16 Ekim 2012 Salı

VEKALET ÜCRETİNE İLİŞKİN ANKARA BAROSUNDAKİ (5 EKİM 2012) KONUŞMAM



Av. Ender Dedeağaç

Değerli konuklar,

Konuşmama başlamadan evvel bir anımı sizinle paylaşmak isterim. Yıllar önce bir sonbaharda Bolu köylerinin birine arkadaşlarımla gittik. Köydeki, kooperatif evlerinin birinin verandasına çıktık. Kooperatifin oluşturduğu sitenin köpeklerinden biri karşımıza geçti ve gözlerini bize dikti. Karnının aç olacağını düşünerek kendisine ekmek attık, havada kaptı ancak ikinci ya da üçüncü dilimden sonrasını istemedi, kayboldu gitti. Daha sonra sitenin en küçük köpeğini getirdi, biraz evvel kendisinin beklediği yere küçük köpeği bıraktı kendi bir iki adım geriye gitti. Davranışlarından anladık ki, küçük köpeğin de doyurulmasını istiyordu. Ona da birkaç dilim ekmek verdik. Büyük köpek onun yeteri kadar beslendiğine kani olacak ki, onu oradan kaldırdı ve birlikte ayrıldılar. Ancak köpek biraz sonra sitenin son köpeği olan ortanca köpeği de getirdi. Aynı şekilde onun da doymasını sağladı ve ayrıldılar.

Köpeklere ilişkin bir sosyal yapıda bile lider olan köpek kendinin ve toplumunun karnının doyurulmasını ilke edinmiştir. Zaten bu ilke insanların oluşturduğu toplumlarda da Maslow’un basamakları kuralında da yer almaktadır. bu kuralara göre de ilk basamak açlık ve diğer doğal ihtiyaçların giderilmesidir. Elbette bu ihtiyaçları gideren kişi o insan topluluğunun da lideridir. Orhun Anıtları’a baktığımzıda da liderin topluluğun bireylerini doyurduğunu, bunu bir övünç olarak anıtlaştırdığını görüyoruz. Bir an için köpeklere ilişkin anıda lider köpeğin önce karnını doyurması dikkatinizi çekmiş olabilir. Aslında bu davranış biz insanlarca da benimsenen doğru bir davranıştır. Uçağa bindiğinizde uçakta olası bir tehlike karşısında yapmanız gerekenleri anlatan hostesin konuşmasını düşünününüz. O konuşmada da oksijen maskeleri, uçağın tavanından sarktığında ilk önce kendi maskenizi daha sonra çocuğunuzun maskesini takmanız gerektiği uyarısının yapıldığını hatırlayınız.

Kısaca, insan ister Robinson Crusoe gibi tek başına yaşasın, ister en küçüğünden en büyüğüne topluluk oluşturarak yaşasın, hepsinde en doğal ihtiyaç olan beslenme çözümlenmeden toplumun devam etmesi mümkün değildir. İşte bugünkü konuşma bu anılar çerçevesinde ekmek kavgamız için yapmamamız gerekenleri gözden geçireceğimiz bir konuşma olacaktır.

Üstelik bu gözden geçirme eylemini yaparken, Yargıtay Başkanı’nın 2012 yılı adli yıl açılış konuşmasında yer alan açıklamaları da bize ışık tutmaktadır. Yargıtay Başkanı’na göre;

“Yargı düzeninin faaliyetlerinde de hukuka aykırılıklar bulunabilir. Ancak bu hukuka aykırılıklar, yasama ve yürütme işlemlerinde olduğu gibi başka bir erk tarafından düzeltilmez, yine dereceli yargı sistemi içerisinde yargı tarafından kanun yolları kullanılarak düzeltilir.”

İşte konuşmada geçen, hatalarımız olabilir ve bunlar kendi içimizde, hukuka uygun olarak çözülür görüşünden hareketle, avukatın vekalet ücreti konusunda, hakim yada avukat olarak görev yapan meslektaşlarımızın hatalarını irdelemeye ve bu kararları sizlerde hatalı karar olarak görürseniz çözüm üretmeye çalışacağız.

Adli tatil başlamadan evvel, Baromuz üyesi bir meslektaşımın bir örneğini bana yollamış olduğu Yargıtay 10. HD’nin 7.6.2012 gün ve 2012/1795 E 2012/10684 K sayılı kararını incelediğimde uzunca bir müddettir gerek Avukatlık K’da akdi vekalet ücreti olarak, gerekse HMK’dan kaynaklanan ve “karşı taraf vekalet ücreti” diye isimlendirdiğimiz vekalet ücretleri konusunda Yargıtay’ın birbiriyle çelişen hukuka aykırı, kabul edilmesi mümkün olmayan kararlarını hatırlayarak bir şeyler yapmak istedim. Bu nedenle söz konusu kararı bana ulaştıran meslektaşıma, içtihadı birleştirmek için Yargıtay Başkanlığı’na yapmış olduğu başvuruda, Türkiye’deki tüm Barolara karar örneği ve kararla ilgili düşüncelerimizi göndermek için yaptığı uğraşta daha doğrusu bu konuda tüm hukuksal girişimlerinde elimden geldiğince yardımcı oldum. İşte bu aşamada Baromuz başkanı Sn. Feyzioğlu ve yönetimi konuya sahip çıktılar, konuyu bir kez de sizlerle paylaşmak için bu toplantıyı düzenlediler.

Yargıtay 10. HD’nin 7.6.2012 gün ve 2012/1795 E 2012/10684 K sayılı kararına ilişkin düşüncelerimi kağıda dökmeden önce benzer bir karar bulmak amacıyla imkanlarımı zorladım ve adalet.org/oprint.php?id-4400‘da 6.7.2012 tarihinde aynı dairenin, aynı nitelikte 27.11.2011 gün 2011/18171 E 2011/20469 K sayılı kararının internette yer aldığını gördüm. Belki benim kötü niyetime yorarsınız ama yine de söylemek istiyorum, Adalet Bakanlığının sitesinde söz konusu kararı görünce Yargıtay 10. HD’nin 6.7.2012 tarihli kararının örnek alınabilmesi için yurdun en ücra köşesine ulaşmasını amaçladığı kanısına vardım. Bu yüzden de her iki kararı da elimden geldiğince incelemeye irdelemeye ve elde ettiklerimi sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Yargıtay 10. HD’nin her iki kararının da ortak özelliği HMK’da yargılama giderleri olarak hükme bağlanan ve günlük yaşamda “karşı taraf vekalet ücreti” dediğimiz avukatlık ücretine yeni bir boyut getirmiş olmasıdır.

Yargıtay 10. HD yukarıda belirttiğimiz kararlarda HMUK ve HMK’da yer almayan /tanımlanmayan “seri dava” kavramını değerlendirmiş ve ona bir tanım getirmeye çalışmıştır. 10. HD bu kararında “aynı amacın elde edilmesine yönelik tek dava yerine pek çok dava açılması ….” halini seri dava olarak tanımlanmıştır. Kanımızca, Yargıtay 10 HD.’nin seri dava diye tanımlamış olduğu, bu dava, HMK 57/1 c de yer alan “davaların temelini oluşturan vakıaların ve hukuki sebeplerin aynı ve birbirine benzer olması” şeklindeki yasa hükmü ile örtüşmektedir. Eğer bu kanımız doğruysa bu kavramın yasal karşılığı ihtiyari dava arkadaşlığıdır. Üstelik hukuk sistemimize de yabancı değildir, yılardır HMUK 43. maddede de yer almıştır.

Bilindiği gibi HMUK 72’nin karşılığı HMK 24/2. maddesinde tasarruf ilkesi olarak nitelendirilen ilke doğrultusunda “kanunda açıkça belirtilmedikçe, hiç kimse kendi lehine olan davayı açmaya veya hakkını talep etmeye zorlanamaz” tarafa tanınmış bu özgürlük nedeniyle ihtiyari dava arkadaşlığında, HMK 57/1 doğrultusunda taraf seçimine bağlı olarak, tarafların dava açma iradelerini bir arada kullanabilecekleri ve taleplerini tek bir dava ile isteyebilecekleri hüküm altına alınmıştır. HMK 57/1’de yer alan “açılabilir” sözcüğü emredici bir hüküm olmayıp, seçimlik bir davranışı dile getirmektedir. Zaten HMUK 44’ün karşılığı olan HMK 58/1 “ihtiyari dava arkadaşlığında, davalar birbirinden bağımsızdır. Dava arkadaşlarının her biri diğerinden bağımsız olarak hareket eder.” Hükmü yer almaktadır. Bu hükümde ihtiyari dava arkadaşlığı içinde yer alan davalarda davacıların ayrı ayrı dava açabilecekleri gibi birlikte de dava açabileceklerini belirtmenin yanı sıra, davalar birlikte açılmış olsalar bile, her bir davanın diğerinden bağımsız olduğu ve de aynı şekilde her bir davacının diğer davacıdan bağımsız olarak hareket edebileceği hüküm altına alınmıştır.

Yasayla birlikte ilmi ve kazai içtihatları incelediğimizde HMK 59 vd. maddelerine göre ihtiyari dava arkadaşlığının aksine, mecburi dava arkadaşlığında, davacıların birlikte dava açmak zorunluluğu bulunduğu görülmektedir. Kanımızca, bu zorunluluk tasarruf ilkesinin bir istisnasını oluşturmaktadır.

Kısaca, ihtiyari dava arkadaşlığına konu davaların birlikte açılmaları yasal bir zorunluluk değildir. Buna rağmen, ister birlikte ister ayrı ayrı açılsın her bir dava ve davacı diğer dava ve davacılardan ayrı olarak hareket eder ve her bir dava ayrı olarak değerlendirilir.

İhtiyari dava arkadaşlığına ilişkin yasalarımızda yer alan bu kadar net hükümlere rağmen Yargıtay 10. HD yukarıda belirttiğimiz kararlarında birden fazla davacı için birden fazla dava açılmış olmasını MK 2 ve 3. maddelerine yer alan iyiniyet kurallarına aykırı bir davranış olarak değerlendirmiştir. Bir kişiye yasalar tarafından tanınmış bulunan bir hakkın, o kişi tarafından kullanılmış olmasının kötü niyet olarak belirtilmiş olması kanımızca hiçbir hukuk ilkesiyle bağdaşmaz. Bu yönü ile Yargıtay kararına katılmak mümkün değildir. Üstelik söz konusu kararlarda Yargıtay davacıları kötüniyetli olarak nitelendirmemiş, değişik davacılardan vekalet alan avukatın bunları tek dava halinde mahkemeye sunmamış olmasını kötüniyetli davranış olarak nitelendirmiştir. Böylece, tarafların yargılandığı bir davada, avukatı yargılamış olup, usul kurallarını affedilmez bir şekilde çiğnemiştir. Sadece yasaya aykırı bir davranış oluşturmakla kalmamış, avukat nedeni ile vekil edeni/tarafı cezalandırmıştır. Bilindiği gibi, Yargıtay’ın yıllardır yerleşmiş karar olarak gördüğümüz kararlarında karşı taraf vekalet ücretinin, yargılama gideri olması nedeniyle ancak karşı taraf adına hükmedilmesi gerektiği ilkesini bir anlamda hiçe saymıştır. Ya da bu davranışı ile avukatın eyleminden ötürü, tarafı/vekil edeni sorumlu tutmuş, cezaların şahsiliği ilkesi denilen ceza hukukuna özgü ilkeyi bir hukuk davasında ihlal etmiştir.

Yargıtay 10. HD birden fazla davacının davasını tek dava olarak açmayan avukatı kötüniyetli olarak tanımladığına göre acaba söz konusu davacılar birden fazla avukata gitmiş olsalardı diğer bir anlatımla güvene dayalı bir akit olan vekalet akdi gereğince davacılar avukat seçme özgürlüğü doğrultusunda değişik avukatlardan hukuki yardım talep etselerdi, Yargıtay bunca davacının bu davranışını da kötü niyet olarak mı değerlendirecekti? Hatta avukatlar arasında farklı ücret istemeler nedeniyle davacılar tercihlerini parasal nedenlere dayalı olarak gerçekleştirselerdi Yargıtay yine davacıları kötüniyetli mi bulacaktı?

Bilindiği gibi hukukumuzda kişilerin iyiniyetli olması temel ilkedir. Birini kötüniyetli olarak tanımlayan kişi kötü niyetin varlığını somut maddi vakıalar ile kanıtlamak zorundadır. Üstelik HMK 25’de hüküm bulan taraflarca getirilme ilkesi doğrultusunda taraflardan biri tarafından kötü niyet savunması yapılmamış ve gereken deliller sunulmamış ise hakimin kendiliğinden kötü niyet iddiasını gündeme getirmesi, buna ilişkin kişisel değerlendirmesini kararına esas alması düşünülemez. 

Kısaca yargıç bu somut olayda yasanın ihtiyari dava arkadaşlığına tanımış olduğu seçimlik hakkı yasaya aykırı bir şekilde mecburiyet gibi değerlendirmiş ve böylece yasama erkine özgülenmiş norm koyma yetkisini gasp etmiştir.

Hukuksal düşün alanında, hukuk devletinin bir öncesi diye de nitelendirilen, kanun devletinde bile yapılmaması gereken, bir şekilde tarafın maddi vakıaları belirtmesi ve delil sunarak somutlaştırmasına ilişkin yasa maddelerini ihlal ederek yasaya ve hukuka aykırı bu davranışı gerçekleştirmiştir.

Üstelik gerek HUMK 45. maddesine göre gerekse HMK166/1 maddesine göre ihtiyari dava arkadaşlığına ilişkin konularda hakimin re’sen birleştirme yetkisi vardır. Bu birleştirme yetkisi nedeniyle 10. Hukuk Dairesi’ne sormak gerekir: Acaba bu yetkinin yerel mahkeme hakimi tarafından kullanılmamış olması da Avukatlara yüklenebilecek bir kötüniyet midir?

Bu kanımızı Yargıtay Başkanı’nın 2012 adli yıl açılış konuşmasında yer alan ve az önce bilginize sunmuş olduğumuz “Yargı düzeninin faaliyetlerinde de hukuka aykırılıklar bulunabilir. Ancak bu hukuka aykırılıklar, yasama ve yürütme işlemlerinde olduğu gibi başka bir erk tarafından düzeltilmez, yine dereceli yargı sistemi içerisinde yargı tarafından kanun yolları kullanılarak düzeltilir.” ifadesinde de belirtilen ilkelere dayanarak dile getiriyoruz. Yine kişisel kanımıza göre bu somut olaydan Yargıtay 1. Başkanı’nın haberi olsaydı o da bu kararı eleştirir ve kararın yargı çerçevesinde doğru şekilde oluşması için elinden geleni gerçekleştirirdi.

Bilindiği gibi kamu hukuku alanında idarenin yasaya aykırı kararları butlan ya da yoklukla maluldür. Aynı şey özel hukuk alanında bireyler arası ilişkilerde de geçerlidir. Kanımızca bu ilke özel hukuk alanında uyuşmazlıklarda hüküm veren hakimlerin kararları açısından da geçerlidir. Diğer bir anlatımla, BK 27/I maddesinde ifade edildiği gibi kanuna aykırı olan mahkeme kararları da sözleşmelerde olduğu gibi kesin hükümsüzlükle geçersiz hale gelecektir. Yıllardan beri biz böylesi kararlara kendi aramızda ya da dilekçelerimizde “FİİLEN VAR HUKUKEN YOK KARARLAR” deriz.

Yargıtay 10. HD’nin bu kararlarında yer alan avukatı kötü niyetli olarak davranmakla suçlayan ifadeleri ise kabul etmediğimizi söylemek isteriz. Yargıtay 10. HD isteyerek ya da istemeyerek bir kararına gerekçe yazarken, tabiri caizse savunma sınırlarını aşarak, dosyada görev yapan meslektaşımızı, hatta tüm seri dava alan meslektaşlarımızı rencide etmiştir.

Yargıtay 10. HD’si, bu kararları ile, seri davayı, yani ihtiyari dava arkadaşlığına konu davaları, yasada yer almamasına rağmen, hatta yasaya aykırı bir şekilde, birlikte açmanın bir zorunluluk olduğunu getirmenin yanı sıra, yargılama giderlerinin kapsamında yer alan harç yükümlülüğü ile karşı taraf vekalet ücreti yükümlülüğünü de ayrı ayrı kriterlere bağlayarak değerlendirmiştir. Yargıtay 10. HD’ne göre birlikte açılması gerekirken ayrı ayrı açılan seri dava içeriğinde yer alan davalarda her bir dava için hiçbir indirime gerek duyulmaksızın harç alınmalıdır. Buna karşılık karşı taraf vekalet ücreti hesaplanırken davacı vekili olarak görev yapan avukatın kötü niyetinden ötürü dava vekalet ücreti yerine dilekçe yazım parasının verilmesi yeterlidir. Aynı masraf yapısı içerisinde yer alan iki ayrı kalem için böylesine birbirinden aykırı hüküm kurmak açıklanabilecek bir davranış değildir.

Üstelik, Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 1.4.2008 gün 2007/15657 Esas 2008/4426 Karar sayılı kararı, Yargıtay 21. hukuk dairesi’nin 15.11.205 gün 2005/10697 Esas 2005/11568 K sayılı kararı, Yargıtay 9. hukuk dairesinin 22.1.2009 gün 2007/29858 Esas 2009/757 Karar sayılı kararı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.2.2010 gün 2010/4-65 E 2010/68 K sayılı kararı, YGHK 4.2.2009 gün 2009/18-26 E 2009/51 K sayılı, Yargıtay HGK 3.3.2010 gün 2010/17-98 E 2010/120 K sayılı kararları incelendiğinde ihtiyari dava arkadaşlığında her bir davanın bağımsız olduğunun hükme bağlandığı görülecektir. Gerek yukarıdaki kararlarda gerekse Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 21.02.2000 gün 2000/1383 Esas 200/1683 K sayılı kararında ihtiyari dava arkadaşlığına konu davaların yani seri davaların yargılama giderlerine hüküm kurulurken ayrı ayrı vekalet ücretine hüküm kurulması gerektiğinin de belirtildiği görülecektir. Yani Yargıtay 10. HD bugüne kadar oluşmuş HGK ve Daire kararlarına aykırı karar oluşturmaktadır.

Yargıtay 10 HD’nin diğer Yargıtay kararlarına aykırılığı HGK’na uymamadaki direnci YHGK 14.5.1980 gün 6/1474-1974 sayılı kararında belirtilen HMUK 94 ve 417. maddelerine göre hüküm kurulurken tarafların kötü veya iyiniyetli olduğuna bakılmaksızın karşı taraf vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiğine ilişkin karara da aykırıdır.

Anayasamızın 6. maddesine göre hiç kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağına göre, Yargıtay 10. HD’nin söz konusu kararı ile oluşan davranışı bu temel kurala aykırı kabul edilebilecek bir kararın oluşmasına neden olmuştur. Kısacası Anayasamız ile bağdaşmamaktadır.

HGK kararlarının bağlayıcılığı ve de yargı içindeki daire kararlarının çelişkili olamayacağı, varsa çelişkilerin bir üst kurulda değerlendirilerek karara bağlanacağını hükme bağlayan Yargıtay Kanunu 15/2 c ve 45 maddeleri dikkate alındığında Yargıtay 10. HD ‘nin Yargıtay Kanuna‘na aykırı davrandığı, yetki sınırlarını aşarak, yetkisiz bir karar oluşturduğu, bir başka açıdan daha fiilen var hukuken yok kararların doğmasına neden olduğu görülecektir. Bir an için Yargıtay 10. HD’nin her bir dosyaya dilekçe yazım ücreti ödeyerek, karşı taraf vekalet ücretine ilişkin hüküm kurma görevini yerine getirdiğini düşünürsek, bu davranışın sadece karşı taraf vekalet ücreti bölümünü boş bırakmamak için oluşturulmuş bir yol olduğunu ama yine de yasayla bağdaşmadığını söylemek zorunda kalırız.

Ayrıca belirtmek isterim ki, burada davalı, bir kamu kurumudur. Yıllardır, yasalara aykırı şekilde  çalıştırdığı işçilerden ötürü, yıllardır kurum aleyhine tespit davaları açılmakta olmasına rağmen kurum, önlem almaksızın bu hukuksal hatayı sürdürmektedir. Yani eğer kötü niyetli bir davranış aranacaksa bu davranış davalıda aranmalıdır.

Üstelik, kanımızca, davalının bu davranışı, ceza hukuku açısından, görevi ihmal yada görevi sui istimal olarak değerlendirilebilinir bir davranıştır. Böylesi bir durumun varlığı halinde, kamu görevlilerine yükletilen ihbar yükümlülüğünün, hakim tarafından da yerine getirilmesi gereken bir yükümlülük olup olmadığını tartışmak ve eğer evet denilecekse, hakimin davayı çözmenin yanı sıra, ilgiler hakkında ihbarda bulunmasını beklemek gerektiğine inanmaktayız.

AAÜT de dilekçe ücreti diye bir ücretin yer aldığını hepimiz bilmekteyiz. Ancak, AAÜT ne ilişkin bu bölümle ilgili açıklama incelendiğinde, dilekçe ücretinin yargılama eylemi dışında kalan hukuki yardımlarla sınırlı kaldığını görmekteyiz. Bu nedenle, Yargıtay 10 HD, AAÜT’ni de yanlış yorumlamakta ve uygulamakta böylece hatalarına bir yenisini eklemektedir.

Bu konuşmayı hazırladığım aşamada bir değerli dost Yargıtay 10 Hukuk Daire’sinin 18.01.2011 gün ve 2010/13093 E 2011/192 K sayılı kararını verdi. Söz kon usu karar İzmir 6. İş Mahkemesi’nin 14.07.2010 gün ve 419-435 sayılı kararına ilişkin Yargıtay kararı olup bir önceki kararda yer alan düşüncenin tam aksi bir oluşum göstermektedir. DİKKATİNİZİ ÇEKERİM HER İKİ KARAR DA AYNI DAİREYE AİT.

Bu kez, İzmir İş Mahkemesi, “…farklı yaşlılık aylığı alınmasına neden olan mevzuatın, eşitlik ilkesine aykırılık nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yoluyla iptali sağlanarak, iptal sonrasında tahsis tarihinden itibaren geçen süre
İçinde gelişme oranlarının yaşlılık aylığına yansıtılması ve fark emeklilik aylıklarının ödenmesine karar verilmesi istemiyle…” bir gazetede yer alan bir akademisyenin uyarısı ve yol göstermesi ile açılan davalarla ilgili olarak verdiği karar Yargıtay 10 Hukuk Dairesi tarafından değerlendirilmiştir.

Yargıtay kararında yer alan ifadeye göre, İzmir İş Mahkemesi, açılan davaların sayılarının yüzlerle ifade edilebilecek sayıda olduğunu ve bunda davalı olarak SGK kadrolu/maaşlı avukatların temsil ettiğini dikkate alarak, “…bu davayı kadrolu vekille takip etmiş olup ayrı bir vekalet yükü altına girmediği bu durumda davacı aleyhine vekalet ücretine hükmetmenin dengeli bir hakkaniyet anlayışına uymayacağı vicdani kanaatine varılarak davalı yararına vekalet ücreti hükmedilmesine yer olmadığına…” şeklinde karar vermiştir.

Bu kez Yargıtay 10 Hukuk Dairesi, bu kararı “usul ve yasaya aykırı” bulmuş ve bozmuştur. Bozma kararı ile birlikte hüküm oluşturmuş ve davalı yararına AAÜT gereğince 1.000 TL vekalet ücreti takdir etmiştir. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi bu kararı düzelterek onama yoluyla almıştır. Karar düzelterek onama yoluyla alındığı için yerel mahkemenin direnme olanağı ve konunu HGK’ya taşınması olasılığı ortadan kalkmıştır.

Bizim saptamalarımıza göre, “dilekçe ücreti verilsin” hükmünü içeren ve internette yayınlanan karar, 27.11.2011 tarihli İzmir İş Mahkemesi kararını bozan karar ise 14.07.2010 tarihlidir. Bu kısa süreç içinde ilk kararın unutulması ve aksi karar oluşturulması, mümkün değildir. 5 üyeden biri yada tetkik hakimlerinden biri eski kararı hatırlayabilir ve ilk karar dönülmesi gereken bir karar ise Yargıtay Kanunu hükümleri doğrultusunda bu karardan dönülürdü. Böylesi bir işlem yapılmadığı gibi, haricen öğrendiğimize göre, iki uygulamaya da devam edilmektedir.

Böylesi bir tutum, hukukun güvenilirliğini sakatlayacak niteliktedir. Ülkedeki istikrarı en az siyasi kararlardaki çelişkiler kadar belki de ondan fazla sarsacak niteliktedir. Kimse yaşamı boyunca yada dava açarken Yargıtay bu gün nasıl bir karar verecek diye davranamaz, papatya falına bakamaz.

Böylesi bir ortamda avukatlık da yapılamaz.

Çelişkiler bu kadarla kalsa insan suskun kalabilir ama değil, tüm çelişkileri dile getirmek mümkün olmamakla birlikte bazılarını sizlerle paylaşmak istedim.

İnternet ortamında “Adalet biz” sitesinden aldığım Yargıtay 13 HD 13.09.2011 gün ve 2010/16591 E 2011/12147 K sayılı kararda yer alan olayda, icra işlemlerinin takibi için bir avukattan yardım talep eden, davalı, icra işlemleri devam ederken icra dosyalarına konu tüm alacaklarını bir şirkete temlik etmiş ve bu nedenle avukatın vekalet akdi sona ermiştir. Ancak, temlik nedeni ile, temlik veren davacı, temlik alandan “hasılat paylaşımlı alacak satış vaadi sözleşmesi” diye tanımladıkları, hukuken isimsiz sözleşme olarak tanımlayacağımız, sözleşme ile bir yarar elde etmiştir. Yargıtay’a göre, temlik işlemi ve ne olduğunu duymadığım ve bilmediğim hasılat paylaşımlı alacak vaadi sözleşmesi Av.K.’da düzenlenen feragat,sulh,kabul yada benzer işlemlere benzemediği için, avukatın vekalet ücreti alacaklarını talep edebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, avukata ancak, dosyalarda oluşan tahsilat ve geçmiş emekleri karşılığı hak ve nesafete uygun bir ücret verilmelidir.

Bu karar karşısında öncelikle sormak istediğim soru, meslektaşımızdan icra işlemleri için hukuki yardım talep eden, şirket yada kuruluş kısaca alacaklı, alacaklarını temlik yolu ile satmaktadır o halde bu işlem, sadece, Sermaye Piyasası Kanuna tabi şirketlerce yapılması gereken bir işlem değil midir? Eğer böyle ise, Sermaye Piyasası Kanunu gereğince uygulanması gereken cezalar neden uygulanmadı ve işlem geçerli sayıldı? Neden gereken suç ihbarları gerçekleştirilmedi?

Eğer avukatla vekil eden arasındaki vekalet akdi de diğer vekalet akitleri gibi bir akit ise ve vekil edenin davranışı Av.K. 165. madde kapsamına girmiyorsa, hiçbir haklı neden yok iken, vekil edenin avukatla olan vekalet akdine son vermesi sonucunda haksız olarak akdin feshine ilişkin genel hükümler neden uygulanmadı? Bunun yerine, hak ve nesafet denilen, hakimin iki dudağı arasındaki bir uygulama yöntemi mi seçildi?

Üstelik Av.K. 165. maddesi bu gibi, durumların doğması halinde, avukatın geçmiş emeğinin değerlendirilememesinin doğurduğu sakıncaları ortadan kaldırmak amacıyla, değişikliğe uğrayarak sadece sulhü düzenleyen ilk halinden ayrıldı ve feragat, kabulü de içerecek şekilde düzenlendi. Hatta bununla da yetinilmedi, “her ne suretle olursa olsun” ifadesi ile ucu açık hale getirildi. Yargıtay kararında yer alan ifadeye göre, vekil edenle dava dışı şirket arasında yapılan anlaşma ile borçlu ile olan alacaklının ilişkisi değişmedi sadece alacağın takibinde uygulanan yöntem değiştirildi. Kanımızca, yeniden oluşturulan ve isimsiz akit olarak gerçekleştirilen akitle Sermaye Piyasası Kanuna aykırı davranıldığı gibi Avukatlık Kanununa da aykırı davranıldı. Bu akit sonucu temlik alan, temlik alan sıfatı ile temlik aldığı alacağı, bizzat takip etmek şansını elde etmiştir. Eğer temlik alan şirket, şirketi temsil yetkisini bir kişiye vermiş olursa bu kişi ya da kişiler avukattan hukuki yardım talep etmeksizin kendi alacağını takip ediyormuş gibi temlik verenin alacağını kendine bir gelir elde etmek şartı ile tahsil edecektir. Yani örtülü bir şekilde avukatlık yapmış olacaktır. Hani yargılama faaliyetleri avukata hasredilmiş görevlerdendi? Hani BK’ya göre, bir akdin içeriğinde yer alan sözler önemli idi? Biz bu uygulamayı 1980'lerdeki ekonomik krizde, Ankara’da Siteler’de gördük. O dönemde de bazı kişiler sitelere ilişkin çek ve bonolar için son derece düşük bedeller ödeyerek kendi adına ciro yoluyla devrini sağladı ve bizzat takip etti. Yani hem bankerlik hem de Avukatlık yaptı. Hatta işler o kadar ileriye gitti ki, bu kişiler yanında Avukat çalıştırdı.

Bir an için, Yargıtay’ı eleştirirken haksızlık ettiğimi düşünebilirsiniz. O zaman size bir başka karar sunmaktayım. Kazancı Bilgi Bankasından elde ettiğim Yargıtay HGK 17.6.2009 gün ve 2009/13-250 E 2009/270 K sayılı kararına baktığımızda  aynen “…dava dışı B….A.Ş. ile…” sözcüklerinin yer aldığını görmekteyim. Benim bildiğim kadarıyla A.Ş. TTK hükümlerine göre kurulmuş anonim şirketleri ifade etmek için kullanılan kısaltmadır. Av. K. 44. maddeye göre avukatlık yapmak için, tüzel kişilik niteliğinde bir ortaklık kurmak mümkün ise de buna avukatlık ortaklığı denmektedir. Bu durumda, kararda yer alan anonim şirketin Av.K. hükümleri doğrultusunda kurulmuş bir şirket olduğunu söylemek mümkün değildir.

Gene karara göre, dava dışı B…A.Ş ile avukatın vekalet ücretini ödemeyen davalı arasında “Hukuk Hizmetleri Protokolü” yapılmıştır. Sözleşmenin adı değil içeriği önemlidir dediğimiz için, sözleşmenin içeriğinde yer alan ve karara geçmiş bulunan bazı ifadeleri bilgilerinize sunmak isterim.

Kararda, davalı ile dava dışı anonim şirket arasında yapılan protokolle (benim kanıma göre sözleşme ile) davalının gereksinimi olan hukuk hizmetlerinin sağlanması dava dışı B..A.Ş. tarafından sağlanacaktır. Elbette bu hizmetler yasalarda, avukatlık hizmeti yapmasına olanak tanınmayan/düzenlenmeyen bir şirket tarafından yerine getirilemeyeceği için, kararda yer alan ifadeye göre, davalı, dava dışı B…A.Ş. de, B…A.Ş. tarafından maaş ile çalıştırılan avukatlara, doğrudan doğruya vekaletname verecektir.

Bu davada, davalı, bir kamu kuruluşu olup dava dışı B....A.Ş. bu kuruluşun ortağı olduğu bir şirkettir. B…A.Ş. nin ortaklık yapısını bilmemekteyiz. Belki de kamu kurumu dışındaki dört ortak piyon ortaktır yada ihale kanununun izin verdiği ölçüde sermayeye katılan kişilerdir. Ortaklık yapısı ne olursa olsun, Yargıtay yasalara aykırı bir yapıyı, onaylamış ve vekalet ücretlerini talep eden davacı meslektaşımızın, kendisine vekalet veren davalının avukatı olmadığını buna karşılık, yasalara aykırı şirketin avukatı olduğunu saptamış ve ücret vb alacaklarını bu şirketten alması gerektiğine hüküm kurmuştur.

Bunu kabul etmek mümkün müdür? Yasa dışı faaliyetlere olanak verdiği için, bana göre hayır.

Şimdi avukatlık ücretine ilişkin bir başka çarpıklığı anlatabilmek için, Kazancı Bilgi Bankasından edindiğim iki kararı da bilgilerinize sunmaktayım. Bunlardan ilki Yargıtay 13 HD nin 7.2.1994 gün ve 1993/9929 E 1994/1071 K sayılı kararıdır. Söz konusu karara göre, avukatlık ücretini, tahsil şartına bağlayan, sözleşmeler geçersiz olup, bu durumda avukatlık asgari ücret tarifesine göre ( bu gün Av.K.164m göre) avukatlık ücreti hesaplanmalıdır. Diğeri ise HGK 15.6.1994 gün ve 1994/13-286 E 1994/419 K sayılı kararı olup, bu kez akdi avukatlık ücreti diye tanımladığımız ücret, kazanma koşuluna bağlanmıştır. Yargıtay bunu da geçersiz saymış ve avukatlık ücretinin AAÜT gereğince ( bu gün Av. K. 164 m göre ) hesaplanması gerektiğini belirtmiştir.


Son iki kararda gördüğünüz gibi, Yargıtay asgari ücretin altında gerçekleşmiş olan sözleşmeleri batıl buna karşılık bu butlanın sözleşmenin tamamını etkileyemeyeceği görüşü ile hareket ederek sözleşme yerine tarifenin uygulanması gerektiğini dile getirmiştir. Bu düşünce tarzı Av. K. uygun bir düşünce tarzıdır. Çünkü kararların verildiği tarih olan 1994 tarihinde de Av.K.164.maddesine göre, AAÜT altında sözleşme yapılamayacağını hükme bağlanmıştı. Gene o tarihte yürürlükte olan Av. K. 164. maddesine göre taraflar arasında sözleşme yoksa, AAÜT den yer alan ücret taraflar arasındaki sözleşme ile belirlenecek ücret yani akdi vekalet ücret olarak kabul edilir hükmü yer almakta idi. Bu gün Av.K. 164. maddesinde, AAÜT altında ücret alınamayacağına ilişkin hüküm aynen kalmakla beraber, taraflar arasında sözleşme bulunmaması halinde uygulanması gereken kural değiştirilmiş ve avukatın yararına olarak, davanın kazanılan kısmı ve avukatın emeğinin dikkate alınarak mahkeme tarafından ücret takdir edilmesi gerektiği hükme bağlanmıştır. Yapılan bu değişiklik nedeniyle Yargıtay 1994 de çözdüğü uyuşmazlığı bu gün çözmek istese, AAÜT gereğince ücret takdir edilir, hükmü yerine Av.K. 164. maddesi gereği kazanılan değer ve verilen emek dikkate alınarak ücret takdir edilir demelidir.

Eğer siz de bizim gibi düşünüyorsanız, yanıldınız demektir. Tam anlamı ile yanıldınız demekte istememekteyiz, yanılabilirsiniz demeyi tercih etmekteyiz. Çünkü Feridun Müderrisoğlu’nun “Avukatlıkta Vekalet ve Ücret Sözleşmesi” adlı eserinin 347. sayfasında yer alan 97 nolu  karar özetine  baktığımızda, “Avukat kendi meslek alanında uzman olmasına rağmen, tarifeden daha az biçimde, onun yarısı tutarında ücret alacağı konusunda sözleşme yaptıktan sonra, bunun geçersizliğini ileri sürmesi nesnel iyi niyet kurallarına aykırı olur…..” dendiğini görmekteyiz. Özünde doğru bir karar olarak değerlendirdiğimiz bu kararın zaman zaman amacını aşan bir şekilde ve avukat aleyhine kullanıldığını da görmekteyiz. Bu karar emekli Ayşe teyzem yada bizim bakkal Mehmet amcam ile avukatı arasındaki bir uyuşmazlıkta kullanıldığında doğrudur. Avukat kendisine duyulan güveni kötüye kullanarak, ileride dava açarak geçersiz saydıracağı bir sözleşmeyi imzalamış ve hukuk kurallarından haberi olmayan vatandaşın az ücret ödeyeceğim düşüncesi ile dava açmasına ya da açacağı dava için kendisinden hukuki yardım almasına neden olmuştur. Bu kötü niyetinden yararlanması, hukuka aykırıdır. Ancak, bu görüş bankalar, finans kuruluşları ya da benzer kuruluşlar için geçerli değildir. Çünkü onların hukuk bilgisi olmadığını söylemek, onlara hakaret olur. Hukuki yardım aldıkları pek çok uluslararası kuruluş, ya da büyük avukatlık ortaklıkları bulunmaktadır. Ancak, zaman içinde gördüğümüz o ki, Yargıtay bunlar için de aynı görüşü paylaşmaktadır. Üstelik, somut olaylarımızda bankalar ya da finans kuruluşları ekonomik gücünden yararlanarak, kabulü mümkün olmayan sözleşmelerle, avukattan hukuki yardım almanın yanı sıra maddi yarar da elde etmektedir. Yapılan sözleşmelere göre, avukat bankalardan almış olduğu icra işleri karşılığında, sadece ve ancak tahsil edildiği anda ödenmek koşulu ile taraf vekalet ücretine dayalı sözleşme yapmaktadır. Bilindiği gibi, sözleşmeli avukat dediğimiz meslektaşlarımızdan istenilen hukuki yardım, bankaların ya da diğer finans kuruluşlarının tahsilden umudu kestiği alacaklardır. Kısaca banka şansını denemekte ve tahsil edebilirse kar saymaktadır. Üstelik banka ya da diğer finans kuruluşları, karşı taraf vekalet ücretine ve tahsil şartına dayalı sözleşme yaparken, elde edilecek karşı taraf vekalet ücretinin bir kısmının merkez çalışanlarına ait olduğu da avukata kabul ettirmektedirler. Böylece, hem kendi işini size gördürmekte hem de sizin gördüğünüz iş karşılığında kendi para kazanmaktadır. Bu davranışı. Av. K. 48. maddesindeki avukata yarar karşılığı iş getirme yasağı ile karşılaştırırsak, banka ve diğer finans kuruluşlarının avukattan kendisi için aldığı ücret karşılığı avukata kendi işini gördürdü diyebiliriz. Ne yazık ki, yasa koyucu bunu hesaplamadığı için, sadece başkasının iş getirmesini yasaklamıştır.

Sn. Özcan Günergök’ün “Avukatlık Sözleşmesi” adlı eserinin 152. sayfasında yer alan Yargıtay HGK 23.09.1987 gün ve 3-186/657 sayılı kararında görüldüğü gibi, Yargıtay bazen de bizlerin yararına olarak Yasama organının yasama yetkisini gasp etmektedir.  Bilindiği gibi, haklı azil halinde, avukat almış olduğu ücretleri iade etmek ve de başkaca ücret almamak zorundadır. Ancak örnek olarak vermiş olduğum kararlarda da görüldüğü gibi, yasalara aykırı bir şekilde de olsa, Yargıtay haklı azil halinde bile “hakkaniyete ve nesafete uygun” bir ücretin avukata ödenmesine karar vermektedir.

Bu konudaki kararlar bu kadarla sınırlı değildir. Başka kitap ya da makalelerde ya da karar yayınlayan sitelerde bu tür kararlara rastlamak mümkündür. Örneğin Yalçınduran’ın “Vekalet Sözleşmesinde Ücret” başlıklı eserinin 247-258 sayfalarında özellikle dipnot 125 de benzer karar bulabilirsiniz.

Haklı azlin takdiri mahkemenin yetkisine girdiği için, her somut olayda hakim tarafından belirlenmesi işin doğası gereğidir. Bu görüşe katılmakla birlikte haklı azil nedenleri arasında kabul edilmesi mümkün olmayan farklılıkların oluşmasını da anlayamamaktayız.

Ücret istemenin bir hak olduğunu belirten Yargıtay HGK 11.10.2006 gün ve 2006/13-610 E 2006/639 K sayılı kararına rağmen, Yargıtay 13 HD 21.1.2010gün ve 2009/6471 E 2010/422 K sayılı kararında, ücret isteminin daha doğrusu, ihtar aşamasında fazla ücret istemenin güveni kötüye kullanmak olduğu ve bu nedenle gerçekleşen azlin haklı azil kabul edilmesi gerektiği görüşünü benimsemiştir. Bu güne kadar yaşanan tüm uyuşmazlıklarda, tarafların talep ettiği ile diğer tarafın ödemek istediği arasında hep fark bulunmaktadır. Zaten arada fark olmasa, uyuşmazlık doğmaz. Bu fark hiçbir uyuşmazlıkta kötü niyet olarak değerlendirilmemekle birlikte avukat tarafından yapıldığında kötü niyet olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca, aynı dairenin 14.12.2008 gün ve 2008/149 E 2008/14685 K sayılı kararında, “takip aşamasına getiren avukat müvekkilinin karşı tarafla sulh olması üzerine yaptığı iş sebebiyle alacağı ücretin tamamına hak kazanır” hükmü de bu davada uygulanmamıştır.

Kanımızca, bu güne kadar değerlendirilmeyen bir konunun artık değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilindiği gibi, haklı azilde, vekil eden hukuki yardım aldığı avukata hiçbir ücret ödemekle yükümlü değildir. İlk olarak kanunda yer alan bu hükmün içine, karşı taraf vekalet ücreti diye isimlendirdiğimiz, ücreti de katacak mıyız? sorusuna cevap aramamız gerekecektir. Eğer, katılmayacak ise ve azil anında karar verilmiş ise, kararda yer alan bu ücret, avukata ödenecektir. Örneğin, davanın sonuçlanmasından sonra icra tahsilatının bitmesinden önce, mahkemece haklı azil kabul edilecek bir davranış nedeni ile azil gerçekleşmiş ise, avukat davaya ilişkin olan ve kararda yer alan ücretini tahsil edecektir. Aynı şey birden fazla davanın izlenmesi halinde de geçerli olacaktır. Zaten birden fazla dava için örnek karar göstermek mümkündür. Örnek karar bulamadığımız ya da bilimsel görüşe rastlamadığımız konu ilk örnekle ilgilidir. Böylesi bir durumda kararda yer alan vekalet ücretinin de avukata ödenmeyeceği görüşünü benimser isek, Av.K. göre, mülkiyeti avukata ait olan ve Yargıtay kararlarına göre, taraf adına hükmedilmekle birlikte, müvekkilin avukata borçlandığı ve talep anı tahsil şartına bağlı olan alacak, tarafın mülkiyetinde kalacak ve taraf bu nedenle sebepsiz zenginleşecektir.

Zaten, bu parayı Av.K. aksine HMK da yer aldığı gibi, tarafın yapmış olduğu giderlerin karşılığı diye nitelendirdiğimizde de, yani mülkiyetini tarafa ait kabul ettiğimizde bile, taraf, avukatına hiçbir ücret ödemeyerek, tahsil etmiş olduğu karşı taraf vekalet ücreti kadar zenginleşmiş olacaktır.

Kesinleşmiş kararda yer alan karşı taraf vekalet ücretinin, icra takibi aşamasındaki ihmal, kötü niyet vb bir nedenden ötürü avukatın haklı nedenden kaynaklanan şekilde azli halinde, her işin ayrı bir iş olduğu ilkesini ve ilama dayalı alacaklarda icra aşamasında da karşı taraf vekalet ücreti hükmedilmesi yolundaki karara aykırı davranılmış olacaktır. (Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler bloğumdaki yazılara bakabilir.) – enderdedeagac.blogspot.com

Sözlerimize son vermeden önce, Yargıtay Başkanı’nın açış konuşmasından birkaç alıntı daha yapmak istiyoruz. Söz konusu konuşmaya göre “Yargı bağımsızlığı yargıcın onurudur. Bu onur, özlük haklarından, fiziki ve sosyal imkanlardan bağımsız olarak tek başına savunulur….” Biz bu cümleye “yargıcın sorumluluğu, onun onurunun ayrılmaz bir parçasıdır. Sorumluluğu olmayan yargıç, kendisine yargılama yetkisini devretmiş olan milletine hesap vermeyen yargıç hatalı bir yaşam tarzını seçmiştir.” cümlesini de eklemek isteriz. Zaten Yargıtay Başkanı da aynı görüşteki aynı konuşmada “Hukuk devletinin anayasa ile belirlenmiş meşru organları kurumsal olarak, yetki kullananlar ise kişisel olarak hesap verirler”  açıklamasına yer vermiştir.
Söz konusu konuşmada yer alan “yargı düzeni eleştiriye elbette açıktır. Hatta demokratik toplumun sorgulayıcı ve geliştirici araçlarından biri olarak eleştiriyi talep eder ve yararlı bulur. Ne var ki, özellikle siyasi kimlik taşıyan kurum temsilcilerinin yargıya ve yargıçlara yönelik hakarete, aşağılamaya varan, kabul edilemez ifade ve açıklamaları karşısında yargı kurumlarını sessiz kalması, bu açıklamaların haklılığını kabullenmesinden değil ortaya çıkacak polemiklerin yargının saygınlığı ile bağdaşmayacağı düşüncesinden kaynaklanmaktadır”. ifadesine aynen katılmaktayız. Ancak, herhalde fiziki ve mesleki yaş olarak sayın Başkandan daha yaşlı olduğumuzdan ötürü, daha fazla beklemeye sabrımızın olmadığını söylemek isteriz. Bu nedenle, öncelikle, yapıcı olmak koşulu ile, avukat, hakim ve savcı olarak kendimizi ve birbirimizi eleştirerek,  düzeltilmesi olanaklı, eleştiriye açık hususları gidermeliyiz. Böylece,  en azından bu konuşmanın konusunda olduğu gibi, birbiri ile çelişen, gerekçe içermeyen, yasa hükmü ile bağdaşmayan kararların önünü alarak, milletimizin bize ve mesleğimize olan saygısını arttırmalıyız. Böylece, toplumun bir kesiminde oluşan, yargıya güvenim yok, beni yargılamasına olanak vermem, düşüncesine son vermeliyiz.

Buraya kadar olan açıklamalarda, hakim olarak görev yapan meslektaşlarımıza ilişkin hataları dile getirdik. Halbuki bu durumun yaratılmasında bizlerinde affedilmez kabahatleri bulunmaktadır. Örneğin bazı avukat meslektaşlarım, geçim sıkıntısı yüzünden paten ve marka vekillerinin maaşlı avukatlığını üstlenmekte, bir kısmımız sigortacılık adı altında maddi ve manevi tazminat davaları takip eden kişilere ortak olmakta ya da maaşlı olarak çalışmaktadır.

Daha kötüsü, bazı meslektaşlarımız, kendi ekmek parası uğruna, bir başka meslektaşının işini alabilmek için, iş sahiplerine ücretsiz iş alacağını beyan etmektedir. Hatta bununla da kalmayarak, elinden iş aldığı kişiden davanın açılması, takibi konularında bilgi bile talep etmektedirler.

TBB ve barolar, pek çok yasanın çıkışında fikrini belirtmekle birlikte, factoring ya da varlık şirketlerinin icra konusundaki arkadaşlarımızın tüm iş hayatını felç ettiğini görmezden gelmektedir.

Arabuluculuk ve uzlaşma konularında ki yasal düzenlemelerin gerçekleştiğini dikkate alarak, bu düzenlemelerin içinde kendimize nasıl yer tutarız örneğin nasıl marka oluruz çalışmasını yapmak yerine yasadan hoşlanmadığımızı beyanla yetinip bu konudaki iş alanlarını da bir başkasına devredebileceğimizi hiç düşünmemekteyiz.

Özetlemek gerekirse, ekmek parası için yapılacak uğraşta, yargının kararlarını eleştirmenin yanı sıra kendi meslek odalarımızı özellikle TBB’ni ve kendimizi de eleştirmemiz gerektiğine inanmaktayım

Bu toplantıyı vesile sayarak, herkesten önce, ben, hakim, savcı, avukat ayrımı yapmaksızın tüm meslektaşlarıma inandığımı bu ekonomik sıkıntılardan hep birlikte kurtulacağımızı umduğumu dile getirir başta burada olanlar olmak üzere hepinize saygılarımı sunarım.

Bu konuşmanın yapıldığı tarihten sonra, bir meslektaşımdan Yargıtay 10 Hukuk Dairesi’ne ait iki karar daha geldi. Bunlardan 02.07.2012 gün ve 2012/616 E 2012/12934 K sayılı kararında dilekçe yazım ücreti alınması gerektiği hüküm altına alınırken, 20.09.2012 gün ve 2012/6442 E 2012/15563 K sayılı kararında maktu vekalet ücreti verilmesine ilişkin yerel mahkeme kararını bozmayarak 02.07.2012 günlü kararla çelişen bir karar vermiştir. Üstelik Yargıtay’ın bu iki kararı da Kayseri 3. İş Mahkemesi’nin kararı ile ilgilidir. Kayseri 3. İş Mahkemesi hakiminin bu çelişkili kararlardan sonra nasıl bir yol izleyeceğini gerçekten merak etmekteyim.

Bu iki karardaki çelişki sadece bununla da kalmamaktadır. Davalı lehine vekalet ücreti verilip verilmeyeceği konusunda da bu iki karar çelişmektedir. 20.09.2012 günlü kararda davacının davalı lehine vekalet ücreti verilmesine ilişkin temyiz istemlerini red eden Yargıtay 10 Hukuk Dairesi 2.7.2012 günlü kararında ise davacının bu yöndeki temyiz itirazlarını kabul ederek bir başka çelişkinin doğmasına neden olmuştur.

Ayrıca, söz konusu davalara ilişkin dosyalarda yer alan bilgilere göre, Sorgun 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2006/239 karar sayılı kararına ilişkin onama kararı ve Ankara 8 İş Mahkemesi’nin 2008/347 karar sayılı kararı da bu çelişkiler yumağında yer alan kararlardır.

Benim bildiğim kadarıyla bu konuda, değişik mahkemelerde görülmekte olan ya da karara çıkmış 1000 civarında dava bulunmaktadır. Bunların hangisinde ne karar verileceğini ve Yargıtay daireleri arasındaki çelişkinin nasıl çözümleneceğini merak ediyorum.

Yazının internete konulacağı aşamada, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 24.9.2012 gün 2012/15191 Esas 2012/15969 Karar sayılı Onama kararı elimize geçmiştir. Bu kararda Yargıtay 10. Hukuk Dairesi yerel mahkeme tarafından verilen maktu ücreti onamıştır. Böylece baştan beri eleştirdiğimiz “dilekçe yazım ücreti” verilmesi yönündeki düşüncesinden en azından bu karar çerçevesinde ayrılmıştır. Bu karardan iki gün sonraki bir tarihi taşıyan yani 26.9.2012 tarihinde Yargıtay 21. Hukuk Dairesi tarafından verilen 2012/16489 Esas 2012/15700 Karar sayılı kararda da yerel mahkeme tarafından verilen maktu vekalet ücretine ilişkin karar onanmıştır. Dileriz Yargıtay bundan böyle de maktu ücrete ilişkin olan kararları benimser, daireler arasındaki çelişkiyi giderir, gerekirse Hukuk Genel Kurulu kararı alarak verilen kararların fiilen var hukuken yok karar olmasını önler.

Ankara Barosu tarafından gerçekleştirilen toplantıda, Sn. Av. Semih Güner’in katkısıyla 1989-1995 tarihleri arasındaki AAÜT’de seri davaların nasıl değerlendirileceğine ilişkin hüküm olduğunu, hatta seri dava açılması halinde ücretin 1/5 e kadar indirilebileceğinin tarifede yer aldığını öğrendim. Bu bilgi için teşekkür ederim. Olayı bu bilgi açısından tekrar değerlendirdiğimizde ise, tarifeyi hazırlayan kamu kurumunun yasaya uygun olarak hazırladığı AAÜT’de yer alan bu indirimli ücretin hakkaniyete uygun olmayacağını görerek dönmüş olduğu sonucuna varmaktayız. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder