Av. Ender DEDEAĞAÇ
HMK nın uygulamaya başlaması ile birlikte, avukatın
duruşmanın hangi aşamasında ayağa kalkması gerektiği konusunda tartışmalar
başlamıştır. Son günlerde, bu tartışmaların boyut değiştirdiği ve avukatların
şikayet edilmesine neden olduğu belki de cezalandırılmasına da neden olacağını
gösterir haberler de gelmeye başlamıştır. Çorbada bizim de tuzumuz olsun
düşüncesi ile bu konuda ki düşüncelerimizi sizlerle paylaşmayı uygun gördük.
Geçmiş dönemde, duruşma aşamasında her söz aldığımızda
ayağa kalkar ve hakime daha doğrusu mahkemeye ayakta hitap ederdik. Bunun için
yazılı bir kural olmamasına rağmen, benimsenmiş bir uygulama idi. Ancak yasa
koyucu, HMK da bu konuyu hükme bağlayarak çözüme kavuşturmuştur. İşte, yasa
koyucunun benimsediği bu yeni düzenleme bazı hakimler tarafından itici bulunmuş
ve bu hakimler, eski uygulamanın devam etmesi yolunda direnç göstermeye
başlamışlardır. Öncelikle belirtmek isteriz ki, görevi hukuku uygulamak olan
hatta varlığını hukuk kurallarından alan bir makamın, hukukun ilk basamağı olan,
kanunda, yer alan bir kuralı uygulamamak istememesi düşünülemez. Hatta aynı
kanunun bazı maddelerini uygular iken bazı maddelerini uygulamamak hiç
düşünülemez ve de kimsenin hakkı değildir.
Kanımca, Osmanlı döneminin kadılık sisteminde kadının,
mülki, beldi,adli ve askeri amir olarak görev yapması diğer bir anlatımla
padişahın hem tanrıdan hem de fermanlardan aldığı yetkilerini kullanıyor olması nedeni ile imtiyazlı
sayılmasına ilişkin uygulamanın günümüzde de devam etmesi istenmektedir.
O günden bu güne, toplum yapısı ve toplumun yönetsel
kuralları çok değişti. Kadılık sisteminde var olmayan avukatlık ve savcılık
sistemde yerini aldı. Böylece yargılama diyalektik bir yapıya kavuşturuldu yada
en azından böyle olması istendi. Adına ne derseniz deyin belirli konularda, dünya
ile aynı düşünceyi paylaşmanın zorunluluğu anlaşıldı ve bu bağlamda adil
yargılama denen bir kavram benimsendi. Bu kavramın özünde tarafların haklarını
gerçekten savunabilmelerinin koşullarının yaratılması yatmaktadır. Böylece
hakim korkulan değil kendisi ile yasaların elverdiği ölçüde tartışılabilen bir
makam olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ise ancak eşitlikle sağlanır. Bu eşitlik
tarafların eşitliğinin yanı sıra hakim ile tarafların eşitliği olarak
algılanmalıdır. Çünkü eşit olmadığım bir kişi ile tartışmada hep bir şeyler
eksik olacaktır.
Ayrıca unutulmaması gereken, hakime yargılama yetkisini
veren, yargılamanın fiziksel ve maddi olanaklarını sağlayan gerçek egemen olan
millettir. O halde, gerçek egemenden üstün olduğunu söylemek de kimsenin hakkı
değildir. Bu düşünce, günümüzde pek çok ülkede benimsenen eşitlik ilkesi ile
bağdaşmaz.
Avukat tarafı temsil ettiğine göre, hakimin avukattan
üstün olduğunu söylemesi hatta HSYK nın belirttiği gibi duruşma salonundan geri
geri çıkmasını beklemesi hayal bile edilemeyecek bir varsayımdır.
Olayın yasal boyutunu irdelersek;
HMK 294/1 maddesine göre“yargılamanın sonunda
uyuşmazlığın esası hakkında verilen nihai karar hükümdür” ve aynı maddenin 5
fıkrasına göre ancak hüküm ayakta dinlenir. Tanık beyanını, ayakta sunmak yada
yeni duruşma tarihinin bildirildiği ara kararını ayakta dinlemek yasa ile
bağdaşır bir istem değildir.
Görüldüğü gibi HMK 294/1 maddesi uyuşmazlığı esastan
çözüme kavuşturan kararları hüküm olarak kabul etmiştir. Bu durumda uyuşmazlığı
usulden çözen karar, hüküm niteliğinde olmadığı için ayakta dinlenilmesine
gerek yoktur. Belki bu aşamada HMK 294/6 maddesinde yer alan usule ilişkin
nihai kararlar için de hükme ilişkin kurallar uygulanır hükmünün yorumu
tartışmaya neden olabilir. Ancak bizim görüşümüze göre buna da gerek yoktur.
Çünkü yasa koyucu 1 fıkrada “nihai karar” lar için ayakta dinlenir diyerek
usulü nihai kararları da bu kapsamda değerlendirirdi. Bunu yapmayarak, usule
ilişkin nihai kararlarda ayağa kalkmanın gerekmediğini, bu konunun “aykırı
düşmediği” tanımlamasının içine giremeyeceği anlaşılmaktadır.
Adil yargılanma, kabul ettiğimiz bir kural hatta
benimsediğimiz bir prensip olduğuna göre, adil yargılanmanın sağlanabilmesi
için, adil yargılanmanın kural olarak benimsediği, taraflar arası eşitlik
kadar, kanımızca, yargılamanın pasif süjesi olan hakim ile taraflar arasında da
bir eşitlik olmalıdır. Yargılamanın yönetiminin sağlanması, yasada yer alan
kuralların yanı sıra, hakimin toplumda
yaratacağı doğal sevgi ve saygı ile gerçekleşir. Onu üstün süje olarak
göstermek bunu sağlamaz.
Ben hakimlere, korku ile yaratılmış bir saygı yerine
sevgi ile yaratılmış bir saygı doğması için gayret sarf etmelerini öneririm.
Eğer Avukatlık Kanunu 76. Maddesinde belirtildiği gibi,
baroların görevi, “hukukun üstünlüğünü” en azından kanunların uygulanmasını
sağlamak yani kanun devletini oluşturmak ise, gene aynı madde kapsamında baroların
görevi “mesleğin saygınlığını” sağlamak ise, öncelikle kendi baromdan ve
değerli başkanından daha sonra tüm baro başkanlarından yasa ile tanınmış bu
hakkın üstelik adil yargılanmanın temel öğesi olan eşit yargılanmanın doğmasına
neden olacak bu hakkın hiç taviz verilmeden, hukuka uygun bir şekilde yani bize
yakışır bir şekilde savunulmasını istemekteyim.
Bu arada son olarak söylemek istediğim bir şey var, eğer
hakimler otoritelerini daha doğrusu yargının varlığını korumak istiyorlarsa, ara
kararlarda kalkılıp kalkılmayacağını tartışmak yerine, kendilerine tüm siyasi
partilerden gelen güven göstergesine
ilişkin eleştirilere gereken cevabı
versinler.
Avukatı, hakimi, savcısı ile birlikte adil yargılamanın gerçekleşeceği bir ülke hayal ediyorum. Dilerim görebilirim
Ek 1
Sayın Ali Haydar Yücesoy tarafından gönderilen bir
eleştiriyi bilgilerinize sunmaktayım.
"Böylece hakim korkulan değil kendisi
ile yasaların elverdiği ölçüde tartışılabilen bir makam olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu ise ancak eşitlikle sağlanır. Bu eşitlik tarafların eşitliğinin
yanı sıra hakim ile tarafların eşitliği olarak algılanmalıdır. Çünkü eşit olmadığım
bir kişi ile tartışmada hep bir şeyler eksik olacaktır." Bu konuda son
derece liberal düşünen bir yargıç olarak dahi, yazıdan aktardığım şu sözler
garibime gitti doğrusu. Muhakemeyi yürüten, karar verme görevini ve vicdani
sorumluluğunu üstlenen mahkemenin ete kemiğe bürünmüş hâli olan "yargıçla,
tarafların veya temsilcilerinin yasaların el verdiği ölçüde
tartışabilmesi" ne demek, bu görüş hangi hukuk kaynağına, ekolüne ya da
batı ülkesi uygulamasına dayandırılıyor doğrusu anlayamadım. Muhakeme; yasaların
öngördüğü usul kurallarına uygun disiplin ve ölçülülük içinde, taraflara iddia
ve savunmaları ile delillerini sunma konusunda yeterli olanakların tanındığı,
iddia ve taleplerin ara kararlara ve sonuçta nihai hükme bağlandığı,
yargıç/yargıçlar kurulunca yönetilen bir süreçtir. Taraflar ile yargıç arasında
karar müzakeresi, tartışması sözkonusu olmaz. Taraflar karşılıklı eşitlik ve
yeterlilik koşulları içinde iddia, savunma ve delilleriyle mahkemeyi
haklılıkları hususunda ikna yolunda adete bir yarış ve rekabet içindeyken, bir
de mahkemeyi temsil eden yargıçla/yargıçlar kuruluyla tartışmak suretiyle arzu
ettikleri karara ulaşmaları yöntemi hiçbir uygur hukuk geleneğinde ve
yasalrında mevcut değildir. Tarflar mahkemeyyle-yargıçla tartışabilrler diye
tek bir uygar dünya örneği göstermezsiniz. Tabi ki avukatın yargılamanın her
aşamasında ayağa kalkmasına, ayakta durmasına gerçekten gerek bulunmamktadır
ancak avukatlık mesleği tarih boyunca hep "ayakta hitabetle" icra
edilmiştir. Bu tarihsel gelenek boşuna günümüze kadar gelmiş, boşuna bir
reflekse dönüşmüş değildir. Oturarak hitap etmenin, hitap edene de izleyenlere
de rahatsızlık veren bir yanı vardır. Ayakta hitap etmek hitap edenin bedenine
de sözlerine de özgürlük katar. Fotoğrafta da görüleceği üzere hitap etmeye
ayrılmış kürsüler hep oturna boyuna göre değil ayakta durma boyuna göre
yapılır. Yazıdaki temel savın lehine olan görüşlerimi ise bu yazıma konu
yapmıyorum.
Sayın Ali Haydar Yücesoy tarafından
gönderilen bu eleştiriye göre, avukatların ayağa kalkmaları özünde hitabet
sanatının bir gereği olarak dile getirilmektedir. Bu doğrudur. Ancak, bu konuda
bir geçerliliği yoktur. Çünkü, bizdeki duruşma salonlarında avukatlara daha
doğrusu taraflara ayrılan mekanlarda, ayakta konuşmayı sağlayacak bir düzen sağlanmamıştır.
Bildiğimiz masalar vardır. Hatta zaman zaman hakim odalarında elverişsiz
koşullarda yapılan duruşmaları hatırlarsak, sayın Yücesoy’un bu açıklaması
günün koşullarını yansıtmamaktadır. Üstelik, bu güne kadar Adalet Bakanlığı’nın avukatların yada
tarafların duruşma salonlarında hitabet sanatına uygun şekilde davranmalarını
sağlayacak her hangi bir açıklamasını yada çalışmasını görmediğimizi de
belirtmekte yarar vardır. Zaten avukatların konuşmalarını önlemek için, asliye
hukuk mahkemelerindeki yargılamanın türünün yazılı yargılama olması yıllardır
yanlış yorumlanarak söylemek istediklerimizi yazılı vermemiz istenmiştir.
Bizim, yani övünmekten hiç geri durmayan 68 kuşağının, tartışmasız kabul
ettiğimiz bu yasaya aykırı uygulama bu günkü genç meslektaşlarımın aleyhine
olmuştur. Bu nedenle bir kez daha genç meslektaşlarımdan kendi adıma özür
dilerim özür dilerim. Böylece, tahkikat aşamasının sonunda HMK 184/1 maddesine
göre ve yargılamanın son aşaması olan
sözlü savunma aşamasında HMK 186/2 maddesine göre yapmamız gereken sözlü
açıklamalar yargılamanın yapısından fiilen çıkarılmıştır. Üstelik HUMK 376 ve
377 hükümlerini incelediğimizde kullanılmayarak unutulan bu hakkın HMK da
nerede ise adet yerini bulsun kabilinden yasalaştırıldığını görmekteyiz. Eğer
yargılamaya inanıyorsanız, avukat, hakim yada savcı olmanız fark etmez,
öncelikle bu yanlışın giderilmesi için gayret göstermemiz gerekir. Çünkü,
yargılama bir tartışma sanatıdır. Tartışma için sözlü savunma vazgeçilmezdir.
Avukat olarak bizlerin hakim olarak sizlerin tartışma sanatının yani sözlü
savunmanın gelişmesi için çaba göstermesi kaçınılmazdır. Bu yeterince
kullanılmaya başlandığında, hitabet sanatının gereği, ayakta savunma yapmayı
tercih etmek yada etmemek savunmanın hakkıdır.
Bu arada ceza hukuku alanında yaşanan ve
benim kabul edemeyeceğim bir gerçeği de hatırlatmak isterim. Bildiğiniz gibi,
bir müddettir, asliye ceza mahkemelerinde savcılar yer almamaktadır. Bu kabul
edilmesi mümkün olmayan bir uygulamadır. Bu uygulama ile, tartışmanın tez aşaması,
ortadan kaldırılmıştır. En azından yargılamanın ön aşamasında ve yazılı hale
getirilerek sınırlandırılmıştır. Ancak izleyebildiğim kadarıyla ne hakimler
nede savcılar bu yanlışı dile getirmemişlerdir. Hatta bildiğim kadarıyla başkan
yardımcısı bulunduğunuz Yar-Sav bile bu konuda sessiz kalmıştır. Eğer bir
yanlış bilgilenmem söz konusu ise peşinen özür dilerim.
Bu arada şu hususu da belirtmeden
geçemeyeceğim, benim anladığım kadarıyla yargı için kabul edilmez olan savcısız
yargılama, pratik yaşamda hakim ve savcının
teze kıymet vermemesinden kaynaklanmaktadır.
Tartışmayı kavga etmek olarak
kullanmadığımın diyalektiğin karşılığı olarak kullandığımın farkında olduğunuzu
düşünüyorum. Ancak, tartışmanın yani tezin ve antitezin sergilenmediği bir
diyalektiğin var olabilmesi için tezi, antitezi veya her ikisinin ışığında yeni
bir olguyu kabul ederek, haklılığın kararını verecek olan yani sentezi
oluşturacak hakimin tartışmanın dışında olmasını düşünmüyorum. Elbette kararın
verilmesine tez yada antitez sahipleri katılmamalıdır. Zaten ilk yazımızda da
böylesi bir iddiaya yer verilmemiş sadece yasaların elverdiği ölçüde
sınırlaması ile tartışmanın gerekliliği dile getirilmiştir. Ancak, uyuşmazlığa
uygulanacak maddi hukukun seçimi hakime ait olması kuralının, sürpriz karar
doğurmaması için hakimin yapacağı belirlemenin yanlış olup olmadığı
tartışılmalıdır. Zaten, tartışılmaktadır. Ceza hukukunda iddianamenin
tartışılması yada uygulanacak yasa maddesinin değişmesi olasılığı doğduğunda ek
savunmanın istenmesi hakimin yargılama hakkındaki düşüncesinin tartışılması
değil midir ?
HMK 140/3 maddesi doğrultusunda uyuşmazlık
konularının belirlenerek, ön inceleme tutanağının birlikte imzalanması ve
yargılamanın bu tutanak hükümleri ışığında yürütülmesi ve hakimin yargılamada
hangi sınırlama ile bağlı olduğunun belirlenmesi, bir tartışma ve mutabakat ile
seçilmesi değil midir ? Bu aşamada tartışmaya gerek yok mudur ?
Tarafın alınacak kararda etkili
olabilmesinin düşünülmemesi gerektiğini bu konuda bilimsel bir görüş olmadığını
söylüyorsunuz. Aşağıda ki alıntıyı bu konuda yanıldığınızı göstermek için
bilginize sunuyorum.
Sayın Süha Tanrıver’in internet ortamında yer alan “Hukuk
Yargısı (Medeni Yargı) Bağlamında Adil Yargılanma” adlı makalesinin
yayınlandığı derginin 192. sayfasında
yer alan adil yargılanma tanımına göre “Adil yargılanma hakkı, davanın her iki
tarafına da ait bir hak niteliğindedir. Özü itibariyle, eşitlik temeline dayalı
bir
biçimde hem davacıya hem de davalıya aktif olarak
yargılamaya katılma, karşılıklı olarak iddia ve savunmalarda bulunma, alınacak
kararda da etkili olabilme olanağının tanınmasını içerir.”
Yıllardır özellikle hakim olarak sizler ve bunun yanı
sıra avukat olarak bizler, tartışmanın uzağında kalmak için elimizden geleni
yaptık, hatta kararların bile tartışılmaz olduğunu iddia ettik. Hakime baskı
yapılmasını önlemek için oluşturulan anayasa maddesini her şeyin
tartışılmazlığı olarak algıladık. Sonuçta
hukuk gelişmedi güdük kaldı. Bizim yerimize, kendilerince her şeyin
uzmanlarına baş vurarak, bu konuları basın tartışır oldu hatta peşin karar
veren oldu.
Satır aralarında yer alan ifadenizden yanlış anlamadım
ise siz hakimlerin üstün olduğunu düşünüyorsunuz. Eğer yanlış anladım ise özür
dilerim ancak doğru anladım ise ben de size bunun hangi normda yada bilimsel
görüşte yer aldığını anayasamızda ve evrensel hukuk kurallarında yer alan
eşitlik kuralı ile nasıl bağdaştırdığınızı sormak isterim. Mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi
içinde yer alan, hakim teminatının, görevi nedeniyle hakime bir koruma sağlamayı
amaçladığını bunun dışında eşitliği bozan kurallar olarak düşünmediğinizden
emin olduğum için bu soruyu size yönelttim.
Avukatı hakimle eşit görmemekle tarafı da kendinizle eşit
görmemektesiniz. Unutmayın ki gerçek eğemen millettir. Taraf milletin bir
parçası olarak sizden bir görev istemektedir. Bu sizi eleştirilmez ve
ulaştırılmaz yapmaz. Bilin ki ceza yada özel hukuk alanında yargılamanın
başlangıcında tarafın başvurusu gereken davalarda olduğu kadar resen
uygulanması gereken kamu düzenine ilişkin davalarda da milletin size görev
vermesi gerekir. Eğer bir fiil suç kabul edilmese ve suçun mahkemede
yargılanması gerektiğine ilişkin kural olmasa hakimin görev yapması mümkün
değildir. Kısacası eşitler dünyasında yaşadığımızı kabul etmemiz ve görevlerimizin,
sadece görev yapmak için bizlere tanıdığı olanakları, eşitliği bozucu bir olgu
olmadığını kabul etmemiz gerektiğine inanmaktayım.
Eğer hakim ile avukat arasında bir eşitsizlik olduğuna
inanıyorsanız, böylesi bir durumda, bir an için, Yar-Sav, avukatlardan bir
konuda destek isterse, bunun bir yardımlaşma mı yoksa, hakim ve savcı olarak
görev yapan, üstünün, isteği olarak mı düşünüp düşünmediğinizi bilmek
istiyorum.
Eğer Ankara’ya gelirseniz ve en azından bir çay içimi
konuğum olursanız sizinle tartışmaktan, fikirlerimizin bir birimize
ulaşmasından mutlu olacağımın da bilinmesini isterim.
saygılarımla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder