Av. ENDER DEDEAĞAÇ
Çok sevdiğim deyişlerden biri “Ayinesi iştir
kişinin lafa bakılmaz” dır. Bu deyiş bana “kişinin içi de dışı da bir” kişi
olduğunu hatırlatır. Her ne kadar aynaya baktığımda bunu tam anlamı ile uygulayamadığımı
görmekte isem de, uygulamayı ilke edinmiş olmamdan ötürü mutlu olduğumu
söylemek isterim. Ayrıca, benim dışımdaki kişilerin de bu kurala uygun
davranmalarını da bekler hale geldim.
Lafı uzatmadan, usul hukukunun bel kemiği olan
delil ve delil bildirme hakkının ne zaman sona erdiğini belirleyen ve internet
ortamında flaş karar olarak dile getirilen YHGK 20.04.2016 gün 2014/2-695 E
2016/522 K sayılı kararını (kararara.com sitesinde yayınlanmıştır)
değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. Öncelikle belirtmek isterim ki söz konusu
karara katılmamaktayım.
Katılmamaktayım çünkü, kararın son paragrafında
yer alan ve azınlığın görüşü olarak özetlenen “…müşterek çocuğun anneye
verilmesi isteminin de bulunduğu, kamu düzenine ilişkin bu talep nedeniyle davalı
delillerinin toplanmasına imkan tanınması gerektiği…” yolundaki görüşün kabul edilmemiş olması kanımca, kamu
düzenine ilişkin olan ve hakimin resen delil toplama hakkına hatta görevine
konu davaların, davanın taraflarca hazırlanması ilkesine yani delillerin
taraflarca sunulması ilkesine konu davalarla karıştırılmış olduğu düşüncesini
çağrıştırmaktadır. Hatta kararın başlangıcında yer alan açıklamalar nedeniyle, bende,
adil yargılanma ilkesi içinde yer alan, makul sürede yargılanma ilkesine, adil
yargılanma hakkından daha fazla değer verildiği kanısı uyanmaktadır. Bunun
nedenini ise, bana göre, makul sürede yargılamanın bitirilmemiş olmasından
ötürü, AİHM yada AYM nin tazminata hükmetmesi, adil yargılanmanın diğer
nedenlerle ihlalinden daha kolay olmasından kaynaklanmaktadır.
Davada, cevap vermeyen ve bunun doğal sonucu
olarak, delil göstermeyen davalının, HMK da sahip olduğu haklarını şimdilik bir
tarafa bıraksak bile, kamu düzenine ilişkin velayet hakkındaki bir davada,
hakimin resen delil toplama yükümlülüğünü göz ardı etmek, emredici nitelikte
olan usul kurallarını uygulamamak yolu ile görevi savsaklamak olarak
değerlendirilmelidir. Çünkü, burada davalının göstermiş olduğu delil, hakime
resen delil toplamakla görevli olduğu bir davada yardım olarak
değerlendirilmelidir. Eğer, davalı tarafın gösterdiği delil, resen toplanması
gereken deliller kapsamına girmediği için, toplanmamasına karar verilecek ise,
bu hakime tanınmış bir hak olmakla beraber, mutlaka gerekçeye bağlanmış bir ara
kararla ret edilmelidir. Zaten tarafların, taraf dilekçelerinde sunmuş
oldukları delillerin toplanıp toplanmamasına karar vermekte hakimin görevi ve
hakkıdır ve bu yöndeki kararının da gerekçeli olması gerekir. Kısacası, gerek
tarafların hazırlamakla yükümlü olduğu davalarda gerekse resen çözümlenmesi
gereken davalarda, bir delilin ret yada kabul edilmesi hakimin gerekçeli
kararına dayanmak zorundadır. Hakimin gerekçeli kararına dayalı olan delilin
toplanması yada ret edilmesi yolunda Yargıtay’ca/Bölge Adliye Mahkemesince
yapılacak olan değerlendirmede de, irdelenmesi gereken şey, ilk derece
mahkemesinin kararında yer alan gerekçedir. Değerlendirmeye çalıştığımız bu
kararda olduğu gibi, ilk derece mahkemesinin ve özel dairenin kararı, gerekçe
yönünde değerlendirilmemiş ise, ortada bir yanlış vardır. Eğer bu yanlış ilk
derece mahkemesinin kararının gerekçe içermemesinden kaynaklanıyorsa, bu kez, ilk
derece mahkemesinin yaptığı, “beşeri hata” olarak değerlendirilmesi mümkün
olmayan hukuk ihlalidir.
Kararın son bölümünde azınlık görüşü olarak
belirtilen görüşlerden bir diğeri “…uyuşmazlık ön inceleme duruşmasında
belirlendiği için, tarafların delil göstermeleri gereken (son) tarihin, dava
veya cevap dilekçesi değil, hakimin HMK 140/5 maddesi hükmü uyarınca taraflara
vereceği iki haftalık kesin sürenin son günüdür…” şeklindedir.
Kanımca, azınlık HMK 140/5 maddesini yanlış
yorumlamaktadır. Doğru yorum, HMK 140 maddesinin gerekçesine atıf yapan
çoğunluğun görüşüdür. Madde gerekçesine göre, “taraflar delil olarak
dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek yada başka yerden
getirilecek ise, bunu belirtmek zorundadır. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları
gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce, taraflara son
kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür.
Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa, artık tahkikat mevcut
delilerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul
edilecektir.” Madde gerekçesinden de anlaşılacağı gibi, resen delil toplamayı
gerektiren kamu düzenine ilişkin davalar hariç olmak üzere tarafların kendi
iradeleri ile delil sunma hakkı kendilerine davanın başlangıcında tanınmış olan
dilekçe hakkı ile sınırlıdır. HMK 140/5 maddesi ile tanınan süre, dilekçede yer
alan delilin dosyaya kazandırılması için verilen süredir. Bu sürede, taraflara
yeni delil sunma hakkı verilmemiştir.
Bu arada, bazı Yargıtay kararlarında yer alan ve
benimde benimsediğim bir görüşü de irdelemekte yarar bulunmaktadır. Bu
kararlara göre, hakim ön inceleme duruşmasında taraflara ispat ve delil yükü
dağılımını belirtmekle yükümlüdür.
Söz konusu kararda davanın taraflarca
hazırlanması ilkesi geçerli olsa bile, HMK 31. maddesi gereğince hakimin davayı
aydınlatma görevi ve HMK 145. maddesi doğrultusunda tarafların sonradan delil
sunma olanağı göz ardı edilmiştir.
Bilindiği gibi, HMK 31 maddesi HMUK 75/2 ve 3 ün
tekrarıdır. Her iki madde arasında ki temel fark, HMK 31. Maddeye “uyuşmazlığın
aydınlatılmasının zorunlu kıldığı durumlar” açıklamasının ilave edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Böylece, HMUK döneminde de var olan hakimin;
-
Müphem ve mütenakız gördüğü iddia
veya sebepler hakkında izahat isteme hakkı
-
Davanın her safhasında iki tarafın
iddiaları hududu dahilinde olmak üzere tarafları istima hakkı
-
Lazım olan delillerin ibraz ve
ikamesini isteme hakkı
HMK 31. Maddesinde, daha somut bir nedene
dayandırılmıştır. Söz konusu maddeye göre; Hakim
-
Uyuşmazlığın zorunlu kıldığı
durumlarda
-
Maddi veya hukuki açıdan belirsiz
yahut çelişkili gördüğü hususlar varsa
Bunları
giderebilmek için
-
Taraflara açıklama yaptırabilir
-
Soru sorabilir.
-
Delil gösterilmesini isteyebilir.
Madde gerekçesine göre “Maddede hakimin maddi
anlamda davayı sevk yetkisi düzenlenmektedir. Mukayeseli hukuktaki gelişim
sonucu, günümüzde bunlar hakimin taraflara sorular sorma, işaret ve müzakere
etme ödevi anlaşılmaktadır. Bununla hakim, olayın ve hukuki uyuşmazlığın
olgusal ve hukuki boyutlarını gerekli olduğu ölçüde, taraflarla birlikte ele
alabilecek, tarafların zamanında uyuşmazlığın çözümlü için önemli vakıaların
tamamı hakkında açıklama yapmalarını, özellikle ileri sürülen vakıalardaki
eksiklikleri tamamlamalarını, delillerini ikame etmelerini ve gerekli talepleri
ileri sürmelerini sağlayabilecektir.”
HMK 31 maddesinin hakime yüklediği görev, HMK 25.
Maddesinde yer alan yükümlülüğün bir istisnasıdır. Her ne kadar HMK 25 maddesi,
dava malzemesinin taraflarca getirilmesi ilkesi kuralı gereğince “kanunda
öngörülen istisnalar dışında, hakim iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya
vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda
dahi bulunamaz.
“Kanunla belirtilen durumlar dışında hakim kendiliğinden
delil toplayamaz,”İse de, HMK 31 maddede hakime yüklenilen görev, bu maddede
belirtilen istisnayı oluşturduğu için ve emredici nitelikte olduğu için uygulanması zorunludur. Prof. Dr. Ejder
Yılmaz’ın HMK Şerhi 2. Bası sayfa 355 de yer alan açıklamasında da aynı konuya
değinmiş ve “Kural böyle olmakla birlikte, Davacının iddiasını, davalının
savunmasını yaparken bunların mahkemece anlaşılabilir olması, hem tarafların
kendi menfaatleri hem de mahkemenin vereceği hükmün açık ve tereddütsüz infaz
edilebilmesi için önem taşır. Tarafların iddiasının ve savunmasının yeterince
açık olmaması belirsiz veya çelişkili olması durumunda, hakim bu konuda
taraflardan açıklama yapmalarını isteyebilir; belirsizliğin veya ortadan
kalkması için taraflara soru sorabilir; delil gösterilmesini isteyebilir (m31).
Bu düzenleme önüne gelen uyuşmazlığı çözme görevi bulunan hakimin, tarafların
ne dediklerini tam olarak öğrenip
bilerek doğru karar vermesi gereğinden kaynaklanmaktadır. Hakimin tam ve doğru
olarak anlamadığı bir konuda karar vermesi, yapılan işin niteliğine uygun
düşmez.” Demiştir. Söz konusu paragrafı takip eden paragrafta ki açıklamaya
baktığımızda Ejder Yılmaz’a göre HMK 31 maddesi hakime hem yetki vermekte hem
de ödev yüklemektedir.
Ortada HMK nın emredici hükmü dururken, taraf
dilekçelerinin verilmesinden sonra, dava ile ilgili delil gösterilmeyeceğini
belirten YHGK kararına katılmak mümkün değildir.
Unutmadan belirtmekte yarar gördüğüm bir husus
ise, taraflara soru sormak ve tarafların isticvabı birbirinden farklı iki
kavram olup, doğurduğu sonuçlarda birbirinden farklıdır. HMK 31 maddesinde
ifade edilen, taraf sorgulaması olarak ifade edebileceğimiz, taraflara soru
sormak işlemidir.
Bir an için, HMK 31 maddenin hakime yüklediği
görevin, her hangi bir nedenden ötürü, hakim tarafından gereği gibi yerine
getirilmediğini düşünelim. Böylesi bir
durumun varlığı halinde, taraflardan her hangi
birinin dilekçeler aşaması tamamlandığı için başkaca bir dilekçe vermek
yada delil bildirmek hakkı olmamasına rağmen ( Usul Hukuku, B.Kuru&Ramazan
Arslan ve Ejder Yılmaz, sayfa 328 dip not 180 ), sunacağı beyanla, hakimin HMK
31 maddesi kapsamında kalan görevini hatırlatması halinde, bu beyanı sadece,
dilekçeler aşaması tamamlandı diye ret etmenin mümkün olmadığını düşünmekteyim.
Hakim kendisine görevini hatırlatan bu beyanı/dilekçeyi sırf süre ve şekil
yönünden ret ederse, görevi ihmal suçu ve de bundan kaynaklanan tazminat
yükümlülüğü ile karşı karşıya kalacaktır.
Yukarıda da söylediğim gibi, taraf dilekçelerin,
verilmesinden sonra delil sunmanın bir başka istisnası HMK 145. Maddede yer
almaktadır. Zaten bu maddeye söz konusu YHGK kararında da değinilmiş ve
yargılama aşamasında bu konuda bir talep olmadığı için, bu maddeden yararlanıp
yararlanmayacağının tartışılmadığı açıklanmıştır. Bu maddeye göre, sonrada
delil gösterilmesi;
-
Yargılamayı geciktirme amacı
taşımıyorsa
-
Delil sunan tarafın bu delili geç
sunmasından ötürü bir kusuru bulunmuyorsa
Hallerinden ve ancak, mahkemenin kararı ile
mümkündür.
HMK 145 madde de yer alan bu hüküm HMUK 244
maddesinin tekrarıdır.
Tarafın dikkat çekmeye hakkı bulunmasına rağmen
delil bildirme ve sunma hakkı olmayan bu iki hali unutmamak gerektiğine
inanmaktayım.
Ayrıca, elbette ön inceleme duruşmasına ve ıslah kurumuna ilişkin istisnalar
unutulmamalıdır.
HMK nın oluşturulmasında, HMJUK dönemine ilişkin
olarak elde edilmiş ilmi ve kazai içtihatlardan yararlanmanın mümkün olmasına
dikkat edildiğini, HMK gerekçesinde yer alan ifadelerden anlamaktayız. Bu
nedenle, olayı bir kez de HMUK dönemi açısından değerlendirmekte yarar
bulunmaktadır. Bu değerlendirme yapılırken sn Baki Kuru’nun Hukuk Muhakemeleri
Usulü adlı yapıtının 6 basısında yer alan açıklamalardan yararlanmaktayım.
Sayın Baki Kuru söz konusu eserin 1845 vd
sayfalarında yer alan açıklamada olayı HMUK da 06.04.1985 gün ve 3156 sayılı
yasa ile yapılan değişiklik öncesi ve sonrası olarak değerlendirmiştir.
Değişiklik öncesi için 1848 sayfada yapmış
olduğu açıklamaya göre, “…süresinde cevap layihası vermediği için davayı inkar
etmiş sayılan davalı, davacının dava dilekçesinde bildirdiği vakıaların doğru
olmadığını m 239 uyarınca ispat etmeye ve bunun için karşı delil göstermeye
yetkilidir ve bu karşı delillerle davacının davasının doğru olmadığını ispat
edebilir. Bu halde mahkeme, davacının iddiasının doğru olmadığını ispat için
davalının göstereceği delilleri inceleyip, davacının delilleri ile birlikte
takdir ederek (değerlendirerek) varacağı sonuca göre hüküm vermelidir.”
İfadelerini kullanarak, cevap dilekçesi vermeyerek davayı inkar eden davalının,
inkar sınırlarında kalarak delil göstermesinin mümkün olduğunu belirtmektedir.
Değişiklik sonrası için sayfa 1851 YHGK
23.6.1993 gün 1/389-475 sayılı kararından yararlanarak görüşünü belirtmektedir.
Söz konusu kararda “süresinde cevap vermemiş olmakla davayı inkar durumuna
düşmüş bulunan davalının, dava dilekçesinde bildirilen vakıaların doğru
olmadığını ispat için yeni vakıa ileri sürmeden savunmanın genişletilmesi yasağına
uyarak ve inkar sınırları içerisinde kalmak suretiyle karşı delil göstermesi
engellenmiş değildir.” Denilmektedir. Söz konusu kararda yer alan bilgiye göre,
sayın Celal Erdoğan’da aynı görüşü paylaşmaktadır.
Sayın Baki Kuru aynı sayfada YHGK 23.1.1991 gün
2/536-4 sayılı kararının da aynı nitelikte karar olduğunu vurgulamaktadır.
Kısacası, HMUK döneminde, ilmi ve kazai
içtihatlara göre, cevap dilekçesi vermeyen davalının inkar sınırları ile bağlı
kalmak kaydı ile delil göstermesinin mümkün olduğunu görmekteyiz.
HMK 31 maddesi HMUK 213 maddesinin bir tekrarı
olduğuna göre, incelediğimiz bu YHGK kararında, yerleşmiş içtihattan neden
dönüldüğünün açıklanması hatta bu kararın Yargıtay kanununun 16 maddesi
ışığında Yargıtay Büyük Genel Kurulunca verilmesi gerektiğine inanmaktayım.
Söz konusu kararda, delillerin tahkikata
geçilmeden önce toplanmasının gerektiği vurgulanmıştır. HMK 144 maddesi
tahkikatın başlangıcında tarafların yasada belirtilen şekilde davet edilmesinin
gerektiği ifade edildiğine göre, ön inceleme duruşmasının sona ermesi ile
birlikte, taraflara duruşma günü vererek, kalemi yeni bir tebligat yükünden
kurtarmak yerine, ön incelemede, taraflar açısından ispat ve delil yükünün
belirlenmesi ile birlikte taraflarca gösterien delillerden hangilerinin
toplanması gerektiğine ve eğer gerekirse HMK 31 maddesi gereği iddia ve
savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı ile sınırlı kalmak kaydı ile yeni delil
sunulmasına ve de bunlardan gerekenlerin toplanmasına, verilen delillerin
toplanmasından sonra, HMK 144 maddesi gereğince tarafların tahkikat için daveti
yasaya uygun olacaktır. Böylece, kalem delillerin toplanmasını izlemek ve
tamamlanınca hakimin kararı ile tahkikat duruşması için davetiye çıkarmak
görevini üstlenmiş olacaktır. Bu işlem yargılamanın şekli anlamda sevk ve
idaresi kapsamında kalacağı için yasaya uygun bir davranış olacaktır. İdari
yargıda uygulanan bu yöntemin hazırlanacak bilgisayar programı ile
gerçekleştirilmesi, tarafların koridorlarda gereksiz yere beklemesini
önleyeceği gibi, evrak beklemek için gerçekleştirilen duruşmalar nedeniyle
kalem personelinin ve hakimin de zaman kaybı önlenmiş olacaktır.
Bu çalışmayı yaparken HMK 31 maddesinin
gerekçesinde hakimin taraflarla “müzakere etmesinin” hakime yüklenmiş bir görev
olarak verildiğini gördüm. Duruşmalarda ki avukatlar tarafından söylenen “eski
beyanlarımı tekrar ediyorum” beyanının yasaya aykırı bir beyan olduğunu bir kez
daha anladım. Elbette, Hakimler tarafından, söylenen “yazılı yargılama
yapıyoruz, dinlemeye vaktim yok” şeklindeki ifadelerinde bir o kadar yasaya
aykırı olduğunu bir kez daha anladım.
Yasaya uygun, adil yargılanma ilkeleri ile
bağdaşır bir yargılama gerçekleştirmek için, her iki tarafın, duruşmada
“müzakere”den kaçınmasının nedenini araştırmanın şart olduğu sonucuna ulaştım.
Kendimi denetlediğimde, bendeki hataları görmeye çalıştığımda, bu konudaki ilk
düşüncemin, her iki tarafında, hukuku, duruşma salonunda “müzakere” edecek
kadar iyi bilmediğine, hitabet sanatının taraflara öğretilmediğinden kaynaklanan
bir korkunun bulunduğuna inandım. Her ne kadar karar verme görevi hakime
verilmiş bir görev olarak gösteriliyorsa da aslında taraflar da yargılama
boyunca karar vermekle karşı karşıya kalmaktadır. İşte taraflara ve hakime ani
karar verme yetenekleri için gereken eğitim verilmediğinden ötürü de “müzakere”
uygulanmamaktadır.
Özetle, cevap ve cevaba cevap vermeyen davalı,
davayı inkar etmiştir. Bu nedenle, kendisi, delil dilekçesi ekinde sunmak
yükümlülüğünde ve de hakkında bulunduğu delil bildirmeden kaçınmıştır. Yasada
yer alan dava,cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerinden sonra dilekçe
vermek mümkün olmadığına göre, vereceği dilekçenin ne ad taşırsa taşısın ret
edilmesi gerekmektedir. Ancak, hakim, HMK 31 maddesi doğrultusunda, kendisinden,
inkarının kanıtlanması için delil isteyebilir.
Bu aşamada B.Kuru Usul Hukuku 6 bası sayfa 1845
de yer alan 4 HD 20.12.1974 günlü Yargıtay kararını ve buna dayanan açıklamayı
da bilgilerinize sunmak isterim. Söz konusu karar göre “ Davayı inkarın bu
anlamı içinde ( cevap dilekçesi sunmayarak, davacının ileri sürmüş olduğu maddi
vakıaları inkar etmiş sayıldığı halde E.D.) pek doğal olarak davalının davacıya
hiçbir borcu bulunmadığı iddiası evveliyetle mevcuttur. Bu inkarın içinde
borcun söndüğü iddiası da var farzedilir.. Bu nedenle, davacının rızası
olmaksızın dava konusu borcu ödediğini veya borcun ibra nedeniyle son bulduğunu
ispat için delil sunabilir.”
Görüldüğü gibi karar 1974 tarihlidir. Bu nedenle,
söz konusu kararın HMK açısından değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu
değerlendirme yapılırsa, davalının, cevap ve ikinci cevap dilekçesi vermediği
için delilde bildirmediği dikkate alınarak, davalının delil getirme şansının
ancak HMK 31 maddesi kapsamında hakimin kararına dayandığını söylemek
zorunluluğumuz olduğunu düşünmekteyim. Elbette, yeni olaylara ilişkin delil,
sonradan delil sunma ve ıslah bu sonucu değiştirici nitelikte hukuki yapıya
sahiptir. Ancak, unutmamak gerekir ki ıslah dışındaki durumlarda taraf iredsi
sona ermiyerini hakim kararı almıştır.
Yazının yayınlanmasından sonra Legalbank adlı sitede YHGK 20.04.2016 gün 2014/13-856 E 2016/856 K sayılı kararı yayınlanmıştır. Bu kararda özetle, delillerin dilekçeler aşamasında sunulması gerektiği ifade edilmektedir.
Yazının yayınlanmasından sonra Legalbank adlı sitede YHGK 20.04.2016 gün 2014/13-856 E 2016/856 K sayılı kararı yayınlanmıştır. Bu kararda özetle, delillerin dilekçeler aşamasında sunulması gerektiği ifade edilmektedir.
YAZININ HAZIRLANMASINDA KATKI VEREN Av. KEMAL
ELDEMİR’in açıklamalarını aşağıda bilginize sunuyorum.
Bu yazımla birlikte, bu bloğda yer alan;
18.07.2010 tarihli HMUK ve HMKT düzenlemesinde
delil
25.12.2014 tarihli Özel Hukuk Yargılamasında
İspat Yükü
17.01.2015 tarihli Delillerin dosyaya
Kazandırılmasında Hakimin Rolü
Yazılarımın da aynı konuyu işlediğini
hatırlatmak isterim.
Av. Kemal Eldemir açıklaması ;
Hukuk
Genel Kurulu 20.04.2016 tarihinde verdiği
"Cevap dilekçesi vermeyerek aynı zamanda delil de bildirmemiş olan
davalının davada asıl ispat ve karşı ispat bağlamında delil
bildirme hakkını kaybetmiş sayılacağına" dair karara ilişkin
değerlendirmeye, görüşünüze ilaveten aşağıdaki düşünce ile katılmadığımı
belirtmek istiyorum. Şöyle ki;
Öncelikle, söz konusu kararda, HMK. 187/1
hükmünün değerlendirilmemiş olması eksikliktir. HMK. 187/1 hükmünde “İspatın
konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili
olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil
gösterilir.” hükmüne yer verilmiştir. Anılan hükümde açıkça belirtildiği
şekilde, delil ancak çekişmeli vakıalar için gösterilir. Çekişmeli olmayan veya
herkesçe bilinen vakıalar için delil gösterilmesi gerekmez.
Bu hususla birlikte; Taraflar arasındaki
çekişmeli hususların ise ön inceleme duruşmasında belirleneceği HMK. 140/1
hükmü gereğidir. Keza, ön inceleme duruşması aşamasından sonraki yargılama
aşaması olan “tahkikat” aşamasının, ön inceleme duruşmasında tespit edilecek
çekişmeli hususların çözümü için yürütüleceği de ortadadır. Dolayısıyla,
tarafların hangi hususlarda uyuştuğu hangi hususlarda çekişmeli oldukları
hususlarının belirleneceği ön inceleme duruşması yapılmazdan önce, delil ibrazı
zorunluluğundan söz edilmesi kabul edilemez.
Bu husus, HMK. 27.maddesinde belirtilen
“hukuki dinlenilme hakkı”nı da zedeleyecektir. Zira, cevap süresini kaçırmış
veya davaya cevap vermemiş olan davalı, HMK. 145/1 maddesinde belirtilen
istisnai haller dışında, davacının davasının reddi gerektiğine işaret eden yeni
vakıalar ileri süremeyecek durumda olsa dahi, davayı inkar suretiyle davacının
iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte vukuu bulmadığını ileri sürmüş
olacağından, bu inkarı doğrultusunda da davacı delillerine karşı inkarını ispat
için delil sunabilmelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder