Av.
ENDER DEDEAĞAÇ
Bu
yazıyı hazırlarken amacımın müvekkilin/müşterinin büromuza geldiği andan
itibaren başlayan serüvenini ADİL YARGILANMA HAKKI, HMK ve Av.K. başta olmak
üzere yasalar ışığında izlemek olduğunun bilinmesini isterim. Bu nedenle
anlatımda, hukuki kurumların tek tek incelenmesinden önce, vekil ile vekil eden
arasındaki sıralaması ve önemi dikkate alınacaktır. Aynı zamanda ceza hukukunda
çok sık kullanılan ancak AİHS 6 maddesinde ceza için olduğu kadar özel hukuk
alanında da uygulanması kabul edilen adil yargılanma hakkının da nasıl
uygulanabileceği gözden uzak tutulmayacaktır.
İnsanlar
tatillerinde alışılmışın dışında bir şeyler yapmak istiyorlar, ben de bunu
yapmaya çalışacağım. Dilerim başarırım ve sizlere özellikle stajyer
kardeşlerime bir katkı sağlarım.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Öncelikle
adil yargılanma hakkı ile ilgili olarak birkaç yazarın eserinden yapılmış bir
özeti sizlerle paylaşmak istemekteyiz.
ADİL YARGILANMA HAKKI
Usul konusunu incelemeye başlamadan önce, AİHS 6.
Maddesinde yer alan adil yargılanma hakkında zaman elverdiği ölçüde söz etmekte
yarar var. AİHS 4 Kasım 1950 de imzalandı ve 6336 sayılı yasa ile TBMM
tarafından kabul edilerek 18 Mayıs 1954 tarihinden itibaren iç hukuk kuralı
haline geldi.
Bilindiği gibi Anayasamızın 90. Maddesine göre, TBMM
tarafından kabul edilmiş bir uluslar arası sözleşme hakkında anayasaya
aykırılık iddiası ile dava açılamayacağı gibi, bu sözleşme hükmünün ulusal bir
yasa ile çelişmesi halinde uluslar arası sözleşme uygulanacaktır. Ortada bu
kadar açık bir hüküm olmasına rağmen akademisyenler, normlar hiyerarşisinde
TBMM tarafından kabul görmüş bir uluslar arası sözleşmenin nerede yer alması
gerektiğini tartışa dursunlar, biz bu kuralların günlük yaşamımıza nasıl
yansıdığını inceleyelim.
AİHS 6 maddesi 1 fıkrası hükmü “Her şahıs gerek medeni
hak ve vecibeleri ile ilgili nizalar gerek cezai sahada kendisine serdedilen
bir isnadın esası hakkında karar verecek olan kanuni, müstakil ve tarafsız bir
mahkeme tarafından, davasının makul süre içinde, hakkaniyete uygun ve aleni
surette dinlenilmesini istemek hakkını haizdir.” şeklinde olmasına rağmen, yani
madde içeriğinde adil yargılanma hakkının, gerek ceza gerekse özel hukuk
yargılamalarında uygulanmasına olanak tanınmış olmasına rağmen, söz konusu
hükümler ceza hukukunda çalışan meslektaşlarımız tarafından, özel hukuk
alanında çalışan meslektaşlarımıza göre daha önce ve daha özenle uygulanmaya
başlanmıştır.
Staj döneminde, HMK hakkındaki bilgilerinizi tazelerken,
AİHS nin 6. Maddesinde yer alan ve genelde adil yargılanma hakkı olarak
tanımlanan, haklarımızı olabildiğince hayata geçirmek arzusunda olduğumuzdan
dolayı, bu konulara özet olarak da olsa değinmek arzusundayız. Bu nedenle, bu
kısa notu sizlere sunmaktayız.
Özel hukuk alanında da uygulanması gereken adil
yargılanma hakkı için bazı yazarlar örneğin sayın Cüneyd Altıparmak sınırlı bir
kapsam çizmektedir. Bu yazara göre “Burada kapsama alınan hak bireyin taraf
olduğu her türlü dava değildir. Bilakis sözleşme metninden de anlaşılacağı
üzere sadece medeni hak ve
yükümlülüklerle ilgili olanlardır.” Bu yazara göre; uygulamaya bakıldığında,
- Özel
kişilerin kendi aralarındaki ilişkiler
- Bir
tarafın devlet bir tarafın özel kişi olduğu ilişkiler
- İdarenin
tutumundan doğan Zaralardan kaynaklanan ilişkiler
Bu kapsama girmektedir.
Adil yargılanma hakkının bu daraltılmış kapsamla
uygulanması gerektiğine inanmamakla beraber, bilgi olarak sunmakta yarar
gördük.
Şimdi adil yargılanma hakkını biraz daha yakından
incelemekte yarar bulunmaktadır.
Adil yargılamanın unsurlarını
- Kanuni,
bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde yargılanma
- Makul
süre içinde yargılanma
- Aleni
olarak yargılanma
- Hakkaniyete
uygun olarak yargılanma
Olarak sayabiliriz.
Sayın Süha Tanrıver’in “Hukuk Yargısı (Medeni Yargı)
Bağlamında Adil Yargılanma adlı makalesinin 191,192 ve 193 sayfalarında yer
alan bilgileri özetlersek, adil yargılanma hakkı, davanın açılmasıyla başlayan
ve verilen hükmün şekli anlamda kesinleşmesi ile sona eren süreci, hatta
hükümden sonra cebri icra aşamasını da kapsayan bir haktır. Adil yargılanma
hakkı kapsamında, hukuki korunma talebi ve hukuki dinlenilme hakkı bulunmakla
beraber bu haklar özdeş haklar değildir. Sayın Tanrıver’in sayfa 192 de yer
alan tanımına göre “Adil yargılanma hakkı, davanın her iki tarafına da ait bir
hak niteliğindedir. Özü itibariyle, eşitlik temeline dayalı bir biçimde hem
davacıya hem de davalıya aktif olarak yargılamaya katılma, karşılıklı olarak
iddia ve savunmalarda bulunma, alınacak kararda da etkili olabilme olanağının
tanınmasını içerir.”
Şimdi, adil yargılanmanın unsurları içinde yer alan
kavramları özet halinde tanımlamaya çalışırsak ;
BİRİNCİ UNSUR, KANUNİ, BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ BİR MAHKEME
ÖNÜNDE YARGILANMA HAKKI
Sayın Ramadan Sanıvar’a ( sayfa 20) göre mahkeme, kanunla
kurulan, yürütme organı ve taraflar önünde bağımsız ve tarafsız ve yargılama
güvencesine sahip bir makam, olarak tanımlanmaktadır. Sayın Sanıvar( İnsan
Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6. Maddesi çerçevesinde Adil Yargılanma Hakkı ve
Sanığa Tanınan Temel Haklar başlıklı Doğu Akdeniz Üniversitesine verdiği yüksek
isans tezi ) bu tanımın İHAM içtihatlarında yer aldığını belirtmektedir. Sayın
Tanrıverdi 194 sayfasında yer alan açıklamada bu tanıma katılmakta ve devamla “ bir başka ifade ile görevine
giren konularda, belirli bir usule uyarak hukuk kurallarına göre karar veren ve
bu kararı gerekiyorsa cebri icra yolu ile yerine getirebilen merciler
anlaşılır.” İfadesi ile daha kapsamlı hale getirmektedir.
Mahkemelere ilişkin bu tanımlamanın arkasından kanuni
mahkemenin ne anlama geldiğini de belirlemekte yarar bulunmaktadır. Sayın
Sanıvar’a göre ( sayfa 27 ) “kanuni mahkeme (olağan mahkeme) olaydan önce
kurulmuş ve somut olayla kuruluş bakımından ilgisi olmayan mahkeme demektir. Gene
aynı esere göre, bu mahkemenin hakimine doğal yargıç denmektedir.
Anayasamızın 142. Maddesinde yer alan “Mahkemelerin
kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla
düzenleneceği “ kuralı sözleşmenin bu yönündeki iç hukuk kuralı olup kanunilik
ilkesi olarak adlandırılmaktadır.
Kanımızca, HMK nın 1 vd maddelerinde yer alan görev ve
yetki özellikle kesin yetkiye ilişkin kuralların HMK 114 maddesinde dava şartı
olarak sayılmasının nedeni kişilerin kanunilik ilkesi ve doğal hakim ilkesi ile
yargılanmalarını sağlamaktır.
Mahkemelerden ve kanuni mahkeme kavramından ne
anlaşılması gerektiğini özetlediğimize göre, aynı unsur içinde yer alan
mahkemelerin bağımsızlığına da kısaca değinmekte yarar bulunmaktadır. Sayın
Tanrıver (196) ile sayın Sanıvar’ın (28) bu konudaki tanımları bir biri ile
benzer olmasına rağmen Sanıvar’ın tanımı daha kapsamlı olduğu için bu tanımı
sizlere sunmaktayız. Söz konusu eserin 28. Sayfasında yer alan tanıma göre,
“mahkemelerin bağımsızlığı, belli bir davada karar vermek durumunda olan
yargıçların, önlerine gelen uyuşmazlıklar hakkında tarafsız bir şekilde,
olaylara dayalı ve hukuka uygun olarak, devletin her hangi bir organının yahut başka her hangi bir makamın yada
kişinin her hangi bir müdahalesi, baskısı ve uygunsuz emir ve talimatı
olmaksızın karar vermekte özgür
olmasıdır.”
Mahkemelerin bağımsızlığı ilkesinin iç hukukumuzda
Anayasamızın 138. Maddesinde hüküm altına alındığını görmekteyiz.
Mahkemelerin tarafsızlığı ile ilgili olarak, Sayın
Tanrıver’in (197) ve Sanıvar’ın (34) sayfalarında yer alan tanımlarda benzer
tanımlardır. Sayın Tanrıver’e göre tarafsızlık “davanın çözümünü etkileyecek
bir önyargının bulunmamasını, mahkemenin yada mahkemenin bazı üyelerinin,
tarafların düzeyinde, onların leh ve aleyhinde bir duyguya yada çıkara sahip
olmamasını ifade eder.” Gene Tanrıver’e göre, tarafsızlık, taraflara eşit
mesafede bulunmayı ve eşit davranmayı şart koşar.
Tarafsızlık ilkesi iç hukukumuzda HMK da düzenlenen
- Hakimin
yasaklı olması HMK 34
- Hakimin
reddi HMK 36
- Yargılamanın
iadesi HMK 375 / 1.b
- Hakimin
sorumluluğu kuralları ile sağlanmaya çalışılmıştır. HMK 46 vd
İKİNCİ UNSUR, MAKUL SÜRE İÇİNDE YARGILANMA
Sayın Tanrıver’e göre ( 198,199) makul sürede yargılanma,
yapılan yargılamanın, usul ekonomisine uygun bir biçimde cereyanının temin
edilmiş bulunmasıdır. Usul ekonomisi, ihlal edilen yada ihlal edilme olasılığı
bulunan objektif hukukun (hukuk düzeninin ) en az giderle, mümkün olan en kısa
sürede ve en az zorlukla gerçekleştirilmesini ve boş yere davalar açılmasının
önüne geçilmesini, sağlamaya yönelmiş bir yargılama ilkesidir.
Anayasamızın 141 maddesi
ve HMK 327, 329 maddeleri haksız yere dava açan yada davalı olarak
haksız olarak davayı uzatan kişileriçin uygulanan hükümleri bunun iç hukuktaki
yansımalarıdır.
AİHM makul süreyi her somut olayın yapısına göre
değerlendirmektedir. Ancak, bu değerlendirmede, sayın Sanıvar’a göre (49)
- davanın
karmaşıklığı
- başvurucunun
tutumu
- yetkili
makamların tutumu
özellikle değerlendirilmektedir.
Makul sürede yargılamanın hakkaniyete uygunluk ve
aleniyet ilkesini de kapsadığı kabul edilmektedir. Ayrıca, İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesinin 11 maddesinde de bu görüş yer almaktadır. Söz konusu
maddeye göre,”Herkesin hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine her
hangi bir suç yüklenirken tam bir eşitlikle bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından makul bir süre içerisinde, hakkaniyete uygun ve aleni surette
yargılanmaya hakkı vardır.”
ÜÇÜNCÜ UNSUR MAKUL SÜREDE YARGILANMA HAKKI
Sayın Sanıvar’a göre (sayfa 50 ), hakkaniyete uygun
yargılamanın kapsamında ;
- Silahların
eşitliği ilkesi
- Çelişmeli
yargılama ilkesi
- Duruşmada
hazır bulunma hakkı
- Susma
hakkı
- Kendi
aleyhine tanıklık etmeme hakkı
- Gerekçeli
karar isteme hakkı
- Delil
kurallarına uygun davranılmasını isteme hakkı
Bulunmaktadır.
DÖRDÜNCÜ UNSUR HAKKANİYETE UYGUN YARGILANMA
Sayın Tanrıver’e göre (sayfa 204) Hakkaniyete uygun
yargılanma, adil yargılanmayı karakterize eden temel unsur kavramındadır ve
unsurları;
- Hukuki
dinlenilme hakkının (iddia ve savunma hakkı) güvence altına alınmış olması HMK
27
- Eşitlik
temeline dayalı olarak bu hakkın kullanımının sağlanması; buna uygun
davranılmış olmasıdır.
Sayın Tanrıver’e göre ( sayfa 205 vd) hukuki dinlenilme
hakkını tanımayan ve garanti altına almayan bir devlet, hukuk devleti olarak
nitelendirilemez. Hakkın tam olarak gerçekleştirilmesi ve hukukun doğru olarak
uygulanabilmesi için, ilgililere karşılıklı tartışma ortamı yaratacak ve karara
etki edebilmelerini sağlayabilecek bir yargılanma olanağı sunulmalıdır.
Tarafların haberi olmadan, onlara söz hakkı verilip dinlenilmesine, karara etki
edebilmelerine olanak tanımadan alınacak bir kararın hukuk devleti esprisi ile
bağdaştırılması mümkün değildir.
Yazar bu hususların Anayasamızın başlangıç hükümleri 6
paragrafında ve HMK 27. Madde hükmünde bulunduğunu belirtmenin yanı sıra hukuki
dinlenilme hakkının gerçekleşebilmesi için, tarafları davanın varlığından
haberdar etmenin gerektiğini de vurgulamaktadır. Böylece, tüm yargılama
boyunca, mahkemece, davanın her iki tarafının, karşılıklı iddia ve savunmalar
ile bunlara dayanak yapılan olgular ve deliller, yargılamanın seyri ve
aşamaları ile duruşmalar hakkında tam bir bilgi sahibi kılınmasının sağlanması,
buna uygun ortamın yaratılması gerekir, demektedir. Mahkeme bununla yetinmeyip,
yargılama boyunca oluşan tartışmayı gerekçe kısmında açıklamak zorundadır.
Bunların sağlanmış olması ile silahların eşitliği ilkesi
uygulanacağı gibi sürpriz karar yasağına da uygun davranılmış olunacaktır.
Sayın sanıvar ise ( sayfa 53 ) bu hususa çelişmeli yargımla
ilkesini eklemekte ve bu ilke için “Çelişmeli yargılama ilkesi, bir davada
tarafların, mahkemenin kararını etkilemek amacıyla karşı tarafın sunduğu delil
veya dosyada yer alan mütalaalar hakkında bilgi sahibi olma ve bunlar hakkında
yorum yapma imkanına sahip olması demektedir.
BEŞİNCİ UNSUR ALENİYET İLKESİ
Bu ilke duruşmaların gerek tarafların katılımını
sağlayacak şekilde oluşmasına olanak verecek şekilde yapılmasının yanı sıra
kanunla gösterilebilecek kamu düzenine ilişkin bazı sınırlamalar dışında üçüncü
kişiler tarafından da izlenebilmesini ifade etmektedir. Bu ilkeye göre, karar
en azından kısa karar duruşmada okunarak aleniyet ilkesi sağlanmalıdır.
İKİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ KISIM
İLK KARŞILAŞMA
Adil yargılanma ile ilgili, bu özet sunumdan sonra HMK
ile ilgili açıklamalara devam etmek istiyoruz.
Bilindiği
gibi yargılama faaliyetleri diyalektiktir. Bu nedenle davacı tezini, davalı -varsa-
anti tezini ortaya koyar. Bu nedenle yargılamanın bu aşamalarında taraflar
aktif, hâkim ise pasif rol üstlenmişlerdir. Yargıç hüküm kurarken yani tez ve
anti tezi değerlendirirken bundan yeni bir sonuç çıkarırken aktif rol
üstlenmektedir. Hâkimin çıkarmış olduğu bu sonuç sentez olarak
nitelendirilebilir ve kanun yolu aşamasının tezini oluşturur. Hâkimin
yargılamayı yönetmesi, onun HMK 31/1 maddesinde hükme bağlanan aydınlatma
görevinin sonucudur. Üstelik bu aydınlatma görevini hâkimin davayı anlama ve
tarafların anlamasını sağlama görevi olarak nitelendirmek bize daha doğru
gelmektedir.
Müvekkil
ile müşteri sözcüklerini ilk satırda ve bir arada kullanmaya özen gösterdiğimin
bilinmesini isterim. Bilindiği gibi, günlük anlatımlarımızda müvekkil sözcüğünü
kullanmaktayız. Müşteri sözcüğünü ise kendimize yakıştırmamaktayız. Hâlbuki her
müvekkil aynı zamanda müşteridir. Unutmayın ki sözcükler rastgele seçilmiş harf
yığınları değildir. Onlar hayatın içinden gelen ve yaşayan değerlerdir. Yaşamın
gerçeklerini dile getirirler. Bizler müvekkil sözcüğünün sihrine kapılıp, kamu
görevi yapmanın keyfi ile hep mağduru savunan şövalye mantığı ile onların
müşteri olduğunu unutmakta, böylece kendimize, ailemize ve mesleğe zarar
vermekteyiz. Üstelik mesleğe verdiğimiz zarar, meslek kurallarını ve yasaları
çiğneyerek oluşmaktadır. Örneğin ücretsiz iş alma yasağını delmekte sakınca
görmemekteyiz. Böylece, kişisel ihtiyaçlarımızı giderememekteyiz. Ücretsiz
çalıştığımız için, diğer meslektaşlarımızın gelirler elde etmelerini de
önlemekteyiz. Daha da ötesi, savunma hakkından daha kutsal olan yaşama hakkı
için hiçbir doktor ücretsiz çalışmayı düşünmediği gibi onların meslek
odalarının da böyle bir çalışması yoktur. Hâlbuki bizde, ücretsiz iş alma ile
eş değerde olan adli yardım türlerinin şekli ve boyutu meslek odamızın başarı
olarak ilan ettiği etkinliklerle, sürekli vekil edenlerin lehine gelişmektedir.
Elbette bu değişim ücretsiz iş yaptırma mantığının toplumda yer etmesine ve
bizim ekonomik zayıflığımıza yol açmaktadır. Unutmamak gerekir ki ekonomik
zayıflık çoğu zaman itibarsızlığı da beraberinde getirir.
Bu
çalışmanın ilk bölümü, hukuki yardım daha doğrusu çözüm isteyenin avukatın
bürosuna geldiği aşamadan, avukat tarafından,davanın kabulü ya da reddi
aşamasına kadar olan kısmı içermektedir. Yukarıda yaptığımız kişisel
açıklamalardan sonra bu bölüm için ilk söylenmesi gereken şeyin avukatlık
mesleğinin bir bedeli olduğunun müşteri kimliğini de özünde taşıyan vekil eden
tarafından bilinmesi gerektiğidir. Avukatlık Kanununun 163/1 maddesi “Avukatlık
sözleşmesinin belli bir hukuki yardımı ve meblağı yahut değeri kapsaması
gerekir”, 164. maddesi “Avukatlık ücreti, avukatın hukuki yardımının karşılığı
olan meblağı veya değeri ifade eder”, “Avukatlık asgari ücret tarifesi altında vekâlet
ücreti kararlaştırılamaz” ve “Ücretsiz dava alınması halinde, durum baro yönetim
kuruluna bildirilir” hükümleri hepimizin çok iyi bildiği fakat pek çoğumuzun
doğru uygulamadığı ücretsiz iş alma yasağının hukuki yapısını oluşturmaktadır.
Bu hükümler bize bir yasağı hatırlattığı gibi, vekil edenlere de danışma dâhil,
talep ettikleri tüm hukuki yardımların bir bedeli olduğu ve her hukuki yardım
talep eden kişinin bu bedeli ödemeye hazır olması gerektiğini hatırlatmalıdır.
Onların düşündüğü gibi, barolar tarafından bastırılan ve bürolarımıza astığımız
“Danışma ücrete tabidir” levhaları süs değildir. Bir ikazdır.
Danışmanın
bürolarımızda yapılması gerektiği bu hususun Avukatlık Kanununun 51. maddesi
hükmü olduğu unutulmamalıdır. Bu hüküm, görüşmelerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesini
sağladığı gibi kamuoyundaki itibarımızı da korumaya yöneliktir. Elbette, bu
maddenin uygulanmasında bazı istisnalar söz konusu olacaktır. Zaten maddenin
ikinci fıkrası bunu düzenlemiştir. Ancak, istisnayı geniş tutarak, başkalarının
keyfine göre hareket etmeyi benimsememiz gerekmektedir. Başvuran yardım talep
edenin kendisi olduğunu bu nedenle oyunun benim meslek kurallarımla oynanması
gerektiğini unutmamalıdır. Bu konudaki disiplinsizliğimiz nedeni ile esnaf,
çırağı ile bono; ev kadını, çocuğu ile belge; iş adamı yanında çalışan ve işi
olmayan bir kişi ile dava göndermeye başlamıştır. Ekonomik sıkıntılarımız
nedeni ile bu davranışlara evet dediğimizi biliyorum. Ancak unutmamak gerekir
ki, karşı tarafın da hukuki sıkıntısı var. Eğer hepimiz aynı davranışı
sergilersek, büroda danışma öncelik kazanacaktır. Büroda danışma, gerçek iş
sahibi ile yüz yüze konuşmaya, ücret sözleşmesi düzenlemeye, görüşme tutanağı
düzenlemeye olanak sağlayacağı için tercih edilen yöntem olmalıdır.
Hukuki
yardım talep eden kişi, gerçek ve/veya tüzel kişilerle arasında uyuşmazlık olan
kişidir. Üstelik bu kişiye göre, uyuşmazlığın çözümü hukuk, daha doğru anlatımla
yargı organları eliyle çözümlenecektir. Diğer bir anlatımla, bu kişi “hukuki korunma
hakkını” kullanmak için sizden yardım talep etmektedir. Bilindiği gibi HMK 24.
maddesi ile düzenlenen “tasarruf yetkisi” hükümlerine göre, tarafların üzerinde
serbestçe tasarruf edebilecekleri dava konularında, “…hiç kimse kendi lehine
olan davayı açmaya veya hakkını talep etmeye zorlanamaz.” Aynı madde içeriğinde
yer alan “Hâkim, iki taraftan birinin talebi olmaksızın, kendiliğinden bir
davayı inceleyemez ve karara bağlayamaz” kuralı bireye tanınmış olan tasarruf
yetkisini güçlendiren ve devletin kişinin özel hayatına müdahalesini önleyen
bir başka hükümdür.
Kişi
size hukuki yardım için başvururken, tasarruf ilkesinin kendisine tanıdığı
karar verme yetkisi ile hukuki korunma hakkının kullanılmasını, yani
uyuşmazlığının yargı organları tarafından çözümlenmesini talep etmektedir.
Bu
görüşmede kişi size, uyuşmazlığı oluşturan olayları anlatmakta ve uyuşmazlığın
çözümü için beklediği sonucu dile getirmektedir.
Bilindiği
gibi, bir davada vakıaları yani olayları sunmak taraflara düşen bir görevdir. Taraf
bu görevi yerine getirirken HMK 29. maddesi hükmünün gereği “…davanın dayanağı
olan vakıalara ilişkin açıklamalarını gerçeğe uygun bir biçimde yapmakla
yükümlüdür.” Yargılama aşamasında tarafa yüklenilmiş olan bu görev,
yargılamanın başlangıcını oluşturan avukata başvurma aşamasında da tarafın
avukata karşı yüklendiği bir görevdir.
Taraf
vakıa bildirmenin yanı sıra uyuşmazlığın çözümü ile elde etmek istediğinin ne
olduğunu da bildirmek zorundadır. Bu bildirim, çözüm önerisini oluşturmak için
gerekli olduğu gibi, HMK 26/1 maddesinde hükme bağlanan “taleple bağlılık
ilkesi” dediğimiz, hâkim tarafların talep sonuçları ile bağlıdır, kuralına
uygun bir bildirimdir.
Her
ne kadar Avukatlık Kanununun 163. maddesi ile “avukatlık sözleşmesi” adı ile
bir sözleşme türünün hukukumuza kazandırıldığı söylenmekte ise de, kanımızca,
bu yeni bir kavram olmadan öteye gidemediği gibi, avukatla vekil eden
arasındaki ilişkinin TBK 502. maddesinde tanımı
yapılan, vekâlet akdine dayandığı gerçeğini de değiştirememiştir.
Bu
durumda, hukuki yardım talep eden kişinin, avukata başvurması ile birlikte
taraflar arasında vekâlet akdinin hükümleri işlemeye başlayacaktır.
Bilindiği
gibi, vekâlet akdi, TBK 502 vd .maddelerinde düzenlenmiş bir hukuki kurumdur.
Unutmadan söylemek isteriz ki, vekâlet akdinde ücret kurucu unsur olmamakla
beraber, eğer ücret alınması mutat ise, taraflar arasında ücret
kararlaştırılmamış olsa da yargı tarafından ücrete hükmedilebilir (TBK 502/3 ).
Bu hüküm de yukarıda anlattığımız ücretsiz iş alma yasağını kuvvetlendiren bir
başka hükümdür.
Avukat,
başvuran kişi ile yaptığı görüşmeyi Avukatlık Kanunu, HMK ile ilgili kurallara
uygun gerçekleştirmenin yanı sıra TBK’nın vekâlet akdi hükümlerine de uygun
olarak gerçekleştirmek zorundadır.
Avukat,
hukuki yardım talep eden kişinin anlattığı vakıalarla ulaşmak istediği sonucu
birlikte değerlendirerek, hukuki yardım talep eden kişinin istemi için hangi
hukuk kurumundan ya da kurumlarından yararlanması gerektiğini saptamak
zorundadır. Bu nedenle, avukat, bilimsel eserlerde yer alan soru sorma
tekniklerinden de yararlanmalıdır. Avukat bu saptamayı yaptıktan sonra, yardım
talep eden kişinin kendisine sunduğu delillerle bu sonuca ulaşılıp
ulaşılamayacağını irdelemelidir. Eğer sonuca ulaşmak için, gereken başkaca
delile gereksinim varsa, bunu da yardım isteyene bildirmeli ve sunumunu
beklemelidir. Delillerin aslını görmeye özen göstermelidir.
Bu
aşamadaki çalışma gerçekleştirilirken, hukukta araştırma yöntemlerini inceleyen
bilimsel eserlerde kendisine önerilen yöntemlere uygun davranmalı ve bu
çalışmayı mesleki özen borcuna uygun gerçekleştirmelidir. Çünkü vekâlet akdi
hükümlerine göre avukat sonucu garanti etmemekte ise de vekil edene karşı özen
borcu ile yükümlüdür. Avukatın özen borcu Av. K 34/1,134 ve BK 390/1
maddelerinde hüküm altına alınmıştır. Özen borcu danışma aşamasından
başlayarak, işin sonlandığı ana kadar devam etmektedir.
Kanımızca
avukata yüklenen bu özen borcunun benzeri, yardım talep eden vekil edene de
yüklenmiştir. Özellikle hatırlatmak isteriz ki, avukatlar gibi, vekalet akdi
ile sorumlu olan hekimlerin sorumluluğu işlenirken, son günlerde, hastaya
ilişkin özen borcundan da söz edilmeye başlanmıştır. Bu bizim düşüncemizi
doğrulayan bir husus olup, bunun hukuki yardımlarda da uygulanması gerektiğine
inanmaktayız. Çünkü taraflar arasındaki sorumluluk problemlerinin çözümünde
özen borcu inkâr edilmez ağırlıkta yer işgal etmektedir. Zaten yukarıda
değindiğimiz, HMK 29. maddesinde ifadesini bulan dürüst davranma ve doğruyu
söyleme kuralı da bunu zorunlu kılmaktadır.
Delillerin
yardım talep eden tarafından tamamının getirilmesi yada bulunduğu yerlerin
bildirilmesi hatta bulunduğu yerde incelenmesi gereken delilerin incelenmesi
için gereken yazılı belgelerin verilmesinin zorunlu olduğunu söyledik. Çünkü
HMK 194. maddede yer alan “somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi”
kuralı ile birlikte değerlendirilmesi gereken HMK 25/2, 119/1-f ve 121.
maddeleri, delillerin gösterilmesi görevini taraflara bırakmıştır. Taraflar bu
maddelerin kendilerine yüklediği yükümlülükler nedeni ile kendi iddiasını (tezini)
kanıtlayacak tüm delilleri belirlemek zorundadır. Dava dilekçesini bu
belirlemeye ve HMK 194. maddesinin emrettiği somutlaştırma kuralına uygun
olarak karşı tarafın ve mahkemenin incelemesine sunmak zorundadır. Bu nedenle
HMK 121. maddesi hükmü gereği davacı elinde olan delilleri dilekçesinin ekine
eklemek ve elinde olmayanların mahkeme dosyasına kazandırılması için gereken
açıklamaları yapmak ve masrafları karşılamak zorundadır.
Delillerin
karşı tarafın incelemesine sunulması HMK 118/1 maddesinin emri gereğidir. Bu
emir adil yargılanmayı sağlayacak olan kurallardan bir tanesini
oluşturmaktadır. Bilindiği gibi, adil yargılanma, her iki tarafa, eşitlik
temeline dayalı, her iki tarafa aktif olarak yargılamaya katılma, karşılıklı
olarak iddia ve savunmalarda bulunma, alınacak olan kararda da etkili olabilme
olanağının tanınmasıdır. (Süha 192). Davacının delillerini somutlaştırma ilkesi
doğrultusunda, davalının bilgisine sunması ile davalı savunmasını aktif bir
şekilde oluşturmak olanağına kavuşmaktadır. Üstelik uyuşmazlığa ilişkin hukuk
kurallarını belirlemek HMK m. 33/1 gereği hâkime yüklenmiş bir ödev ise de, hâkimin
bu konudaki görüşü en erken ön inceleme duruşmasında anlaşılmaktadır. Hâlbuki
davalı bu aşamadan önce savunmasını yapacağı için, kendisi açısından sürpriz
bir kararın oluşumunu önlemek açısından, maddi vakaları, bunların delilerini ve
bunlarla elde edilmek istenilen sonucun/talebin dayanağı olan hukuki nedenleri
de bilmek zorundadır.
Çoğunlukla
ilk konuşma sadece konunun şekillenmesine yardımcı olmaktadır. Bu konuşmayı
takiben avukat, elde ettiği bilgilerle, kendi çalışmasını tamamlamalı ve ikinci
kez görüşmede önerilerini de hukuki yardım isteyen kişiye bildirmelidir.
Avukatlık
Kanununun 53. maddesinin emredici hükmü gereği avukat, bir görüşme tutanağı
tutmak zorundadır. Uygulamada bu tutanağın tutulmasına özen gösterilmediği gibi
bu tutanağın sadece ilk görüşme ile sınırlı olduğu düşünülmektedir. Hâlbuki her
görüşmenin bu tutanakla yazılı hale getirilmesi hem gerekmektedir hem de
avukatın yararınadır. Vekâlet akdi hükümlerine göre sorumlu olan hekimlerin
tutmakla yükümlü olduğu “aydınlatılmış onam” belgesi olarak isimlendirilen
belgenin bir eşi olan bu tutanak özünde aynı yararları sağlamaktadır. Avukatla
vekil eden arasındaki uyuşmazlıklarda, bu tutanak vekil edenin avukata ne için
başvurduğunu, kendisine uyuşmazlığın çözümü için nelerin önerildiğini,
kendisinin hangi öneriyi kabul ettiğini, ilerideki tutanaklar ise, davanın
kabulünü, yeminden çekinmeyi, davadan ya da kanun yollarına başvurmaktan
çekinmeyi kanıtlayıcı niteliktedir. Her ne kadar vekâlet akdinin iş gördürenin
talimatı ile hareket etmeye yönelik kuralı bulunuyorsa da, avukat için bu
kuralı bire bir uygulamak mümkün değildir. Avukat kendi mesleki bilgi ve meslek
kuralları doğrultusunda bu kuralı esnek olarak uygulamaktadır.
Avukat
bu görüşme aşamasında, Avukatlık Kanununun hüküm altına aldığı,
- Çekişmeli
hakları edinemeyeceğini yani davanın sonucuna katılamayacağını
- İşin
gerekçe gösterilmeden reddi
- İşin
reddi zorunluluğu
- Her
iki tarafa hukuki yardım sağlamış olmak
Konularını
da değerlendirmesi gerekmektedir.
Avukat
önerilerini yaparken, davanın sulh ile çözümlenmesi olanağı varsa bunun
değerlendirilmesini de yapmak ve bu konuda davacıyı aydınlatmak zorundadır. Bu konudaki
görüşlerimi daha sonra daha detaylı olarak ifade etmek istemekteyim. Ancak, sulhun HUMK döneminden beri hatta Osmanlıdan
bu yana yasalarımızda yer aldığını, Avukatlık Kanunu m. 35/A’da avukata bir hak
olarak hükme bağlandığını, iş kanununda, aile hukukunda özel olarak
emredildiğini, ancak uygulamasının hep baltalandığını, cezadaki uzlaşmanın
savcı tekelli ve uygulanması mümkün olmayan bir yapıya dönüştüğünü, şimdiki
arabuluculuk çalışmalarının samimi olmadığını belirtmek isterim.
Bir
Yargıtay kararına göre, avukatın davanın ekonomik boyutu hakkında bilgi
vermemesi, haklı azle neden olabilmektedir. Bu nedenle, görüşme tutanağında
olası maliyeti bildirmekte yarar bulunmaktadır.
Görüşme
tutanağında nasıl bir hukuki yardım sağlanacağının kararı verildikten sonra, bu
tutanak birlikte imza altına alınır.
Bunu
takip eden iş ücret sözleşmesinin düzenlenmesidir. Bu konu daha detaylı olarak
anlatılacağı için bu aşamada bunun akdi vekâlet ücretinin ispatı açısından önem
taşıdığını bildirmek isterim.
İKİNCİ KISIM
VEKALETNAME
Hukuki
yardım talep eden kişi ile işin seyri ve ücret konusunda anlaştıktan sonra bu
kişinin noterden imzası onanmış bir vekâletname getirmesini istemek
gerekecektir.
Kural
olarak HMK 71 ve Av. K. 35/2 maddelerine göre dava ehliyeti bulunan herkes
davasını kendi açabilir. Dava ehliyeti ise, HMK 51. maddesinde hüküm altına alınmıştır.
Bu maddeye göre, TMK’nın belirlediği
şekilde medeni hakları kullanma ehliyetine sahip gerçek ve tüzel kişiler dava
ehliyetine de sahiptir. Eğer kişi medeni hakları kullanma ehliyetine sahip
değil ise, bu kişi hakkındaki dava, mahkemeden alınması gereken izin koşulu
yerine getirilerek, kanuni temsilcisi tarafından açılacaktır. Elbette, medeni
hakları kullanma ehliyetine sahip olmayan bir kişiye karşı açılmış davada da
onun yerine kanuni temsilcisi davayı takip edecektir.
Bazen
HMK 53/1 maddesine göre, davacı yerine takip yetkisi alan kişi davacı gibi dava
açabilir ve takip edebilir.
İster
dava ehliyetine sahip gerçek ya da tüzel kişi, isterse kanuni temsil yada takip
yetkisine sahip kişi davayı bizzat açmak ve takip etmek istemez ise, Avukatlık
Kanunu m. 35/1 gereği kendisini baro listesinde kayıtlı bir avukatla temsil
ettirmek zorundadır.
Tarafın
böyle bir tercihi olduğunda, taraf bunu noterden onanmış ve düzenlenmiş bir vekâletname
ile belgelemek durumundadır. Çünkü, HMK m. 76/1 gereği “Avukat açtığı ya da
takip ettiği dava ve işlerde, noter tarafından onaylanan yada düzenlenen vekâletname
aslını yada avukat tarafından onaylanmış aslına uygun örneğini, dava yahut
takip dosyasına konulmak üzere ibraz etmek zorundadır.” Bu maddenin istisnası
HMK m. 77/1’de hüküm altına alınmıştır. Söz konusu hükme göre, eğer
gecikmesinde zarar doğacak bir olay söz konusu ise ve bu durumun varlığı nedeni
ile mahkemeden gereken izin alınmış ise avukat verilen kesin süre içinde vekâletnamesini
ibraz etmek kaydı ile dava açabilir veya usul işlemlerini yapabilir. Maddenin yazılışından
bizim anladığımız, bu hakkın kullanılabilmesi için mutlaka mahkemeden izin
alınması gerektiğidir. Yoksa dava açıp ya da usul işlemlerini yaptıktan sonra, hâkimden
vekâletname sunmak için süre istemek bu madde kapsamına girmemelidir. Bu hakka
dayanarak dava açan avukat verilen süre içinde ya vekâletnamesini sunmalıdır ya
da tarafın mahkemeye bir dilekçe vermesini sağlamalıdır. Elbette tarafın
mahkemede hazır bulunup beyanda bulunması aynı anlama gelmektedir.
Noter
tarafından onanacak ya da düzenlenecek vekâletnamenin içeriğinin ne olacağının
saptanması 2001 yılında yürürlüğe giren 4667 sayılı Kanunun 36. Maddesindeki
hüküm nedeni ile, Türkiye Barolar Birliği ve Türkiye Noterler Birliği’nin ortak
çalışması ile saptanması gerekmektedir. Ancak o günden bugüne kadar TBB bu
konuda bir çalışma gerçekleştirmediği için bu husus TNB tarafından hazırlanan
örneklerle gerçekleştirilmektedir.
Bir vekâletnamede
açık hüküm olmasa bile, bu vekâletname HMK 73. maddesi hükmüne göre “…kanunda
özel yetki verilmesini gerektiren hususlar saklı kalmak üzere, hüküm
kesinleşinceye kadar, vekilin davanın takibi için gereken bütün işlemleri
yapmasına, hükmün yerine getirilmesine, yargılama giderlerinin tahsili ile buna
ilişkin makbuz vermesine…” yetkilerini içermektedir. Ayrıca, yasadan
kaynaklanan bu yetki “…bu işlemlerin kendisine karşı da yapılabilmesine ilişkin
yetkiyi kapsar.”
HMK m.
73/2 hükmüne göre, bu yetkiyi kısıtlamaya yönelik bütün sınırlandırıcı
işlemler, karşı taraf yönünden geçersizdir.”
Kanımızca burada en çok tartışma “hükmün yerine getirilmesi”
kavramının içine para alacağının tahsili, buna ilişkin makbuz verilmesi
yetkilerinin yani eski uygulamaya göre “ahzu kabz yetkisini” kapsayıp
kapsamadığı konusunda oluşacaktır. Kişisel kanımıza göre, bu
yazılım ahzu kabz yetkisi dediğimiz para alma yetkisini de kapsamaktadır.
Üstelik bunun sınırlandırılması davanın karşı tarafı için geçerli değildir.
HMK
74/1 maddesi, özel yetki gerektiren halleri “Açıkça yetki verilmemiş ise vekil;
sulh olamaz, hâkimi reddedemez, davanın tamamını ıslah edemez, yemin teklif
edemez, yemini kabul, iade veya reddedemez, başkasını tevkil edemez, haczi
kaldıramaz, müvekkilinin iflasını isteyemez, tahkim ve hakem sözleşmesi
yapamaz, konkordato veya sermaye şirketleri ve kooperatiflerin uzlaşma yoluyla
yeniden yapılandırılması teklifinde bulunamaz ve bunlara muvafakat veremez,
alternatif uyuşmazlık çözüm yollarına başvuramaz, davadan veya kanun
yollarından feragat edemez, karşı tarafı ibra ve davasını kabul edemez,
yargılamanın iadesi yoluna gidemez, hâkimlerin fiilleri sebebiyle Devlet
aleyhine tazminat davası açamaz, hangileri hakkında yetki verildiği
açıklanmadıkça kişiye sıkı sıkıya bağlı haklarla ilgili davaları açamaz ve
takip edemez.” şeklinde saymıştır. Bu sınırlamanın yanı sıra TBK’nın 504/3
maddesi ile de sınırlama getirilmiştir. TBK da yer alan sınırlamalar “Vekil,
özel olarak yetkili kılınmadıkça dava açamaz, sulh olamaz, hakeme başvuramaz,
iflas, iflasın ertelenmesi ve konkordato talep edemez, kambiyo taahhüdünde
bulunamaz, bağışlama yapamaz, kefil olamaz, taşınmazı devredemez ve bir hak ile
sınırlandıramaz”.dır.
TTK
da yer alan, yetki devrinin tescil ve ilanına ilişkin kuralın, avukat
tarafından temsil için nasıl sonuç doğuracağının bir an önce incelenmesi ve
sonuçlandırılması gerektiğine inanmaktayız.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
DAVA DİLEKÇESİNİN HAZIRLANMASI
Dava
dilekçesinin içeriğinin nasıl olacağı HMK 119. maddesinde düzenlenmiştir.
Kanımca, bu madde dört bölümde incelenebilir ve birinci bölüm, HMK 119/1-a’da
hükme bağlanan Mahkemenin adı ile ilgili kısım olmalıdır.
Mahkemenin
adı, son derece sade bir hükmü içermekte ise de, özünde önce yargı yeri
belirlemesinin daha sonra ise görev ve yetki dediğimiz hukuksal kavramların
doğru yorumlanması ile çözümlenebilecek bir konudur.
Görev
HMK 1. maddesinde düzenlenmiştir. Söz konusu maddeye göre, görev kamu düzenine
ilişkin olup HMK 114/1-c hükmü gereği dava şartıdır. Bu nedenle davanın her
aşamasında, özellikle, ön inceleme öncesi dava dosyası üzerinden yapacağı
değerlendirmede, hâkim, tarafların talebi ile ya da resen görev konusunu
inceleyebilir ve karar bağlayabilir.
HMK
asliye mahkemelerini asıl mahkeme olarak değerlendirmiştir. Bu nedenle HMK 4.
maddesinde ya da başka kanunlarda açıkça sulh hukuk mahkemelerinin görev
alanına giren davaların dışında kalan tüm davaların asliye hukuk mahkemesinde
görülmesi gerektiğini hükme bağlamıştır.
Yetki
HMK’da yer alan birden fazla madde ile düzenlenmiştir. Bu maddeleri incelediğimizde,
yetkinin önce kesin yetki ve kesin olmayan yetki diye ikiye ayrıldığını, daha
sonra ise genel yetkili mahkemeler ve özel yetkili mahkemeler olarak ikiye
ayrıldığını, özel yetkili mahkemelerin belirlenmesi için davanın konusuna göre,
değişik yetkili mahkemelerin yetkili kılındığını görmekteyiz. Bu çalışmanın
sınırları açısından, genel yetki kuralının HMK 6/1 maddesinde “Genel yetkili
mahkeme, davalı gerçek veya tüzel kişinin davanın açıldığı tarihteki yerleşim
yeri mahkemesidir.” diye tanımlandığını HMK 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15 ve 16.
maddelerinde özel yetkili mahkemeleri saydığını söylemekle yetineceğiz. Elbette
başka yasalarda yer alan yetki kurallarını da değerlendirmek zorunluluğumuz
bulunmaktadır.
Yetkiye
ilişkin açıklamalar yapılırken, birden fazla davalının bulunması halinde ne
yapılacağı konusuna da değinmekte yarar bulunmaktadır. HMK 7/1. maddesine göre
“Davalı birden fazla ise dava, bunlardan birinin yerleşim yeri mahkemesinde
açılabilir. Ancak, dava sebebine göre kanunda, davalıların tamamı hakkında
ortak yetkiyi taşıyan bir mahkeme belirtilmişse, davaya o yer mahkemesinde
bakılır.” Söz konusu maddenin ikinci fıkrası davalıların birden fazla olması
halinde kötü niyetli davacıyı önlemek açısından “…davanın, davalılardan birini
sırf kendi yerleşim yeri mahkemesinden başka bir mahkemeye getirmek amacıyla
açıldığı, delillerle veya belirtilerle anlaşılırsa, mahkeme ilgili davalının
itirazı üzerine, onun hakkındaki davayı ayırarak yetkisizlik kararı verir.”
Maddenin ikinci fıkrasının değerlendirilmesinde, yasa koyucunun usulün genel
ilkesi olan kati ispat koşulundan ayrılarak belirtilere dayalı olarak olası
ispatı da kabul ettiğini görmekteyiz. Kanımızca bunun nedeni, kötü niyetin
kanıtlanmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır.
Eğer
davacı ve davalı tacir ya da kamu tüzel kişi ise, bunlar aralarında doğmuş ya da
doğacak uyuşmazlıklar için HMK m. 17/1’de hükme bağlandığı gibi, yetki
sözleşmesi yapabilirler. Yetki sözleşmesinde birden fazla yetkili mahkeme
gösterilebilir. Eğer yetki sözleşmesinde aksi kararlaştırılmamış ise, yani
uyuşmazlık için genel yetkili mahkemeye ya da özel yetkili mahkemeye
başvurmanın mümkün olacağı belirtilmemiş ise, yetki sözleşmesi yapan kişiler
arasındaki dava mutlaka bu sözleşmede yer alan mahkemede yapılır. Bu nedenle
kesin yetki kuralının varlığından söz edilebilir.
Cevap
aradığımız bir soruyu sizlerle paylaşmak isterim: Eğer usulüne uygun olarak
yapılan yetki sözleşmesi, birden fazla yetkili mahkeme belirlemiş ise, davalı,
davacının bunlardan birini seçerken, davalıyı zor durumda bırakmak amacını
taşıdığı iddiasında bulunabilir mi?
Görev
ve yetkiye ilişkin kararların ve bunların sonuçlarının neler olabileceğini ise,
karar verme aşamasında incelemeyi tercih ettik.
Dava
dilekçesinin incelenmesi aşamasında ikinci bölümü, HMK m. 119/1-b, c ve ç bölümlerinden oluşan
kimlik bilgileri bölümü oluşturmalıdır. Bu bölüm Yasa’da açıkça hükme bağlanmış
olup başkaca bir açıklamaya gerek yoktur. Söz konusu maddenin 2. fıkrasına
göre, kimlik bilgilerini oluşturan b, c ve ç’ye ilişkin bilgilerde bir eksiklik
varsa, hâkim, davacıya vereceği iki haftalık kesin süre içinde bunun
tamamlanmasını isteyecektir.
Dava
dilekçesinin incelenmesinde üçüncü bölümü devletin akçalı hakları
oluşturmaktadır. HMK m. 119/1-d hükmüne göre “Davanın konusu ve malvarlığı
haklarına ilişkin davalarda, dava konusunun değeri” belirtilmelidir. Burada
malvarlığına ilişkin dava ayrımı yapılmıştır. Çünkü diğer davalarda alınan harç,
maktu harçtır. Mal varlığına ilişkin davalarda ise nispi harç alınmaktadır.
Devlet vermiş olduğu yargı hizmeti karşılığında, bir bedel almaktadır. Harçlar
Kanununa koyduğu hükümlerle bunun doğru ödenmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu
hüküm burada yer almakla birlikte yaptırımları Harçlar Kanununda bulunmaktadır.
Bu yaptırımların neler olduğunu da yeri geldiğinde inceleyeceğiz.
Dava
dilekçesinin dördüncü ve son bölümü dilekçenin gövdesidir. Bu bölümü dört ayrı
alt başlık halinde değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. Alt bölümler HMK 119/1-e,
f, g ve ğ maddelerinde tek tek açıklanmıştır.
HMK 119/1-e
maddesine göre davacı, iddiasının dayanağı olan bütün vakıaları bildirmekle
yükümlüdür. Bu maddeyi değerlendirirken, iddiamızın sınırlarını doğru çizmek
zorundayız. Görevli ve yetkili mahkeme her ne kadar iddiamız gibi görünmüyor
ise de özünde, bunlar da bizim iddiamızı oluşturmaktadır. Örneğin bir anonim
şirketin genel kurulunda alınan bir kararın iptali davası açılacak ise,
şirketin merkezinin maddi vakıa olarak bildirilmesi gerektiğine inanmaktayız.
Çünkü ortaklarla şirket arasındaki davalar şirket merkezinin bulunduğu yerdeki
asliye ticaret mahkemesinde açılır, bu husus kamu düzenine aittir.
Aynı
şekilde, böylesi bir davada davacı olabilmek, şirket ortaklarına ilişkin
haklardandır. O halde, davacının şirket ortağı olduğu da bir şekilde belirtilmelidir.
Bu maddi vakıa aynı zamanda şirketin davalı olduğunu da gösteren maddi
vakıadır.
TTK
ya göre, toplantıya katılan ortak ile toplantıya katılmayan ortağın hangi
konularda, genel kurul kararının iptali davası açabileceğini hükme bağlamıştır.
Bu nedenle, toplantıya katılıp katılmadığımızı da maddi vakıa olarak
belirtmemiz gerekecektir.
Elbette
kararın iptali için ileri sürdüğümüz maddi vakıaları da belirtmemiz
gerekecektir. Bu belirtmeyi yaparken, yasanın aradığı koşulların yanı sıra,
Yargıtay kararlarından da yararlanmamız gerekir. Örneğin genel kurula katılan
bir ortağın iptal davası açması için sadece olumsuz oy kullanması yeterli
olmamaktadır. Olumsuz oyunun yanı sıra, muhalefetini bildirmiş olması ve bunu
toplantı tutanağına işletmesi de gerekmektedir. Bu husus Yargıtay tarafından
dava şartı olarak kabul edilmektedir. Hatta Yargıtay’a göre, iptal davasının
sınırları bu muhalefet şerhine göre belirlenmelidir. Gene Yargıtay’a göre bu
muhalefet şerhini oluşturan konunun genel kurula sunulmuş ve tartışılmış olması
da gerekmektedir.
Davacı
bu yükümlülüklerini yerine getirirken,
29. maddeye uygun davranarak dürüst ve doğru bir şekilde vakıaları
sunmalıdır. Bilindiği gibi vakıaları sunma görevi aynı zamanda HMK m. 25/1
gereği de davacıya yüklenmiş bir görevdir.
HMK
119/1-f hükmü gereği davacı dava dilekçesinde yer alan her bir vakıanın hangi
delille kanıtlanacağını da belirtmek zorundadır. Bu husus, HMK 194. maddesinin
de hüküm altına aldığı bir husustur. Üstelik davacı sadece bildirmek
yükümlülüğü altında olmayıp HMK 121/1 gereği elinde olan delilleri mahkemeye
sunmakla yükümlüdür. Davacı elinde bulunmayan delilleri bildirirken mahkeme
tarafından bunların getirtilebilmesi için gereken açıklamaları da yapmakla
yükümlüdür. Bu yükümlülük HMK m. 121’de düzenlenmiştir.
HMK
119/1-g hükmü gereği davacı hukuki nedenleri de saymakla yükümlüdür.
HMK
119/1-ğ hükmü gereği davacı, dava ile elde etmek istediği talebi de açık bir
dille belirtmeli ve imzaya ilişkin noksanları tamamlamalıdır.
Dava
dilekçesi hazırlanırken davada var olan hukuki yarar da belirtilmesi gereken
hususlardandır. Çünkü hukuki yarar dava şartıdır.
DÖRDÜNCÜ
KISIM
DAVA
ÇEŞİTLERİ ARASINDAN SEÇİM YAPMAK
Dava
dilekçesi hazırlanırken, HMK m. 105 vd. maddelerinde düzenlenen 9 çeşit dava
türünden biri seçilmelidir.
Bu
davalar arasında yer alan ve HMK 105. maddesi ile düzenlenen “Eda davası” en
çok seçilen ve en klasik dava türüdür. Davacı bu dava ile davalıdan bir şey
verilmesini, yapılmasını ya da yapılmamasını talep etmektedir.
Eğer
davacının, davalıdan olan talebi, birbirinden bağımsız asli taleplerden oluşuyorsa
ve bu davalar aynı yargı çeşidi içinde yer alması ve tüm davalar için bir ortak
yetkili mahkemenin bulunması halinde, davacı, birden fazla eda davasını HMK 110. maddesi hükmünden yararlanarak aynı
dava içinde açabilir. İşte bu şekilde açılmış davalara “Davaların Yığılması”
adını vermekteyiz.
Eğer
talepler arasında aslilik ve fer’ilik ilişkisi varsa bu kez davasını HMK 111.
maddesinde belirtilen “Terditli Dava” olarak açması gerekecektir.
Davacı,
davası ile yeni bir hukuki durum yaratılması veya mevcut bir hukuki durumun
içeriğinin değiştirilmesi yahut ortadan kaldırılmasını talep ediyorsa, bu kez
davacı HMK 108. maddede yer alan “İnşai Dava” türünden yararlanmalıdır. Ancak,
bu dava türünden yararlanmak isteyen davacı HMK 108/2 maddesinde hükme bağlanan
kural gereği, inşai hakkın dava yolu ile kullanılmasının zorunlu olup
olmadığını irdelemek ve eğer zorunlu değilse bu dava türünü kullanmamak
zorundadır.
Davacının
talebi, bir hakkın veya hukuki ilişkinin varlığının ya da yokluğunun saptanması
ise, davacı bu durumda HMK 106. maddede hükme bağlanan “Tespit Davası” yolu ile
hakkını aramalıdır. HMK 106/ maddesi hak ve
hukuki ilişki için bu dava türünden yaralanmaya olanak vermiştir. Bu hususu
pekiştirmek için de HMK 106/3 maddesinde maddi vakıalar için tespit davası
açılamayacağını belirtmiştir. Ancak tespit davası açılırken HMK 106/2
maddesinin hükme bağladığı “bu davanın açılmasında davacının hukuki yararı
bulunmalıdır” kuralını da unutmamak gerekir.
Tespit
davası, bir belgenin sahte olup olmadığını saptanması için de kullanılan dava
türüdür. HMK 106/1 maddesi hükmü gereği, sahtecilik iddiası için senedin delil
olarak kullanıldığı mahkemedeki dava dışında ayrı bir dava açılabileceği ve/veya
ceza yargılamasına başvurulacağı gibi, sahtecilik iddiası HMK m. 211 hükmü
gereği, söz konusu senedin delil olarak sunulduğu davada da incelenebilir.
Kanımızca en doğru yol asıl davanın
içinde çözümlenmesidir. Çünkü böylece bir başka mahkemenin kararı bekletici
mesele yapılmayacak uyuşmazlık bir dava içinde çözümlenecektir. Ceza
yargılamasına başvurmadan önce bu yolun denenmiş olması halinde HMK 214/1
maddesinde hükme bağlanan, “belgenin sahte olmadığına dair hukuk mahkemesince
verilen karar kesinleştikten sonra, söz konusu belge hakkında ceza mahkemesinde
sahtecilik iddiası dinlenmez.” Sınırlama nedeni ile vakit kaybedilmemiş olur.
Üstelik aynı maddenin ikinci fıkrasına göre, ceza mahkemesinin ceza verilmesine
yer olmadığına ya da beraatta ilişkin kararı hukuk mahkemesini bağlamayacağı
için bu davranış sadece yargılamayı uzatacaktır. Kanımızca, yasa koyucu burada
özel hukuk ilişkisini, ceza hukuku ilişkisinden önde görmüş ve bu kez ceza
mahkemesinin hukuk mahkemesinin kararını beklemesi gerektiğini ihsas etmiştir.
Bu
güne kadar alışık olmadığımız ve HMK 113. maddesinde hükme bağlanan, bir dava
türü olan “Topluluk Davası”ndan da söz etmek gerekmektedir. Bu dava türünde
davacı dernek ve diğer tüzel kişilerdir. Bu dava türünde tüzel kişilerin
statüleri olanak veriyorsa, temsil ettikleri kesimin menfaatlerini korumak
için, bu dava türünü kendi adlarına açabilirler. Tüzel kişilerin kendi adlarına
açılmış bu dava türünde talepleri mensuplarının haklarının tespiti, hukuka
aykırı durumun giderilmesi yahut mensupların gelecekteki haklarının ihlal
edilmesinin önüne geçilmesidir.
Son
olarak görmek istediğimiz dava türü HMK 112. maddesinde düzenlenen “Seçimlik Dava”dır.
Bu dava da hukukumuza yeni kazandırılan bir dava türüdür. Bu dava türünde maddi
hukuk açısından davalıya tanınmış olan bir seçimlik hakkın varlığı aranır. Eski
hukukumuzda, davalının seçimlik hakkı kullanmaması nedeniyle davacı hakkını
alamamakta idi. HMK ile bu olumsuzluğun giderilmesine çalışılmıştır. Davalının seçimlik hakkını kullanması halinde
açılan bu davada davacı hükümle davalının seçimlik borçlarının hepsi için hüküm
kurulmasını talep eder. Hükmün verilmesinden sonra, davacı dileği seçimlik
hakkını icraya koyar. Ancak, borçlu bu durumda da hükümde yer alan seçimlik
borçlara ilişkin hükümlerde yer alan istediği herhangi bir borcu ödeyerek
borcundan kurtulur.
HMK’nın
hukuk sistemimize getirdiği bir çözümsüzlük ise, belirsiz alacak ve tespit
davası ile kısmi davasıdır. Bu iki türün bir
birinden ayrılıklarını ve yasanın hangi olanaklarla açılmasına izin verdiği
yasanın çıktığı günden bugüne kadar tartışılmaktadır. Bu nedenle, bu konuda
bilgi vermek yerine bu konudaki blogumda yer alan yazıları ve içeriğindeki
Yargıtay kararlarını okumanızı öneririm.
BEŞİNCİ
KISIM
HAKSIZ
DAVA AÇILMASI
Gerek
avukat olarak bizlerin, gerekse yargıçların çok az uygulama gereğini hissettiği
kurallardan biri de HMK 329. maddesinde yer alan “kötü niyetle veya haksız dava
açılması”na ilişkin hükümlerdir. Bu maddeye göre, “…hiçbir hakkı olmadığı halde
dava açan taraf, yargılama giderlerinden başka, diğer tarafın vekili ile
aralarında kararlaştırılan vekâlet ücretinin tamamı veya bir kısmını ödemeye mahkûm
edilebilir.” Ayrıca söz konusu maddenin ikinci fıkrasına göre 500 TL idari para
cezasına çarptırılır. Bu hükmün devamında yer alan hükme göre, hiçbir hakkı
olmadığı halde dava açan tarafın bu davranışına vekil sebep olmuş ise bu idari
para cezası vekile hükmedilir. Bu hüküm nedeni ile dava açarken gereken özenin
hem davacı hem de kendimiz için gösterilmesi gerektiğine inanmaktayız.
ALTINCI
KISIM
DAVANIN
AÇILMASI
Zamanaşımı
ve hak düşürücü süreler açısından davanın açıldığı tarihin önemi büyüktür. HMK
118/1 maddesine göre, dava dilekçesinin kaydedildiği tarih davanın açıldığı
tarih olarak kabul edilir. Davacı davalı sayısından bir fazla olarak
hazırlayacağı dava dilekçelerini HMK m. 121 gereği ekleri ile birlikte
mahkemeye sunarak davanın açılmasını sağlar. Davacı, dava dilekçesini sunarken,
HMK m. 120 maddesi doğrultusunda Harçlar Kanunu gereğince harcı ve HMK
gereğince dava gider avansını yatırır. Avansın yeterli olmadığı dava sırasında
anlaşılırsa, mahkeme davacıya avansın tamamlanması için iki haftalık kesin süre
verir. Bu süre içinde avansa ilişkin
noksanlık giderilmemiş ise mahkeme davayı usulden reddeder.
Harcın
yatırılmamış ya da noksan yatırılmış olması halinde ise harçlar kanunu
hükümlerine göre bu noksan giderilinceye kadar davaya bakılmaz dava olduğu
aşamada kalır. Harçlar Kanununun 30 maddesi hükmüne göre, bu sürede harç
tamamlanmaz ise HUMK 409 maddesinin uygulanması gerekir. HUMK 409 açılmamış
sayılmasına ilişkin kuralımız olup, bu maddenin karşılı HMK 150 maddesidir.
YEDİNCİ
KISIM
DAVA
DİLEKÇESİNİN ALINMASI İLE MAHKEMENİN YAPMASI GEREKENLER
Kanımızca,
dava dilekçesinin mahkemeye ulaşması ile birlikte, mahkeme, dilekçenin HMK
119/1 gereği dava dilekçesinde bulunması gereken hususların olup olmadığını,
eğer noksan varsa bunun aynı madde gereğince tamamlanabilecek hususlar olup
olmadığını saptar ve bunu davacıya bildirir. Davacının bu noksanları kanunda
belirtilen iki haftalık süre içinde tamamlamaması halinde davayı usulden reddeder.
Aynı
zamanda HMK 114. maddede yer alan dava şartlarının var olup olmadığını
araştırır ve eğer bir noksanlık varsa bunun tamamlanması için de yasanın
emrettiği iki haftalık süreyi verir. Bu süre içinde noksanlar giderilmez ise
davanın usulden reddine karar verir.
Dava
dilekçesinin noksanlarının ve dava şartlarının ön inceleme duruşmasından önce yapılması gerektiği kanısına HMK 137 ve 138.
maddelerini, daha doğrusu önce 138. maddeyi daha sonra 137. maddeyi yorumlayarak
ulaşmaktayız. Çünkü 138. maddeye göre, “Mahkeme, öncelikle dava şartları ve ilk
itirazlar hakkında dosya üzerinden karar verir.” Bu maddenin devam eden
sözcüklerine göre, dosya üzerinden karar verme aşamasında, hâkim gerek görürse,
tarafları ön inceleme duruşmasında dinleyebilir. Maddenin yazılışından da
anlaşılacağı gibi, dava şartlarının ön inceleme duruşmasından önce ve dosya
üzerinden verilmesi ana kural bu konuların ön incelemede tarafların dinlenmesi
ile birlikte karara bağlanması hâkimin bu konudaki kararına bağlıdır.
Aynı
şey ilk itirazlar için de geçerlidir. Çünkü HMK m. 137 ve 138, ilk itirazları
da içerecek şekilde kaleme alınmıştır. Ancak HMK 116/1 maddesinde düzenlenen
ilk itirazların var olup olmadığı cevap
dilekçesinin verilmesi ile ortaya çıkacaktır. Bu nedenle kanımızca, dava
dilekçesinde bir noksan varsa ve/veya dava şartı nedeni ile davanın reddedilmesi
gerekecek ise, davalının cevap vermesini beklemeye hatta dava dilekçesini ona
tebliğ etmeye bile gerek yoktur.
Eğer,
dava dilekçesinde noksan yok ya da tamamlanmış ise aynı şekilde dava
şartlarında noksan yok yada tamamlanmış ise, dava dilekçesi davalılara
gönderilir.
SEKİNCİ
KISIM
CEVAP
DİLEKÇESİ
Dava
dilekçesini alan davalı, HMK 127/1 maddesi gereği tebliğden itibaren iki hafta
içinde cevabını hazırlayarak mahkemeye sunmak zorundadır. Eğer davalı iki
haftalık süre içinde cevabını hazırlayamayacak ise, HMK 127/1 hükmünden
yararlanarak bir defaya mahsus olmak üzere bir ayı geçmemek üzere süre talep
eder. Bu konudaki talep, cevap süresi için tanınan iki haftalık süre içinde
yapılmalıdır. Ek cevap süresi verildiğinde, bu konudaki karar taraflara tebliğ
edilir.
Burada,
talebin reddi halinde ret kararının tebliğ edilip edilmeyeceği, eğer ret kararı
davalıya iki haftalık sürenin geçmesinden sonra ulaşırsa, davalının cevap
dilekçesi verme hakkının devam edip etmediği konuları kanımızca cevap bekleyen
sorulardır.
Cevap
dilekçesinin içeriği HMK 129/1 maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde ile HMK 119.
maddesini karşılaştırdığımızda cevap dilekçesinin hazırlanmasında da dava
dilekçesinde uygulanması gereken formatın aynısının benimsendiği görülecektir.
Cevap dilekçesinde de, dilekçenin en önemli bölümünü, davalının sunduğu maddi
vakıalar, bunların kanıtlanması için davalının delilleri, davalının hukuki
nedenleri ve talebi oluşturmaktadır.
Davalı,
cevap dilekçesini hazırlarken, HMK 329. maddesinin kötü niyetli davalıyı cezalandırdığını
hatta HMK 327. maddesi ile dürüstlük kurallarına aykırı davranan için yargılama
giderlerinin uygulanmasındaki ağılaştırıcı hükümlerin uygulandığını, unutmamalıdır.
HMK 29. maddesinde yer alan ve davalı için de bağlayıcılığı olan dürüst
davranma ve doğruyu söyleme yükümlülüğü ışığında cevabı hazırlamalıdır.
Bu
nedenle, davalı önce davacının talebinde haklı olup olmadığını ya da hangi
oranda haklı olduğunu saptamalıdır. Eğer davacı tamamen haklı ise davanın
kabulü, kısmen haklı ise kısmi kabul olarak cevap dilekçesini hazırlamalıdır.
Davanın
tamamı kabul edilmiş ise, davalının bu kabul beyanı başkaca bir işleme gerek
olmadan davayı sonlandıran bir davranıştır. Hâkim bu beyana dayalı olarak
davaya son verir ve yargılama giderlerine hükmederken bu hususu göz önüne alır.
Eğer
kısmi kabul varsa, dava geri kalan uyuşmazlık üzerinden ya da talep olunan
değerin kabul edilmeyen kısmı üzerinden devam eder.
Davalı
davanın reddedilmesine ilişkin talebinde ve özellikle kısmi kabulde, davacının
Av.K. 35/A maddesine ya da bir başka yasa maddesine dayalı sulh teklifi varsa
bunu değerlendirmeli yoksa kendisinin böyle bir teklif yapıp yapmayacağını
düşünmelidir. Unutmamalıdır ki zaten HMK 137/1 maddesi doğrultusunda hatta
diğer yasa maddeleri doğrultusunda hakim taraflara sulh teklif edecektir. Bunu hâkime
bırakmadan kendisi, bunu ön inceleme duruşmasından önce gündeme getirerek zaman
kazanmış olacaktır.
Davalı,
HMK 187 ve 188. maddelerini de dikkate alarak, davacının sunduğu maddi
vakıalardan kabul ettiği yani yasal deyimi ile ikrar edilmesi gerekenler varsa
bunu açık yüreklilikle bildirmelidir. Bu davranışla,
getirilmesi gereken delillerin sayısını azaltacak, uyuşmazlığın çözümünde
kanıtlanması gereken maddi vakıaların sayısı da azalacağı için daha doğru ve
daha çabuk karar verilmesine katkı sağlayacaktır. Böylece HMK 30.
maddede hâkime bir ödev olarak yüklenen usul ekonomisi ilkesinin uygulanabilir
hale gelmesine yardımcı olacaktır.
Davalı,
davacı tarafından sunulan ve kendisi açısından gerçekle bağdaşmayan maddi
vakıalar ya da sunulmayarak yargılamanın davacı lehine sonuçlanmasına yarayacak
maddi vakıalar varsa bunları cevap dilekçesinde HMK 25. maddesinin, yani
taraflarca getirilme ilkesinin kendisine yüklediği yükümlülük ışığında yerine
getirmelidir.
Davalı
da davacı gibi bildirdiği maddi vakıalar için delillerini HMK 194/1 maddesinde
hükmüne uygun olarak somutlaştırmalı, elinde bulunan delilleri cevap dilekçesi
ekinde sunmalı olmayanların getirilmesi için yeterli açıklamayı yapmalıdır.
Cevap
dilekçesi hazırlanırken ilk itirazların kapsamında kalan bir konu olup olmadığı
saptanmalı ve varsa dilekçede öncelikle bu konuya yer verilmelidir. Bilindiği
gibi, HMK 131/1 hükmü gereği ilk itirazlar ancak, cevap dilekçesi ile
yapılabilir. Eğer cevap dilekçesinde ilk itirazlara yer verilmemiş ise cevap
dilekçesi verme süresi bitmemiş bile olsa ilk itirazlar için yeni bir dilekçe
verilemez. HUMK uygulaması dönemine ilişkin Yargıtay kararına göre de süre
içinde ikinci bir dilekçe verme olanağı yoktur.
Uygulamada,
cevap dilekçesi ile birlikte delil gideri talep edilmektedir. Öncelikle
belirtmek isteriz ki delil gideri dava gideri değildir. Bunun yatırılmamış
olmasından ötürü davanın usulden reddi söz konusu olmaz, olsa olsa gideri
verilmeyen delil değerlendirme dışı bırakılır. Kanımızca bunun baştan alınmış
olması hâkimin ve yargı teşkilatının işini kolaylaştırmaktadır. Ancak,
davalının mali yükünü arttırmaktadır. Gene bizim kanımıza göre, delillerin
toplanmasına ön inceleme duruşmasında dosya ile ilgisi olan delillerin
belirlenmesinden sonra karar verilecektir. Bu nedenle delil giderinin
istenmesine ön incelemede karar verilmesi daha doğru olur.
DOKUZUNCU
KISIM
GÖREV
İTİRAZI, KESİN YETKİ İTİRAZI VE DAVA ŞARTI NOKSANI
Bilindiği
gibi, görev ve kesin yetki kuralına bağlı yetki, kamu düzenine ilişkin olduğu
için davalının itirazına gerek olmaksızın hâkim tarafından resen incelenir. Bu
nedenle, bu konudaki itirazların cevap dilekçesinde yer alması, dava ekonomisi
açısından hâkime yardımcı olması açısından doğrudur.
Dava
şartı noksanları içinde aynı şeyleri söylememiz gerekmektedir.
ONUNCU
KISIM
İLK
İTİRAZLAR
HMK
116/1 maddesinde yer alan hükme göre ilk itirazlar üç adettir. Bunlar:
- Kesin
yetki kuralının bulunmadığı hallerde yetki itirazı
- Uyuşmazlığın
tahkim yolu ile çözümlenmesi gerektiği itirazı
- İş
bölümü itirazı
HMK
117. maddesi, ilk itirazların mutlaka cevap dilekçesi içerisinde yer alması
gerektiğini belirtmektedir. Gene aynı maddeye göre, ilk itirazlar, dava
şartlarından sonra incelenmeli ve ön sorun gibi çözümlenmelidir. Yasada yer
alan bu hüküm nedeni ile ön sorunun ne olduğunu bilmekte yarar bulunmaktadır.
Ön sorun, ön inceleme ve bekletici sorun kavramlarından
farklı bir kavramdır. HMK 163 ve 164. maddelerinde düzenlenmiştir. Yasa ön
sorunun tarifini yapmamıştır. Ancak HUMK 222, 223 ve 224. maddelerinde ki
düzenlemeye paralel olarak getirilen bu hüküm yabancımız değildir. Eski
uygulamaya göre, yetki gibi sorunlar davanın tamamı ile birlikte çözülmek
yerine tek tek çözümlenebilir. Elbette bu sorunun davanın çözümlenmesinde bir
katkısı olması gerekir. Ön sorunun öncelikle çözümlenmesi gerekip gerekmediğine
karar vermek tahkikat hâkiminin görevidir. Ancak yetki konusunda hâkimin takdir
hakkı yoktur. HMK 117. maddesi gereği, mutlaka karara bağlamak zorundadır.
Hâkim
dava şartlarını, dava dilekçesinin verilmesi ile birlikte inceleme olanağına
sahiptir. Hatta kanımızca, bu yasal görevidir. Ancak ilk itirazları
inceleyebilmesi için, ilk itirazları içeren cevap dilekçesinin mahkemeye
sunulmuş olması gerekmektedir. Hâkim, HMK 164/1 son cümleye göre,
“…belirleyeceği süre içinde varsa delilleriyle birlikte cevabını bildirmesi
için diğer tarafa tefhim ya da tebliğ eder.” Bilindiği gibi, cevap dilekçesinin
tebliği, yazılı ve yargılamaya tabi işlerde bir yasal zorunluluk ise de cevap
dilekçesi ilk itirazları içeriyorsa, özellikle bu hususu davacı tarafa tebliğ
ya da tefhim etmeli onun beyanını ve delilerini istemelidir.
Bilindiği
gibi, taraflar delilerini, dava
dilekçesi ve cevap dilekçesi ile birlikte vermek zorundadır. Yazılı yargılamada
iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı ikinci dilekçelerin
verilmesi aşamasından sonra başlayacağı için, bu nedenle taraflar ikinci
dilekçelerinde belirtilen olaylara karşı bu dilekçelerinde delil verebilirler.
Bu işin doğası gereğidir. Aksi takdirde iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve
genişletilmesi yasağının ikinci dilekçelerden sonra başlamasının bir yararı
olmayacağı gibi somutlaştırma kuralı ile bağdaşmayan bir durumun doğması söz
konusu olacaktır.
Olayı
basit yargılamaya ilişkin bir davada düşündüğümüzde, bir an için, davacının
ikinci dilekçe hakkı olmadığından ötürü, ilk itirazlara ilişkin olarak beyan ve
karşı delil sunma hakkı olmadığını düşünebiliriz. Ancak, HMK 164/1 ve 164/2’deki
açık hüküm ve HMK 31. maddesindeki hüküm nedeni ile bu düşüncenin doğru
olmadığını görebiliriz.
Hâkim
tüm ön sorunlarda olduğu gibi, ilk itirazlara ilişkin kararını da tefhim ya da
tebliğ etmek zorundadır.
ONBİRİNCİ
KISIM
KARŞI
DAVA
HMK’nın
cevap dilekçesi ile hükümlerinin yer aldığı ikinci bölümde 132 ve 133.
maddelerinde karşı dava incelenmiştir. HUMK döneminde, karşı davanın cevap
dilekçesi içeriğinde yer alması koşulu aranırken HMK bundan ayrılmış ve karşı
davanın cevap dilekçesi ile birlikte veya ondan önce ya da sonra açılmasının
bir önemi olmadığını, ancak mutlaka cevap dilekçesi vermek için gereken yasal
süre içinde yani iki haftalık süre içinde açılması gerektiğini hükme
bağlamıştır. Eğer HMK 133’de yer alan süre ile ilgili kurala uyulmamış ise hâkim
davaların ayrılmasına karar vermek zorundadır.
HMK
132/1-a ve b maddelerine göre karşı dava açılabilmesi için;
- Asıl
davanın açılmış ve halen görülmekte olması
- Karşı
davada ileri sürülecek olan talep ile asıl davada ileri sürülen talep arasında
takas ya da mahsup ilişkisinin bulunması yahut bu davalar arasında bağlantının
bulunması şarttır.
Bu
koşulları içermeyen bir karşı dava talebinin varlığı halinde söz konusu madde
hükmü gereği hâkim, davaları ayırarak dosyanın görevli mahkemeye gönderilmesine
karar verir.
Karşı
davaya karşı dava açılamaz.
Eğer
karşı dava açma süresi kaçırılmış ise, bu kez yeni bir dava açarak davaların
birleştirilmesi ya da koşulları varsa, davalardan birinin diğeri için bekletici
sorun yapılması talep edilebilir.
ON
İKİNCİ KISIM
CEVAP
DİLEKÇESİNDE NOKSAN BULUNMASI
Aynen
dava dilekçesinde de olduğu gibi hâkim cevap dilekçesinde eksiklik bulduğunda,
tamamlanması için davalıya HMK 130/1 hükmü gereği bir haftalık süre verir. Bu
süre içinde giderilmiş ise dilekçe işlemde kalır aksi takdirde verilmemiş
sayılır. Davalı tüm davayı inkâr etmiş durumuna düşer.
Karşılık
davayı içeren bir cevap dilekçesinde, hâkim, sanki iki dilekçe varmış gibi
işlem yapmalıdır. Bunlardan birinde hâkim cevap dilekçesini değerlendirmeli
diğerinde ise, karşılık dava nedeni ile yeni verilmiş bir dava dilekçesi varmış
gibi işlem yapmalıdır. Çünkü karşılık
dava yeni bir davadır. Yeni bir davanın tüm gerekleri bu dava için de
geçerlidir. Karşılık dava asıl davadan bağımsız olarak karara bağlanır. Asıl
davadan feragat edilmiş olması ya da bir başka nedenle hüküm kurulması veya
işlemden kaldırılması HMK 134/1 maddesi gereği, karşılık davanın karara
bağlanmasına etki etmez.
Bilindiği
HUMK’tan bu yana cevap dilekçesinin verilmemiş olması davanın inkârı olarak
kabul edilmektedir. Bu hüküm aynen HMK 128/1 maddesinde de hükme bağlanmıştır.
ON
ÜÇÜNCÜ KISIM
ÖN
İNCELEME
Buraya
kadar yapılan açıklamalardan anlaşılacağı gibi, hâkim dilekçenin unsurlarındaki
noksanın giderilmemesi, dava şartlarındaki nedenlerden ötürü, ya da ilk
itirazlardan ötürü, ön inceleme aşamasına geçmeden dosya üzerinden ya da sadece
bu konuya ilişkin olarak tarafları dinledikten sonra usulden ve esastan karar
verebilir.
Ön
inceleme, HMK ile hukuk sistemimize kazandırılmış bir hukuki kurum olarak
gösterilmekte ise de kanımızca bu doğru değildir. HUMK’ta yer alan 218 ve 388 maddeleri
büyük oranda ön inceleme kurumunun içeriğinde kalan maddelerdi. Hatta, HUMK 218
maddesinde yer alan davayla ilgisi olmayan/hüküm kurmaya etki etmeyecek
delillerin iadesine ilişkin madde, HMK’ya
aynı açıklıkla taşınmamış ise de HMK 189/4 bu amaçla yasada yer almıştır.
Kanımızca iki madde arasındaki bu fark nedeni ile uygulama ile giderilmesi
mümkün olsa da, bir boşluk yaratılmıştır.
Ön
inceleme ile ilk olarak söylemek istediğimiz, ön inceleme duruşmasına ait
tutanağın düzenlenmesine ilişkin hükümle genel olarak düzenlenen duruşma
tutanağı arasındaki farktır. HMK 140/3 maddesinin son iki cümlesine göre “Bu
tutanağın altı duruşmada hazır bulunan taraflarca imzalanır. Tahkikat bu
tutanak esas alınmak suretiyle yürütülür.” Halbuki HMK 154/1 ve 155/1
maddelerine göre duruşma tutanağı, HMK 154/2 maddesindeki istisna hariç, hâkim
tarafından, gerekirse özet olarak zabıt katibine yazdırılır ve hâkim ile zabıt
katibi tarafından imzalanır. Duruşma tutanağı, HMK 154/1 maddesine göre,
tarafların ve ilgililerin sözlü açıklamalarını içerdiğinden ötürü, o duruşmada
sözlü açıklamada bulunan kişinin açıklamasının altı bu kişiye, HMK 154/3-ç
hükmü gereği beyanda bulunana okunmak kaydı ile imzalattırılır. Özellikle,
ikrar, yeminin edası, davanın geri alınmasına muvafakat, davadan feragat,
davayı kabule ilişkin beyanlar ve sulh müzakereleri ile sonuçları, ilgilisine
imzalattırılmalıdır.
Bu
tutanak, ön inceleme duruşmasına ait tutanakta da olduğu gibi HMK 156/1 maddesi
gereği ispata yarar. Hâlbuki HMK m. 140/3 son cümleye göre, tahkikat ön
inceleme tutanağında yer alan hususlara göre yürütülür. Yani, ön inceleme
tutanağının ispat gücünün yanı sıra hâkimi ve tarafları bağlayıcı olma özelliği
bulunmaktadır. Yargılamanın yol haritasını göstermektedir. Üstelik açıkça hükme
bağlandığı gibi taraf imzası ile tamamlanmaktadır. Bu nedenle, öncelikle
belirtmek isteriz ki taraflardan biri ön inceleme tutanağında özellikle
tahkikatın devamını şekillendiren hususlarla ilgili olarak herhangi bir
endişesi varsa, bunu mutlaka tutanağa işlettirmelidir. Bir ihtimal, ileriki
tarihlerde, ön inceleme tutanağında yer alamayan ve kamu düzenini
ilgilendirmeyen bir husustan ötürü kanun yoluna başvurduğumuzda, bu hususun
tutanakta yer alamamasından ötürü kanun yolu istemimiz geri çevrilecektir.
Ön
inceleme duruşmasının yapılabilmesi için, tarafların dilekçelerini mahkemeye
sunmuş olmaları gerekmektedir. Bu işlem tamamlanmış ise, taraflara davetiye
çıkarılarak ön inceleme duruşması yapılacağı bildirilir. Söz konusu davetiyede
HMK m. 139/1 gereği davetiyede bulunması gereken hususların dışında “taraflara
sulh için gerekli hazırlığı yapmaları, duruşmaya sadece taraflardan birinin
gelmesi ve yargılamaya devam etmek istemesi durumunda, gelmeyen tarafın
yokluğunda yapılan işlemlere itiraz edemeyeceği ve diğer tarafın, onun
muvafakati olmadan iddia ve savunmasını genişletebileceği yahut
değiştirebileceği ayrıca ihtar edilir.”
Ön
inceleme duruşmasında, hâkim, tarafların üzerlerinde tasarruf edebilecekleri
davalarda, tarafları HMK m. 137/1 gereğince sulhe teşvik eder. HMK m. 140/2 gereğince
de, sulh konusunda bir sonuç alınacağı kanaatine varırsa, bir defaya mahsus
olmak üzere yeni bir duruşma günü tayin eder. Hâkimin tarafları sulhe teşvik
etmeden önce HMK 137/1 ve HMK 140/1 hükmü gereği, tarafların anlaşabildikleri
ve anlaşamadıkları hususları tespit etmesi gerekmektedir.
Eğer
taraflar sulh görüşmesinde bulunmuşlar ancak tam bir sonuç alamamışlarsa, bu
kez HMK m. 140/3 gereği anlaşabildikleri ve anlaşamadıkları hususları tespit
eder.
Her
iki halde de hâkim tarafından yapılan bu tespitler duruşma tutanağında
gösterilir ve tahkikat bu tutanakta yer alan bilgilere göre yürütülür.
Ön
inceleme duruşmasında hâkim eğer daha önce HMK 138/1 maddesine göre, dava
şartları ve ilk itirazlar hakkında, dosya üzerinden karar vermedi ise, HMK
140/1 maddesi gereği ön inceleme duruşmasında karar verir.
Hâkim
ön inceleme duruşmasında tarafların uyuşmazlık konularını ve anlaşabildikleri
ile anlaşamadıkları konuları tespit ile delillerin toplanması ve sunulması için
gereken işlemleri yapar.
HMK 140/5 maddesi delillerin sunulması ve delillerin
toplanmasından söz etmektedir. Bu maddeyi HUMK uygulamasında yaptığımız gibi
yanlış anlamamamız, delilleri hasretmek gibi yasada yer almayan bir kavramı
tekrar yaşatmamamız gerekmektedir. Bu madde, dava dilekçesinin içeriği, cevap
dilekçesinin içeriği maddeleri ile birlikte ve somutlaştırma kuralı ışığında
değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi, bu maddeler gereği, deliller
somutlaştırma kuralı gereği, dilekçelerde maddi vakıalarla birlikte
ilişkilendirilerek bildirilecek ve var olanlar dilekçe ekinde sunulacaktır.
Burada söz edilen yeniden delil bildirme değil, bildirilen delillerin dosyaya
kazandırılmasıdır. Dilekçeler aşamasından sonra dosyaya delil sunulması için
HMK’ya göre iki olanak vardır. Bunlardan biri HMK 31. maddesine göre hâkimin
taraflardan iddia ve savunma sınırları içinde kalmak ve hâkimin davayı
aydınlatma görevi kapsamını aşmamak kaydı ile istenilen delillerdir. Diğeri ise
HMK 145. maddede düzenlenen haldir. Bu maddenin ilk cümlesi “Taraflar kanunda
belirtilen süreden sonra delil gösteremezler” olup ana kuralı belirlemektedir.
Bu ana kural gereği delil ancak, dilekçeler aşamasında gösterilebilir. İstisna
ise, öncelikle, hâkimin iznine tabidir. Bunun yanı sıra, ya yargılamayı
geciktirme amacını taşımamalıdır ya da süresinde gösterilmemesi ilgili tarafın
kusurundan kaynaklanmamalıdır. Bunlar dışında dilekçeler aşamasından sonra
delil göstermek mümkün değildir.
Bu
aşamada, HMK 33/1 maddesi ve 2675 sayılı Kanun hükümleri gereği hâkim hukuku re’sen
uygulayacağı için, hangi delillerin dosyaya kazandırılması hangilerinin tarafa
iadesi gerektiğini de seçmiş olduğu hukuk kuralına göre karar vermelidir. Bu
karar doğrultusunda gereken deliller toplanmalıdır. Bu husus HUMK 218 maddesi
ile açıkça hükme bağlanmış olmasına rağmen HMK’da bu açıklıkta bir hüküm
yoktur. Özünde, dava dilekçesinde, cevap dilekçesinde yer alan, hukuki neden
bölümü adil yargılamanın gerçekleşmesi için gereken bir husustur. Bunun ön
inceleme tutanağında bu şekilde yer alması adil yargılanma ilkesinin hayata
geçmesine neden olacak bir eylemdir.
ONDÖRDÜNCÜ
KISIM
ÖN
İNCELEME SONRASI TAHKİKAT ÖNCESİ
Yasaya
ve Yargıtay kararlarına göre, ön incelemeye mazereti olmaksızın gelmeyen tarafa
bile, tahkikat duruşmasının bildirilmesi gerekmektedir. HMK 144. maddesine göre
yapılacak olan bu davette mahkeme en az iki haftalık süre vermek zorundadır.
Gene aynı maddeye göre, mahkeme bu süreyi re’sen ya da talep ile uzatabilir veya
kısaltabilir. Bu durumda, ön inceleme duruşması ile tahkikat aşaması arasında
ortalama iki haftalık bir zaman dilimi kalmaktadır. Bu süre nasıl
kullanılmalıdır?
Ön
inceleme duruşmasında hâkim taraflar arasında uyuşmazlığı saptamaktadır.
Üstelik hâkim tarafından yapılan bu çalışmaya taraflar da katılmakta ve
yargılamanın yol haritasını belirlemektedirler. Bu aşamada, hâkim, hukuki
değerlendirmeyi yaparak, tarafları sürpriz karar olasılığından korumakta ve
yargılamanın adil olarak oluşmasına katkı vermektedir. Hâkim
bu saptamaya paralel olarak, tarafların tasarruf edebileceği konularla sınırlı
kalmak kaydı ile taraflar arasında maddi vakıa açısından anlaştıkları konuları
da saptamakta ve HMK m. 188/1 gereği
ikrar olarak kabul edilen bu maddeleri kanıtlanmış kabul ederek bunlar için
delil toplama işlemi gerçekleştirmeyecektir. Hâkim, HMK m. 187/1 gereği
hem tarafların anlaşamadıkları maddi vakıaları ve bunlar için gösterilen
delilleri arasında hangi deliller ile kanıtlanacağını saptar. Daha önce de
söylediğimiz gibi HMK 189/4 ve 297 maddelerinde olduğu gibi uyuşmazlığı çözmeye
katkısı olmayacak delillerin toplanması için bir emek ve zaman harcanmasının
önüne geçer.
Kanımızca,
hâkim, ön inceleme duruşmasının sonunda hemen tahkikat duruşmasının gününü
saptamamalı, başka yerlerden getirilmesi gereken deliller varsa bunların
getirilmesi için gerekenleri gerçekleştirmelidir. Hatta bu aşamada duruşmada
gerçekleştirilmeyecek olan bilirkişi incelemesi ve keşif delillerini mümkünse
tahkikat duruşmasından önce dosyaya kazandırmalıdır. Hatta bu işlemler için
tarafın elden takibi, avukatın delil toplama kurumları da devreye sokularak,
zamandan kazanma söz konusu olacaktır. Ancak talimatla alınması söz konusu
olmayan, tanık dinlenmesi ve yemin delilini tahkikat duruşmasında
gerçekleştirmelidir. Böylece, duruşmaya gerek olmayan işlemler için geçen
zamanda taraflar ve avukatlar mahkeme kapısı önünde umutsuz ve lüzumsuz
beklemelerden kurtulmuş olacaktır. Ancak bu işlemler tamamlandıktan sonra
tahkikat duruşması için taraflar davet edilmelidir.
ONBEŞİNCİ
KISIM
TAHKİKAT AŞAMASI
HMK kapsamında, tahkikatın
tanımını dile getiren bir maddemiz bulunmamaktadır. Ancak, HMK143. Maddesi
tahkikatın konusunu belirlemiştir. Bu maddeye göre tahkikat, yargılamada,
tarafların iddia ve savunmalarının incelendiği bölümdür. Elbette hakimin
tarafların iddia ve savunmalarını inceleyebilmesi, tarafların isticvabı ve
delillerinin değerlendirilmesi yolu ile gerçekleşir. O halde tahkikat için,
hakimin tarafları dinleyerek ve delillerini inceleyerek, tarafların iddia ve
savunmalarını değerlendirdiği yargısal çalışmadır, demek mümkündür. Hakim bu
aşamada, HMK 31/1 maddesinin emrettiği davayı aydınlatma görevini yerine
getirir ve HMK 146/1 maddesi gereği mevcut delillerle davanın muhakeme ve hüküm
için yeteri kadar aydınlatılmasını sağlamaya çalışır. Eğer davanın yeteri kadar
aydınlatıldığı kanısına sahip olursa tahkikata son verir. Eğer aksi kanıda ise,
yani, “…maddi veya hukuki açıdan belirsiz yahut çelişkili gördüğü hususlar…”
varsa, HMK 31/1 maddesi gereği, bunlar hakkında, “…taraflara açıklama
yaptırabilir; soru sorabilir, delil gösterilmesini isteyebilir.” Burada ki
delil gösterme, iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağına
uygun olarak yerine getirilmelidir. Bu yol iddianın yada savunmanın
değiştirilmesine olanak vermemelidir. Ayrıca, taraf dilekçeleri aşamasında ve HMK
145/1 maddesinin gösterdiği koşullara uygun olarak delil gösterme zorunluluğuna
aykırı bir durumun doğmasına da olanak verilmemelidir.
HUMK 375 ve 378 maddelerinin
karşılığı olan, HMK 185 maddesinin ikinci fıkrasına baktığımızda, toplu
mahkemelerde, dosyanın heyete sunulmasından sonra, heyetin, tahkikat “…hakimi tarafından dinlenilen tanıkları, ve
bilirkişiyi tekrar çağırıp dinleyebileceği gibi, davanın maddi vakıaları
hakkında gösterilen ve mahkemeye verilmemiş veya getirilmemiş olan delillerin
verilmesini veya getirilmesini de kararlaştırabilir. Kurul, eksik gördüğü
tahkikatı kendisi tamamlayabileceği gibi hakimlerden birine de …” vererek
tamamlattırabileceğinin hüküm altına alındığını görürüz. Böylece, toplu
mahkemelerde, kurulun, tahkikat hakiminin hatalarında ve/veya eksikliklerinden
zarar görmeden HMK 31/1 maddesini hükmünden yararlanarak, görevi olan davayı aydınlatma görevini yerine
getirmesi sağlanmıştır. HUMK dönemindeki ilmi ve kazai içtihatlara baktığımızda
bu olanağın tek hakimli mahkemelerde kullanılmasına olanak verildiğini
görmekteyiz. Kısaca kanun koyucunun, hakimin usul hataları yada taraf hataları
yüzünden gerçeği görmesinin engellenmesine izin vermediği görülmektedir.
Yasa koyucu, bu nedene
dayalı olarak, HMK 184/2 ve HMK 185/3 maddelerinde tahkikatın bittiğini
bildirmeden önce, taraflara, tahkikatın tümü hakkında açıklamada bulunmalarını
bildirme taraflara da bu konuda beyanda bulunma görevini vermiştir.
Hakim olarak görev yapan birkaç
meslek kardeşimizle yaptığımız görüşmede ve Adalet Bakanlığı tarafından
gerçekleştirilen toplantılarda konuşan hakim olarak görev yapan meslek
kardeşlerimizin açıklamalarında, avukat meslektaşlarımızın HMK 184/2 ve HMK
185/3 maddelerinin hak olarak tanıdığı tahkikat hakkında beyanda bulunma ile HMK 186/2 maddesinde hak olarak verilen sözlü
yargılama hakkını ayırmadıkları her
ikisi için ayrı ayrı beyanda bulunmak yerine ikisi için tek bir beyanla
yetinmek istediklerini öğrendik. Hatta sözlü savunmayı sadece “eski beyanlarımızı
tekrar ederiz. Talebimiz gibi karar verilsin” ifadeleri ile gerçekleştiren
meslektaşlarımızın varlığının hala devam ettiğini gerek hakimler gerekse bizler
inkar etmemekteyiz.
Her ne kadar bu güne kadar
oluşan uygulamada bu hak kullanılmak ve bu ödev yerine getirilmektedir. Örneğin
tanık dinlemelerinden sonra sorulacak soru var mı aşamasından sonra taraflara
tanık beyanları hakkında diyecekleri soruldu sorusu ve cevabı bu kategoride yer
alması gereken bir yargısal faaliyettir. Gene aynı şekilde, başka mahkemeden
getirilen dosya için sorulan, dosya hakkında bir diyeceğiniz varmı sorusu ve
bunun cevabı da bu kategoridedir. Yada başkaca toplanacak delilimiz kaldı mı
sorusu da bu kategoriye giren bir yargısal faaliyettir. Aslında yasanın, bir
aşamada yapılmasını istediği bu faaliyeti biz değişik zamanlarda yapmaktayız.
Tahkikatın uzun zamana yayıldığı için, her işlemden sonra taraf beyanı
alınmaktadır. Kanımızca, tarafların bu aşamalardaki beyanlarının alınmış olması
ile yetinilmemeli, tahkikat bitmeden önce yasanın emrettiği beyan taraflarca
hazırlanmalı ve hakim tarafından dinlenilmelidir. Bu eylem tarafın aktifliğini
arttırıcı bir eylem olarak değerlendirilmelidir.
ON ALTINCI KISIM
SÖZLÜ YARGILAMA
HUMK 376 ve 377 maddelerinin
karşılığı olan HMK 186 maddesi ilk derece mahkemesindeki yargılamanın son
aşamasını oluşturmaktadır.
HUMK döneminde yasa gereği
verilmesi gereken ikişer defa söz hakkı HMK da sayısal olarak ifade edilmemekle
beraber bir defaya indirildiği kanısını uyandıracak şekilde yazılmıştır. HUMK
döneminde kullanılmadığı için, varlığını unuttuğumuz bu hakkın, ikiden bire
indirilmesine hiç tepki gelmemesi, yargısal faaliyetleri özümsemememizden başka
bir şey değildir. Sözlü savunmanın önemine gereken özenin gösterilmesine
inandığımı belirterek bu bölümü bitirmek istemekteyim.
Tahkikatın bitmesinden sonra
sözlü savunma için davetin gerektiğini hükme bağladığı için kanımızca, ön
incelemeye mazeret bildirmeden katılmayan tarafa tahkikat için davetiye çıkarma
zorunluluğunu düzenleyen Yargıtay kararının bu konu içinde uygulanabilir olduğunu
düşünmekteyiz.
Sözlü savunma aşaması
kanımızca işin sanat kısmı, taraf bu aşamada güzel yazı tekniklerine dayalı,
belagatini ve vucut dilini sergileyerek, savunduğu tezin yada antitezin
ispatlandığını anlatırken karşı tarafın tezinin yada antitezinin anlamsız
kaldığını kanıtlanamadığını dile getirmek durumundadır.
Yasa koyucu, her ne kadar
HUMK da taraflara ikişer defa söz verilir hükmünü taraflara birer defa söz
verilir şekline dönüştürdü ise de, HMK 295/3 maddesinde yer alan emri ile sözlü
yargılamaya verdiği önemi dile getirmiştir. Bu maddeye göre “ Hükmün müzakeresi
sırasında, yargılamanın sona erdiğinin bildirildiği duruşmada hazır bulunan
hakim bulunmuyorsa, gerekli görüldüğü takdirde tarafların sözlü açıklamaları
tekrar dinlendikten sonra müzakere edilir ve hüküm verilir.”
Yargılamanın bu aşaması
avukat için, avukatın yargılamanın aktif unsuru olduğunu vurguladığı aşamadır.
Kıskananlar bunu türbinlere oynamak diye nitelendirebilir o zaman sormak gerek,
ressamlar, heykeltıraşlar vb eserlerini sergilemesinler, o sergiler onların
vitrinidir diye bilir misiniz? Elbette hayır. Kanımızca, hakim yargılamanın
aktif unsuru olan avukatın yerine kendini koyabilmek için bu bölümü atlamaktan
mutlu olmaktadır. Yasaya uygun davrandığını göstermek için “eski beyanlarımı
tekrar ederim” sözcüklerini kullanmaktadır. Kanımızca bu yanlışın durması
gerekmektedir.
ON YEDİNCİ KISIM
HÜKÜM AŞAMASI
Günümüzde HMK 294 maddesinin
en çok tartışılan konusu, beşinci fıkra hükmüdür. Söz konusu fıkra hükmüne
göre, hüküm okunurken, duruşmada bulunanlar tarafından ayakta dinlenir. Bu
yazılımın mefhumu muhalifinden anlaşılan hüküm dışında ve elbette yemin dışında
tarafların ve avukatın ayakta kalmasını gerektirecek her hangi bir aşama
yoktur. Buna rağmen, bazı hakimler, ara kararların da ayakta dinlenmesi
gerektiği kanısına sahiptirler ve bu nedenle gereksiz tartışmalar oluşmuştur.
Hatta, HSYK bir yazısında, avukatların duruşma salonunu terk ederken sırtlarını
hakime dönmemesi, yani köle gibi salonu terk etmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Bu söylem yargıya hiçbir şey kazandırmadığı gibi, toplumda var olan ve
geçmişten günümüze uzanan yargıya duyulan saygıyı zedeleyici nitelikte bir
davranıştır. Bunla uğraşana kadar, toplumda yargıya duyulan güveni arttırıcı
davranışlara ağırlık vermenin daha doğru olacağını düşünmekteyiz.
HMK 294/1 maddesine
baktığımızda, yargılamanın usule ve esasa ilişkin iki ayrı kararla sona
ereceğinin belirtildiğini görmekteyiz. Yargılamaya son veren karar ile hükmün
birbirinden farklı kavramlar olduğunu ise, HMK 294/1 son cümleden anlamaktayız.
Bu cümleye göre, yargılamaya son veren işlem, aynı zamanda yargılamayı esastan
sona erdiriyorsa bu karar hükümdür. Bu dışında kalan ve yargılamayı usulden
sona erdiren örneğin müracaata bırakma yada açılmamış sayılmasına karar verme
yönündeki kararlar hüküm değildir. HMK 294/6 maddesinde yer alan “Hükme ilişkin
hususlar, niteliğine aykırı düşmedikçe, usule ilişkin nihai kararlar hakkında
da uygulanır.” Hükmünün ayakta dinlemeyi kapsadığını düşünmemekteyiz. Eğer
böylesi bir amaç olsa idi, ne HJMK 294/1 son cümleye ne de HMK 294/6 maddesine
gereksinim olurdu. 294 madde bir bütün halinde hiçbir ayrıma gerek duyulmadan
yazılırdı. En önemlisi “usule ilişkin nihai karar” deyimi yerine burada da
hüküm sözcükleri kullanılırdı.
Hüküm yargılamayı sona
erdirir bu nedenle duruşmada tefhim edilir. Duruşmada tefhim edilen bölüme HUMK
dan bu yana kısa karar demek alışkanlığımız oluşmuştur kanımızca bu alışkanlık devam edecektir.
Duruşmada tefhim edilen hüküm aynı zamanda HMK 294/3 maddesi gereği tutanağa
geçirilir.
HMK 294/4 maddesine göre,
hükmün diğer bir anlatımla kısa kararın duruşmada okunması gerekçeli kararın
tefhiminin zorunlu nedenlerle gerçekleşmemesi hali için söz konusudur. Böylesi
bir durum varsa, gerekçeli kararın kısa kararın tefhiminden itibaren bir ay
içinde yazılması gerekmektedir. Gerekçeli kararın duruşmada tefhim edilmesi,
kanun yolu için aranılan tebliğ koşulunu ortadan kaldırmaz ve süre tebliğ ile
işlemeye başlar.
Bu bir aylık sürenin
geçirilmiş olması hakim açısından görevi savsaklama suçu oluşturur. Bu konuda
yargısal nitelikte olmaktan çok siyasal nitelikte bir uygulama İstanbul
hakimlerinden birinin başına gelmiş ve basına yansımıştır.
Bizce, hakimler duruşma
salonundan sırtı dönük çıkılıp çıkılmayacağını tartışmak yerine, süresinde ve
Anayasa hükmüne uygun gerekçeli karar yazmanın nasıl sağlanacağını tartışsalar
yargıya daha fazla yarar sağlarlar.
Hükmün kapsamı HMK 297
maddede gösterilmiştir. Söz konusu maddenin en önemli bölümü 1.c fıkrasında yer
almaktadır. Burada yer alan hükme göre “Tarafların iddia ve savunmalarının
özetini, anlaştıkları ve anlaşamadıkları
hususları, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri, delillerin
tartışılması ve değerlendirilmesini, sabit görülen vakıalarla bunlardan
çıkarılan sonuç ve hukuki sebepler” hükümde gösterilmelidir. HMK 297/2
maddesine göre ise “Hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait her hangi bir söz
tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara
yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında, açık, şüphe ve
tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekmektedir.”
Son günlerde yayınlanan
Yargıtay kararlarına baktığımızda, ihtiyati tedbir kararlarında bile gerekçenin
arandığını, bu kararlarda bile gerekçesizliğin bozma nedeni sayıldığı
görülmektedir. Bu tutumun yerleşmesini umut ettiğimizi belirtmek isteriz.
ON SEKİSİNCİ BÖLÜM
DAVAYA SON VEREN TARAF
İŞLEMLERİ
HMK 307 vd maddelerine
baktığımızda, feragat, kabul ve sulhün davaya son veren taraf işlemi olarak
sayıldığını görmekteyiz.
Uygulamada sık sık
kullandığımız davayı atiye bırakmak yada davadan vazgeçmek davaya son veren
taraf işlemi olarak sayılmamıştır. Çünkü, davadan vazgeçmek davayı sona
erdirmekle birlikte uyuşmazlığı ortadan kaldırmamaktadır. Aynı taleple yeniden
dava açma hakkı devam etmektedir.Üstelik, davadan vazgeçmenin oluşabilmesi için
davalının da kabulü gerekmektedir.
HMK 307/1 maddesinde
düzenlenen feragat, davacı tarafından kullanılan bir hak olup bu hakkın
kullanımı ile davacı talep sonucundan kısmen yada tamamen vazgeçmektedir. Buna
karşılık HMK 308 maddesinde düzenlenen kabul, davalıya tanınmış bir haktır.
Davalı bununla aleyhine açılan davada talep sonucuna kısmen yada tamamen
muvafakat etmektedir. Gerek feragat gerekse kabul tarafın iradesine
bırakılmıştır. 308/2 maddesine göre, kabul ancak tarafların üzerlerinde
serbestçe tasarruf edebilecekleri davalarda hüküm doğurur.
Gerek feragat gerekse kabul
kesin hüküm gibi sonuç doğurur. Bu nedenle, HMK 310/1 maddesi gereği hüküm
kesinleşinceye kadar her zaman yapılabilir. Ancak irade bozukluğu hallerinde
iptal istemi ile dava açılabilir.
Sulh HMK 313 vd maddelerinde
düzenlenmiştir. Arabuluculuk yasasının
yürürlüğe girmesi nedeni ile bu konunun detaylı olarak yeniden
incelenmesi gerektiğine inandığımızdan şimdilik bu konu yazım dışı
bırakılmıştır.
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
İTİRAZ VE KANUN YOLU
Bu bölümde itiraz ve kanun
yoluna baş vurmada özen gösterilmesi gereken hususlara değinilmekle
yetinilecektir.
Her ikisi de, mahkemelerin
gerekçeli kararlarına karşı yapılmaktadır. İlke olarak aleyhine hüküm kurulan
kişi hüküm fıkrası için itiraz yada kanun yoluna başvurur. Ancak HMK 361
maddesinde belirtildiği gibi zaman zaman, hukuki yarar bulunması koşulu ile
gerekçe içinde kanun yoluna başvurmak mümkündür.
Kanun yoluna başvururken
öncelikle, başvurumuzun kanun yoluna başvuru nedenlerinden birine yada
birkaçına ilişkin olması gerekir. Bu yapılırken, mahkeme kararı tez olarak
kabul edilmeli ve kanun yoluna başvuru dilekçesi ise antitez olarak kabul
edilmelidir. Hazırlık bu doğrultuda tamamlanmalı buna karşılık kanun yolu
incelemesinde bulunan merciin de kararını mutlaka gerekçeli olarak vermesi
gerekmektedir. Zaman yokluğu gibi nedenlerle formül karar dediğimiz yöntem
sağladığı faydadan çok zarar sağladığı gibi gerek hukuk gerekse adalet
açısından telafisi mümkün olmayan yaraların doğmasına neden olmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder