeniyle karşılaştıramayacağını hatırlatmaktadır (Hollanda aleyhine Engel ve diğerleri
davası, 8 Haziran 1976, prg. 103, seri A no 22, ve Portekiz aleyhine Gregório de Andrade
davası, no 41537/02, prg. 36, 14 Kasım 2006). Durum böyle olmakla birlikte, AİHM,
Uyuşmazlık Mahkemesi’nin askeri idare mahkemelerinin yetkisini pekiştiren tutumu göz
önüne alındığında, mevcut davada, başvuranların, anlaşmazlığın bu mahkemeler tarafından
incelenmesi ya da çözüme bağlanması nedeniyle görevli mahkemenin davaya bakmaktan
imtina ettiğini ve bu nedenle haksızlığa uğradıklarını iddia edemeyecekleri görüşündedir.
Bu nedenle AİHM, AİHS'nin 6. maddesinin 1. paragrafının ihlal edilmediği sonucuna
varmaktadır.
9
AİHM, böylece başvuranların temel şikâyetlerine cevap verdiği kanaatine varmakta ve
geriye kalan şikâyetlerin ayrıca incelenmesine gerek olmadığına hükmetmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK, MAHKEME,
1. Oybirliğiyle, başvurunun kabuledilebilir olduğuna;
2. Bire karşı altı oyla, AİHS’nin 6/1 maddesinin ihlal edilmediğine;
KARAR VERMİŞTİR.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77. maddesinin 2. ve 3.
paragraflarına uygun olarak 27 Mayıs 2010 tarihinde yazılı olarak bildirilmiştir.
10
YARGIÇ POPOVİC’İN AYRIK OY GÖRÜŞÜ
Çoğunluk, kararın ilgili paragrafında «aynı hukuki metin hakkında iki ayrı ve özerk
mahkemenin iki farklı yorum yapmış olmasına» dikkat çekmekte, fakat bu durumun hukuki
güvenlik ilkesine karşı herhangi bir ihlale yol açmadığı sonucuna varmaktadır.
Meslektaşlarımın oyçokluğuyla almış olduğu bu kararda aynı görüşe katılmamaktayım.
Kanaatimce başvuranların içinde bulundukları durum, mahkemenin davaya bakmaktan imtina
etmesine benzer bir durumdur. Bir yandan başvuranların davası, aynı durumdaki diğer
vatandaşlar gibi idare mahkemesince görülmemiş; diğer yandan aynı kaza sırasında oğullarını
kaybeden diğer dört ailenin yaptıkları taleplerin idare mahkemesince kabul edilmesine karşın,
başvuranlara askeri idare mahkemesi tarafından aynı olanak tanınmamıştır.
Bu noktada, idare mahkemesine yapılan ve aynı olayla ilgili benzer sorunları kapsayan diğer
bütün başvurular kabul gördüğü halde, neden yalnızca başvuranlara bu mahkemeye başvuru
hakkı tanınmadığı hususunun cevapsız kaldığının altını çizmek isterim.
Başvuruda, diğer tüm vatandaşlara tanınan hukuki güvenlikten başvuranları yoksun bırakan
bir ulusal içtihat tutarsızlığı mevcuttur. Bu gerekçelerle, başvuranların adil yargılanma
hakkından faydalanamadıkları ve sonuç olarak, AİHS’nin 6. maddesinin ihlal edildiği
görüşündeyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder