Av. Ender DEDEAĞAÇ
Kanımca HMK yürürlüğe girdikten sonra, en
çok konuşulan / tartışılan konulardan biri, kısmi dava ile belirsiz alacak ve
tespit davaları olmuştur. Son günlerde internet sitelerinde dolaşan Yargıtay
HGK’nın 17.12.2012 gün, 2012/9-838 E. 2012/715 K. sayılı kararı ile bu konu bir
kez daha canlılığını korur hale gelmiştir. Çünkü, bazı meslektaşlarım ve de hâkim
olarak görev yapan meslek kardeşlerim bu kararın temelini oluşturan Yargıtay 9
Hukuk Dairesi’nin kararı ile kısmi dava açmanın en azından iş davaları için
olanaklı hale geldiğini savunmaya başlamışlar idi. İşte, bu günkü konuşmamın
temelini söz konusu HGK kararı alacak ve buna göre kısmi dava belirsiz alacak
ve tespit davası bir kez daha irdelenecektir.
Bilindiği gibi, kısmi dava HMUK da
tanımlanmış ve hükme bağlanmış bir dava olmamakla birlikte, ilmi ve kazai
içtihatlarla uygulanmaya konulmuş bir dava türüdür. Bu davanın açılabilmesi
için öncelikle bölünebilir bir alacağın varlığı şarttır. EBK’nın 84.maddesi (aynı
kural YBK 68. Madde de bulunmaktadır) bölünebilir alacakların parçalar halinde
talep edilebilmesi olanağını verdiği için, kısmi dava açma olanağı doğmuştur.
Bu nedenle ön koşul olarak alacağın bölünebilir olması aranmaktadır.
HUMK a göre, kısmi eda
davasının açılabilmesi için, en önemli husus, davacının, tam eda davasının dava
değerini bilmiş olmasına rağmen, kısmi eda davası türünü seçmiş olmasıdır.
Çünkü, HUMK 4 maddesi, kısmi eda davasına ilişkin olarak görevli mahkemeyi
tayin ederken, bu bilgiye gereksinim olduğunu ve görevli mahkemenin kısmi eda
davasının dava değeri üzerinden değil, bu konuda ki tam eda davası
açabileceğimiz değer üzerinden belirleneceğini açıkça hükme bağlamıştır.
Açılan kısmi eda davasına ilişkin tam eda davasının değeri, sadece görevli mahkemenin belirlenmesinde değil, aynı zamanda, kanun yollarına başvurma aşamasında da dikkate alınması gereken bir husustur.
Açılan kısmi eda davasına ilişkin tam eda davasının değeri, sadece görevli mahkemenin belirlenmesinde değil, aynı zamanda, kanun yollarına başvurma aşamasında da dikkate alınması gereken bir husustur.
Bir davanın kısmi eda davası
olarak kabul edilebilmesi için, daha sonra açılabilecek olan ek dava ile aynı
hukuki nedenden kaynaklanmış olması ve kısmi davanın açıldığı tarihte alacağın
tamamının istenebilir/muaccel olması gerekir.
Bunun yanı sıra, davacının dava dilekçesinden açılan davanın kısmi dava açtığının, fazlaya ilişkin haklarımı saklı tutuyorum ya da benzeri bir ifade ile anlaşılır olması gerekmektedir. Aksi takdirde, davacı, kısmi eda davası ile istediği müddeabihi ek dava ile ya da ıslah ile artırabilmek şansına sahip değildir.
Sn. Prof. Dr Bilge Umar’ın, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi adlı yapıtında, Sn Postacıoğlu’na dayanarak yapmış olduğu açıklamaya göre, kısmi eda davasında fazlaya ilişkin hakları saklı tutmak kuralı, HGK 8.3.1967 tarihli kararı ile benimsenmiş olup hukuken hatalıdır. Yapılan açıklamadan ve daha önceki bilgilerimden, benim anladığım kadarıyla, özünde, feragat anlamına gelen bu uygulamanın, özellikle avukat eliyle açılan davalarda, feragatin özel yetki ile kullanılması kuralı karşısında uygulanması bir çelişki yaratmaktadır. Çünkü avukatın bu yetkiyi kullanması için, vekaletnamesinde özel bir yetkinin olması şarttır. ( Sn. Prof. Dr. Baki Kuru’nun Hukuk Muhakemeleri Kanunu adlı yapıtının 6. bası sayfa 1536 da yer alan Çenberci’den alınan 10 HD 17.3.1975 421/1496 sayılı karar bu konuda örnek oluşturmaktadır.). Davacı asılın bizzat açacağı davada da feragatin, işin doğasından geldiğini kabul etmek, bu konuda açık beyanı olmamasına rağmen suskun kalmayı, bir haktan zımnen feragat olarak yorumlamak hukuken doğru değildir. Bazı hukukçular ise, kısmi davada fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmaz ise, kısmi davayı kesin hüküm olarak değerlendirmektedirler ki kanımca bu da doğru bir yaklaşım değildir.
Alacağın tamamının istenebilir olmasından ötürü, HUMK’a göre, kısmi eda davası açan kişi, kısmi eda davası kapsamında kalmayan alacağı için, zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin işlediğini bilmektedir. Hatta aksine görüş ve Yargıtay kararları olmasına rağmen, genel kanı olarak ve bu kanıya uygun kararlara göre ıslah yolu ile müddeabihin değiştirilmesinde bile, zamanaşımı itirazından ve hak düşürücü süre uygulamasından kurtulamamaktadır. ( Islah ve zaman aşımı konusunda daha geniş bilgi için kendi bloğumda yayınlanan yazılarıma bakılabilir )
Bunun yanı sıra, davacının dava dilekçesinden açılan davanın kısmi dava açtığının, fazlaya ilişkin haklarımı saklı tutuyorum ya da benzeri bir ifade ile anlaşılır olması gerekmektedir. Aksi takdirde, davacı, kısmi eda davası ile istediği müddeabihi ek dava ile ya da ıslah ile artırabilmek şansına sahip değildir.
Sn. Prof. Dr Bilge Umar’ın, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi adlı yapıtında, Sn Postacıoğlu’na dayanarak yapmış olduğu açıklamaya göre, kısmi eda davasında fazlaya ilişkin hakları saklı tutmak kuralı, HGK 8.3.1967 tarihli kararı ile benimsenmiş olup hukuken hatalıdır. Yapılan açıklamadan ve daha önceki bilgilerimden, benim anladığım kadarıyla, özünde, feragat anlamına gelen bu uygulamanın, özellikle avukat eliyle açılan davalarda, feragatin özel yetki ile kullanılması kuralı karşısında uygulanması bir çelişki yaratmaktadır. Çünkü avukatın bu yetkiyi kullanması için, vekaletnamesinde özel bir yetkinin olması şarttır. ( Sn. Prof. Dr. Baki Kuru’nun Hukuk Muhakemeleri Kanunu adlı yapıtının 6. bası sayfa 1536 da yer alan Çenberci’den alınan 10 HD 17.3.1975 421/1496 sayılı karar bu konuda örnek oluşturmaktadır.). Davacı asılın bizzat açacağı davada da feragatin, işin doğasından geldiğini kabul etmek, bu konuda açık beyanı olmamasına rağmen suskun kalmayı, bir haktan zımnen feragat olarak yorumlamak hukuken doğru değildir. Bazı hukukçular ise, kısmi davada fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmaz ise, kısmi davayı kesin hüküm olarak değerlendirmektedirler ki kanımca bu da doğru bir yaklaşım değildir.
Alacağın tamamının istenebilir olmasından ötürü, HUMK’a göre, kısmi eda davası açan kişi, kısmi eda davası kapsamında kalmayan alacağı için, zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin işlediğini bilmektedir. Hatta aksine görüş ve Yargıtay kararları olmasına rağmen, genel kanı olarak ve bu kanıya uygun kararlara göre ıslah yolu ile müddeabihin değiştirilmesinde bile, zamanaşımı itirazından ve hak düşürücü süre uygulamasından kurtulamamaktadır. ( Islah ve zaman aşımı konusunda daha geniş bilgi için kendi bloğumda yayınlanan yazılarıma bakılabilir )
Kısmi eda davasının açılabilmesi için, gereken koşullar arasında; davacının bu konuda hukuken korunabilir bir hakkının olması ve bu hakkın kötü niyetle kullanılmamış olması da yer almaktadır.
Kısmi davada da tüm dava türlerinde olduğu gibi, mahkeme taleple bağlı olup talebi aşan bir hüküm veremez. Kısmi davanın daha sonra açılan ek davaya kesin hüküm yada kesin delil olarak etki edip etmeyeceği konusu tartışmalı bir konu olup bu konuda detaylı bilgi için Sn. Prof. Dr. Baki Kuru’nun adı geçen eserinden yararlanılabilinir.
Yukarıda kısaca özetlediğimiz HUMK’un kısmi eda davasına ilişkin kurallarından sonra konuyu bir kez de HMK açısından değerlendirirsek;
HMK nın 109 maddesinde üç fıkra
halinde kısmi eda davasının hükme bağlandığını görürüz. Söz konusu maddeye göre,
“talep konusunun bölünebilir olduğu durumlarda” kısmi eda davası
açılabilecektir. Üstelik aynı maddenin 2 fıkrası, kısmi eda davası açarken,
fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmamasının, talep konusunun geri kalan
kısmından feragat anlamına gelmediğini de hükme bağlamıştır. Böylece, HMK ile
kısmi davayı yasal tanımına kavuştururken, HUMK’dan farklı bir hükmü de
beraberinde getirerek, uygulamacılar için feragat korkusunu ve akademisyenler
için feragate ilişkin eleştirileri ortadan kaldırmıştır.
Elbette tüm davalarda olduğu gibi, HMK kapsamında açılan kısmi eda davasının oluşumunda da, davacının hukuki yararının olması şartı aranacaktır.
Yasa koyucu, HMK’nın 109/1 maddesi ile kısmi eda davasının açılmasına olanak vermiş olmasına rağmen, ikinci fıkrada yer alan hükümle bunu adeta uygulanamaz hale getirmiştir. Çünkü, bu fıkra hükmüne göre, HMUK dönemindeki, görev ve kanun yolları açısından, dava değerinin tamamının bilinebilir olması şartının aksine, “Talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamaz.” Diğer bir anlatımla bu husus iki yasa arasında ki temel farklılığı oluşturmaktadır.
Hâlbuki bu güne kadar olan uygulamamızda, kısmi dava açılırken, talep konusunun miktarının bilinmiş olması davanın açılmasına engel olmamaktadır. Hatta HUMK 4 maddesi gereği, kısmi eda davasında, talep konusunun miktarının bilinmiş olması HUMK 4 maddesinin emri gereği, var olması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmıştı. Ayrıca, davalının savunma hakkını ortadan kaldırmamak için de talep konusunun miktarının bilinmesi gerekmektedir. Çünkü, davalı, talep konusunun miktarını bildiği takdirde, kısmi eda davasının dışında kalan kısım için olumsuz tespit davası açabilmek olanağına sahip olacağı gibi bunun yanı sıra talep konusunun miktarının bilinmesi halinde, davalı uyuşmazlığı, daha baştan kabul edebilecek ya da sulh yolu ile çözme olanağına da kavuşmuş olacaktır.
Hepsinden önemlisi, kısmi dava bir eda davasıdır. Her ne kadar, tüm eda davalarının ilk basamağında bir tespit fonksiyonu varsa da, eda davalarında bu özellik talep konusuna ve hükme yansımaz. Hâlbuki kısmi davada HMK 109/2 fıkra hükmünü uygulamadığımızda, yani gerçek değere göre gereken düzenlemeyi yapmadığımızda, kısmi davamız eda davası niteliğinden çıkacak ve tespit davası özelliğini alacaktır. Talep konusunun belirgin ya da tartışmasız hale gelmesine rağmen, davacı, bizzat davasını tam eda davası haline dönüştürmez ise, davalının talebi ile ya da hakim resen, davacıdan, davasını tam eda davasına çevirmesini isteyecek eğer bu işlem yapılmaz ise, dava usulden red edilecektir. Bu yorum sadece kişisel kanımız olmayıp irdelemek istediğimiz Yargıtay Hukuk Genel Kurul kararının içeriğinde de benimsenen görüştür.
Bu durumda, kısmi dava, sadece talep
konusunun miktarı tartışmalı yada belirsiz olan hallerde açılabilecek bir eda
davası olarak karşımıza çıkmaktadır. Talep konusu belirginleştiğinde kısmi eda
davası son bulmaktadır. Bu yargıya/sonuca, bir sunum yaparken varmak oldukça
kolay olmasına rağmen bunu uygulamaya koymak düşünüldüğü kadar kolay değildir.
Bu nedenle, tartışma bu güne kadar sürüp gelmiştir. Bu nedenle de bu konuda
hüküm içeren, birazdan irdeleyeceğimiz Yargıtay HGK kararı içinde yer alan
Yargıtay 9 Hukuk Dairesinin kararı büyük ilgi toplamıştır. Ancak, kişisel
kanımızca, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin kararı Yargıtay Hukuk Genel Kurul
kararından sonra açıklayıcı/yol gösterici olmak özelliğini yitirmiştir.
Bu arada, bu konunun yani kısmi
davanın hangi koşullarda açılması gerektiği hususunun, en çok iş mahkemelerinde
tartışıldığına dikkat çekerek, bu tartışma ile ilgili olarak da bazı şeyler
söylemek isterim. Ankara’da bazı iş mahkemeleri, HUMK döneminde açılmış klasik
işçi alacağı davaları için, davanın HMK ya uyarlanmasını ara kararla davacıya
yüklemektedir. Hatta tartışmak istediğimiz Yargıtay HGK kararında olduğu gibi
bazı mahkemeler klasik dava yolu ile açılan davaları dava şartı yokluğu nedeni
ile usulden ret etmektedirler.
İş Mahkemelerindeki bu tartışmayı doğru
anlayabilmek ve doğru aktarabilmek için, önce klasik iş davasından ne
anladığımızı belirtmekte yarar var. Bilindiği gibi, işçinin haklarını savunan
meslektaşlarım, işçinin işten ayrılmasından sonra, kıdem, ihbar, fazla çalışma,
dini ve resmi tatil çalışma ücreti, yemek parası, yol parası gibi, somut olay
açısından olası bütün kalemleri içeren şekilde alacak davası açmaktadırlar. Bu
davaların müddeabihi/dava değeri olarak da sembolik değerler seçmektedirler.
Diğer bir anlatımla, müddeabihin tamamını beyan etmeksizin, sembolik değerlere
dayalı davalar yolu ile iş davalarına özgü kısmi dava oluşturdular. Davanın
sonucunu, önce tanıkların anlatımına daha sonra bilirkişilerin yorumuna
bırakmakta ve gelen rapora göre, ek dava ya da ıslah yolu ile hakka ulaşmak
istediler. İşte bize göre, bu klasik
işçi alacağı davasıdır. İşçinin hakkının zayıfın hakkı olduğu mantığı ile
yapılan yargılamada, hâkimler de, işçiden yana olayı değerlendirdiği için,
usulün ve maddi hukukun kuralları işlemez hale geldi. Bilindiği gibi, davanın
tarafları, dava ile ilgili maddi vakıaları mahkemeye sunmak ve bunları
kanıtlamakla yükümlüdür. Eğer bu dava bir avukat yardımı ile açılmakta ise,
avukatın, vekil edene karşı özen borcu ile yükümlü olduğu gibi, vekil edende
avukata karşı özen borcu ile yükümlüdür. İşte vekil eden bu özen borcu
doğrultusunda, kıdem tazminatının, ihbar tazminatının, ücret alacağının
oluşması için gereken maddi vakıaları kanıtları ile birlikte mahkemeye sunulmak
için avukata vermek zorundadır. Eğer dava işçi tarafından bizzat açılmakta ise,
bu kez işçi HMK da yer alan doğruluk kuralı gereği aynı bilgileri mahkemeye
sunmak zorundadır. Burada davacı asıldan istenen işe giriş ve ayrılış tarihleri
ile son aldığı ücret ve ücret benzeri hakların neler olduğudur. Bunların
bilinmediğini söylemek hayatın olağan akışı ile bağdaşmayan bir tutumdur. Maddi
vakıalar bilindiğine göre, müddeabihin/dava değerinin bilinmesi de işin doğası
gereğidir. Bunu hesaplayarak dava değerini belirtmemek, bana göre usule
aykırıdır. Üstelik bu aykırılık, HUMK döneminde de vardı, bu günde var. HUMK
döneminde HUMK 4 maddesi, kısmi dava açılsa bile tam eda davasını oluşturan
müddeabihin dava dilekçesinde belirtilmesini emretmekteydi. Bu emre rağmen, iş
davalarında, ticaret davalarının bir kısmında olduğu gibi davanın sulh hukuk
mahkemesinde görülmesi mümkün olmadığından, bu emre uyulmaksızın sembolik
değerlerle dava açılmakta ve görülmekteydi. Hatta bazı maddi vakıalar, iddianın
genişletilmesi yasağını delecek şekilde tanıklara anlattırılmakta bunlar
bilirkişi raporlarında değerlendirilmekte idi, Böylece, davalının, hukuki
dinlenilme hakkı yok sayılmaktaydı. HMK’nın yürürlüğe girmesi ile,
belirlenebilecek alacaklar için kısmi dava açılamayacağını hükme bağlayan HMK
109/2 maddesi yürürlüğe girerek yeni bir yorum ve uygulama olanağı oluşturmuştur.
İşte bazı iş mahkemeleri gerek bu maddeden gerekse usul hukukun kamu düzenine
ilişkin olması nedeniyle, HMK nın hemen uygulanması gerektiği ilkesinden yola
çıkarak daha önce açılmış olan sembolik değerli klasik iş davalarının HMK ya
uygun yani açıkça dava değeri içeren hale dönüştürülmelerini ya da bu dava HMK
dönemine ait ise dava şartının yokluğundan ötürü reddini karara bağlamaktadır.
İnceleyeceğimiz karar da bunlardan biridir.
Elbette, işverenin yanlış hatta kasıtlı ve hile içeren tutumları ile, işçi alacaklarının bir kısmı gasp edilmektedir, örneğin, ödemelerin banka aracılığı ile yapılması kuralına rağmen, gerçek ücret yerine noksan ücretli bordro problemi hala yaşadığımız bir problemdir. Ancak, bunun çözümü maddi hukuk ve usul hukuku kurallarını yok saymakta aranmamalı, kurallar içinde yargı tarafından, kuralların yetersizliği halinde ise yasama tarafından çözülmelidir. Unutulmamalıdır ki, işçi de bu tür davalarda her zaman gerçeği aramamakta bazen hırsına yenik düşerek ya da dışarıdan gelen uyarılara kanarak, bordro yada ücret pusulası imzalamadığı için almış olduğu ücreti bir kez daha istemekte, yapmış olduğu iznin bilirkişi raporunda yapılmamış olarak gösterilmesine ses çıkarmamaktadır. Üstelik tüm işverenler hukuk bilgisine sahip kişiler değildir. Örneğin, çırağı ile terzilik yapan bir kişi ya da 6 bağımsız bölümden oluşan bir taşınmazda yöneticilik yapan emekli öğretmen de işverendir. Bunların hukuk bilgileri ile hatta yaşadıkları ekonomik baskı ile işçinin hukuk bilgisi ve yaşadığı ekonomik baskı arasında fark yoktur. Bu nedene probleme çözüm ararken hem hukuki hem de adil olmasına özen göstermek gerekecektir.
Elbette, işverenin yanlış hatta kasıtlı ve hile içeren tutumları ile, işçi alacaklarının bir kısmı gasp edilmektedir, örneğin, ödemelerin banka aracılığı ile yapılması kuralına rağmen, gerçek ücret yerine noksan ücretli bordro problemi hala yaşadığımız bir problemdir. Ancak, bunun çözümü maddi hukuk ve usul hukuku kurallarını yok saymakta aranmamalı, kurallar içinde yargı tarafından, kuralların yetersizliği halinde ise yasama tarafından çözülmelidir. Unutulmamalıdır ki, işçi de bu tür davalarda her zaman gerçeği aramamakta bazen hırsına yenik düşerek ya da dışarıdan gelen uyarılara kanarak, bordro yada ücret pusulası imzalamadığı için almış olduğu ücreti bir kez daha istemekte, yapmış olduğu iznin bilirkişi raporunda yapılmamış olarak gösterilmesine ses çıkarmamaktadır. Üstelik tüm işverenler hukuk bilgisine sahip kişiler değildir. Örneğin, çırağı ile terzilik yapan bir kişi ya da 6 bağımsız bölümden oluşan bir taşınmazda yöneticilik yapan emekli öğretmen de işverendir. Bunların hukuk bilgileri ile hatta yaşadıkları ekonomik baskı ile işçinin hukuk bilgisi ve yaşadığı ekonomik baskı arasında fark yoktur. Bu nedene probleme çözüm ararken hem hukuki hem de adil olmasına özen göstermek gerekecektir.
Daha önceki tarihlerde sizlerle
paylaştığımız görüşlerimizi özetledikten sonra Yargıtay HGK’nın 17.12.2012 gün,
2012/9-838 E. 2012/715 K. sayılı kararını irdelemek istemekteyiz. Bu nedenle
öncelikle, kararda yer alan özetleri sizlerle paylaşmanın doğru olduğunu
düşünmekteyiz.
“Konya 1. İş Mahkemesi’nde görülmekte olan
bir davada, davacı “… davalıya ait işyerinde 13.12.2005 tarihinden 02.08.2011
tarihine kadar hafta içi 08.30-18.30, hafta sonu Cumartesi günleri de
08.30-13.30 arası çalıştığını, haftalık 45 saati aşan çalışması olmasına rağmen
fazla mesai ücretlerinin ödenmediğini, fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi
nedeni ile iş sözleşmesini noterden gönderdiği ihtarname ile 4857 sayılı İş
Kanunu’nun 24/II.e maddesi uyarınca haklı nedenle feshettiğini belirterek,
fazlaya ilişkin hakları saklı olmak kaydı ile 200,00 TL kıdem tazminatının,
100,00 TL fazla çalışma ücretinin davalı işverenden tahsili amacı ile kısmi
dava açmıştır.”
Buna karşılık davalı, “… davacının
01.08.2011 tarihinde ücretin azlığı nedeni ile çalışmak istemediğini ve
ayrılacağını söylediğini, istifa dilekçesi yazması gerektiği belirtilmesi
üzerine tazminatlarını alıp almayacağını araştıracağını beyan ederek işyerini
terk ettiğini, devamsızlık yaptığını, iş sözleşmesinin devamsızlık nedeni ile
03.08.2011 tarihinde 4857 sayılı İş Kanunu’nun 25/II.g maddesi uyarınca haklı
nedenle feshedildiğini, davacının yeni bir iş bulduğunu, kıdem tazminatına hak
kazanmadığını, fazla mesai ücret alacağı da bulunmadığını, bir an için fazla
mesai ücret alacağı olduğu kabul edilse bile 27.09.2006 tarihinden öncesinin
zamanaşımına uğradığını, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.”
Yargıtay kararından alıntı yaptığımız
davacıya ve davalıya ait beyanların özeti irdelendiğinde, davacının fazlaya
ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla kıdem tazminatı ve fazla çalışma
ücretinin tahsili amacıyla dava açtığını görmekteyiz. Davanın açılma tarihi her
ne kadar net olarak anlaşılamıyor ise de, karardaki anlatım ve yer alan bazı
tarihler değerlendirildiğinde, davanın 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmeden
önce açıldığı anlaşılmaktadır. Ancak HGK kararının sonuç bölümünde 6217 sayılı
kanuna ve 6100 sayılı kanunun geçici 3 maddesine atıf yapılarak olayın HMK da
yer alan hükümlere göre çözümlenmesi gerektiği belirtilmiştir. Bizde bu görüşe
katıldığımız için, Hukuk Genel Kurul kararını HMK dönemine ait bir dava olarak
kabul edeceğiz ve değerlendireceğiz.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ve Hukuk Genel
Kurulu, söz konusu davayı kısmi dava olarak kabul etmiş ve değerlendirmiştir.
Yerel mahkemenin ve Yargıtay’ın
kararlarında incelenmemiş olsa da öncelikle belirtmek isteriz ki davacının bu
davada fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmasına gerek yoktur. Çünkü HMK 109/3
maddesine göre, kısmi davada fazlaya ilişkin haktan, asıl ya da feragate
yetkili vekil tarafından, açıkça feragat edilmedikçe, alacağın geri kalan kısmı
her zaman dava edilebilmektedir.
Söz konusu Yargıtay HGK kararına
baktığımızda, kısmi davanın açılabilmesi için talep konusunun öncelikle
bölünebilir ve taraflar arasında tartışmasız veya belirlenebilir olmaması
gerektiğinin belirtildiğini görmekteyiz. Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalar
dikkate alınırsa bizimde Yargıtay ile aynı görüşte olduğumuz görülmektedir.
Kararda yer alan Daire görüşüne göre “dava
konusu edilen alacak yargılama sırasında hesap raporu alınmasını gerektiriyor
veya miktar veya değerinin belirlenmesi yargılama sırasında başka bir olgunun
tespit edilmesini gerektiriyor ise talep konusu alacağın açıkça
belirlenemeyeceği kabul edilmeli” ayrıca “…alacak miktarı veya değerinin hâkimin
takdiri veya yasal nedenlerle indirim yaparak belirlediği durumlarda…” da
alacağın belirlenemeyeceği kabul edilmeli ve bu durumlarda, dava, kısmi dava
olarak görülmelidir.
Kararda yer alan bu ifadeye göre, Yargıtay
alacağın belirsizliğini,
-
alacağın
belirlenmesi için hesap raporu alınmasına ve
-
alacağın
belirlenmesi için başka bir olgunun tespitinin şart olmasına
-
hakimin
indirimi gibi bir indirim yapma olanağının bulunmasına
bağlamaktadır.
Yerel mahkeme “ Mahkemece ön inceleme
aşamasında davacının çalıştığı süreyi ve ücretini bildiği, kullandırılmayan
fazla çalışma süresini de bildiği bu bilgiler doğrultusunda alacağının tamamını
bildiği halde…” diyerek davayı usulden red etmiştir.
Yerel mahkeme ile Yargıtay arasında ki
yorum farkının ilk aşaması, işçinin ücret ve fazla çalışma sürelerini bilip
bilmediği noktasında toplanmaktadır. Yerel mahkeme yukarıda yer alan görüş ile
işçinin ücretini bildiğini kabul etmiş Yargıtay ise aksi görüşte olduğunu beyan
ederek yerel mahkemenin kararını bozmuştur. Kanımızca, işçinin ücretini ve
fazla çalışma süresini bilmediği yolundaki Yargıtay Daire görüşüne katılmak
mümkün değildir. Bir insanın yaşamını devam ettirmesi için gereken yeme, içme
ve barınma masraflarını nasıl karşıladığını, o gereksinimleri için ne kadar
para kullanabilme şansına sahip olduğunu, kısaca gelirini ve giderini bilmemesi
mümkün değildir. Zaten ileride göreceğimiz gibi HGK da bu görüşe katılmamıştır.
Yargıtay 9 Hukuk Dairesi bu görüşünü
oluştururken, “İşçinin çıplak ve giydirilmiş ücretinin hesabında gereken
kayıtların, yasa gereği işveren tarafından tutulduğunu” gerekçe olarak
göstermiştir. Ücretin bilinmesi yada bilinmemesi başka bir şey bunun
kanıtlanabilmesi başka bir şeydir. Kanımızca, Yargıtay 9 Hukuk Dairesi, ücretin
bilinmezliğinden çok, kayıtlı ücret ile gerçek ücret arasındaki fark nedeni ve
işçinin mağdur olmaması düşüncesi ile bu gerekçeyi oluşturmuştur. Yargıtay’ın
görüşü bu nedene dayalı olarak oluşmuş olsa da biz bu görüşe katılmamaktayız. Çünkü
Yargıtay’ın bu görüşü içerisinde, işçinin ücretini bildiği ancak bunun bir
kısmını yazılı belgeye dayalı olarak kanıtlayabildiği halde diğer kısmını
kanıtlayamadığı gerçeği yatmaktadır. Üstelik Yargıtay’a göre, bu kanıtlanamamak
durumunun tek sorumlusu, işverendir. İşçinin bu belirsizliğin oluşumuna hiç
katkısı yoktur. İşçinin bundan ötürü bir yararı da yoktur. Elbette Yargıtay’ın
bu düşüncesini paylaşmak mümkün değildir.
Yargıtay’ın bu görüşünü kabul etsek bile,
açılan dava yanlıştır. Çünkü açılan davada, bordroda, hesap pusulasında ya da
bir başka yazılı belgede yer aldığı için taraflarca tartışmasız olarak kabul
edilmesi gereken bir ücret vardır. Kanımızca, öncelikle bu istem için tam eda
davası açılması gerekmektedir.
Yazılı belgenin dışında ya da tarafların
ortak kabullerinin dışında kalan hususlar için ise, davacının öncelikle bir
tespit davasına gereksinimi vardır. Davacının tespit davası açmak zorunda
olduğunu söylediğimiz için öncelikle, HMK 106/1. Maddesine bakmamız
gerekecektir. Bu maddeye göre, tespit davası ile, bir hakkın varlığının yada
yokluğunun saptanması veya bir belgenin sahteliğinin saptanması talep
edilebilir. Kanımızca, yasanın bu açık hükmü karşısında, iş davasının davacısı
olan işçi, gerçek ücretinin saptanabilmesi için, eda davasının dışında kalan
kısım için HMK 106/1. Maddesinden yararlanarak bir tespit davası açılabilir.
Aynı dava içinde eda ve tespit davalarına ilişkin talebin birlikte bulunmasında
hukuken bir sakınca olmadığına göre, her iki dava da kendi kuralları ile
irdelenir ve karara bağlanır. Burada sakınca kararın icrası aşamasında gündeme
gelecektir. Kararın eda davasına ilişkin bölümü, ilamlı icraya konu olurken
kararın tespite ilişkin bölümü ilamsız takibe konu olacaktır.
Talebin bir kısmının belirgin bir kısmının
ise belirsiz olması nedeniyle, davanın HMK 107. Maddesi kapsamına girip
girmediğini değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. Söz konusu maddeye göre,
alacağın “tam ve kesin olarak” belirlenebilmesi davacıdan beklenemiyorsa,
davacı HMK 107 maddesinden yararlanarak “belirsiz alacak ve tespit davası”
açabilir. Eğer işçi alacağının bir kısmını kanıtlayamıyorsa, kanımızca bu dava
türünden yararlanması akılcı bir yol olacaktır. Çünkü, söz konusu davada davacı
“asgari miktar ya da değer” belirterek dava açmak şansına sahiptir. İşte burada
yasa koyucunun asgari miktar ya da değer olarak belirttiği, gerçeği yansıtmaza
da, taraflar arasında çekişmesiz olan ücret ve haklardır. İşçinin fiilen aldığı
ücret, bu fiili ücrete dayalı olarak oluşan giydirilmiş ücret ve kayda geçmeyen
fazla çalışma ücreti gibi ücret ve haklar ise belirsiz alacak ve tespit
davasının tespit kısmını oluşturmaktadır.
Bunun aksini düşünmek bizce mümkün
değildir. Eğer işçi, kendisine verilmeyen yada az verilen bir hak için dava
açıyorsa bir hakkının var olduğunu bildiği gibi bunun ne kadar olduğunu da
bilmektedir. Aksi takdirde, işveren tarafından verilmeyen bir haktan söz etmesi
mümkün olmayacağı gibi, bunun noksan ya da fazlalığını da bilmesi mümkün
olmayacaktır.
Yargıtay 9 Hukuk Dairesi’nin kararına göre
“hakkaniyet indirimi” yapılması gereken hallerde, alacak belirgin değildir.
Olayı bu açıdan değerlendirdiğimizde, kusura dayalı tüm alacaklar, nafaka gibi
yasanın hâkime takdir yetkisi verdiği tüm haklar hatta istisna akdinden
kaynaklanan taraflar arasından çekişmeli olan hak edişe dayalı tüm alacaklar
belirsizdir. Çünkü, tüm bunlarda bilirkişi hesabı ya da hâkimin takdiri
kaçınılmazdır. O zaman eda davası, dava türleri arasında istisna olacaktır.
Kanımızca, burada, işçiyi, harç ve red
edilen kısım için oluşacak yasal vekâlet ücretine karşı korumak istemi söz
konusudur. Öncelikle belirtmek isteriz ki, MK 1 deki istisnaya rağmen, yasa
yapmak yargının görevi değildir. Eğer yasalar taraflardan birinin aleyhine
hüküm içeriyorsa (ki bana göre mutlaka içerecektir) bunu aynen korumak ya da
değiştirmek siyasi yapının ve yasamanın tercihlerini ve de kararını oluşturur.
Yargı bu hakkı kullanamaz. Üstelik takdirden yada hesap hatalarından
kaynaklanan retler için, karşı taraf vekalet ücretine ilişkin olarak,
uygulanması gereken kurallar yargı kararlarında ayrıca belirtilmiş olmasına
rağmen yargı tarafından bunlara uyulmayıp kabul edilmesi mümkün olmayan
anlatımlarla olgu yaratmak ve bunu hukuken yorumlamaya çalışmak doğru bir
yaklaşım olmaz.
Eğer, bizim bu yorumumuza katılıyorsanız,
yerel mahkemenin görüşünün doğru, Yargıtay 9 Hukuk Dairesi’nin görüşünün kabul
edilebilir bir görüş olmadığı kanımızı da paylaşıyorsunuz demektir.
Belirsiz alacak ve tespit
davası ile kısmi davayı birlikte değerlendirmek istediğimizde; belirsiz alacak
ve tespit davasının açılabilmesi için, davanın açıldığı tarihte talep konusunun
belirsiz olması gerektiği kanunda “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını
yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden
beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hallerde…” sözcükleri ile
açıklandığını görmekteyiz. Kanımızca bu sözcüklerin anlattığı ile kısmi eda
davası için ifade edilen “tartışmalı olmak” ve “belirsiz olmak” sözcükleri
arasında bir fark bulunmamaktadır. Diğer bir anlatımla, aynı amacı sağlayan iki
ayrı dava türü vardır.
Ayrıca maddenin gerekçesinde yer alan ifadeye göre, eğer davanın açılmasında, alacağın miktarı biliniyor ya da tespit edilebiliyorsa, davacının belirsiz alacağın tespiti davası açmakta hukuki yararı olmadığı kabul edilmelidir. Bilindiği gibi, bir davada hukuki yarar HMK 114 maddesi hükmüne göre, dava şartı olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle de dava şartının yokluğu HMK 115 maddesine göre hâkim tarafından resen gözetilmesi gereken bir husus olup, yokluğunun tespiti halinde, öncelikle giderilmesi için gereken süre verilir, giderilmesi mümkün değilse yada verilen sürede giderilmemiş ise dava usulden red edilir.
Ayrıca maddenin gerekçesinde yer alan ifadeye göre, eğer davanın açılmasında, alacağın miktarı biliniyor ya da tespit edilebiliyorsa, davacının belirsiz alacağın tespiti davası açmakta hukuki yararı olmadığı kabul edilmelidir. Bilindiği gibi, bir davada hukuki yarar HMK 114 maddesi hükmüne göre, dava şartı olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle de dava şartının yokluğu HMK 115 maddesine göre hâkim tarafından resen gözetilmesi gereken bir husus olup, yokluğunun tespiti halinde, öncelikle giderilmesi için gereken süre verilir, giderilmesi mümkün değilse yada verilen sürede giderilmemiş ise dava usulden red edilir.
Bu nedenle öncelikle, belirsiz alacak ve
tespit davasında talep konusunun ne zaman tartışmasız açıkça belli olduğunu
saptamamız gerekecektir. Yasada bu konuda açık bir hüküm yer almamaktadır.
Kanımızca, burada yargıca bir görev düşmektedir. Yargıç mahkemeye ulaşan taraf
beyanları, bilirkişi raporu ya da resmi mercilerden gelen kabul edilebilir
değerleri inceledikten sonra davanın belirli hale gelen şeklini taraflara
açıklamalıdır. Yargıç tarafından yapılacak bu açıklama kanımızca ihsası rey
anlamına gelmemektedir. Çünkü yargıç, davanın kabul ya da reddini
belirtmemektedir. Bir anlamda gerçek müddeabihi taraflara deklare etmektedir.
Yargıcın buradaki tutumu, uyuşmazlık konusu taşınmaz olan bir davada dava
değerinin bilirkişi aracılığıyla saptanmasına ilişkin taraf talebiyle ya da
resen yapılmasıyla eşdeğerdedir. Orada da yargıç harca esas değeri tespit
ederek taraflara bildirmektedir. Bu deklarasyonu da hiçbir şekilde ihsası rey
olarak kabul edilmemektedir. Eğer yargıç tarafından alacağın belirli halde geldiğini
gösterir belge olarak kabul ettiği, bilirkişi raporu ya da resmi mercilerce
gönderilmiş belge taraflara açıklanmazsa taraflar yargıcın talep konusunun
belirgin hale geldiği konusundaki kanısını bilemeyeceklerdir. O zaman da talep
konusunu belirgin değere ulaştıramayacaklardır. Üstelik bilirkişi raporunun
kabul ya da reddi genelde tahkikat aşamasında hâkim tarafından açıkça
söylenmediği için, hatta tahkikatın bittiği sözlü yargılamaya geçildiği açıkça
taraflara duyurulmadığı için, talep konusunun belirgin hale geldiğinin
taraflarca bilinmesi neredeyse olanaksızdır. Bu belirleme yapılmadığı müddetçe
belirsiz alacak ve tespit davasının hukukumuza kazandırılmasının hukukumuza
hiçbir yararı olmayacaktır.
Belirsiz alacak ve tespit davasında talep
konusunun belirli hale gelmesini takiben hakimin bunu taraflara deklare
etmesinden sonra davacının talep konusunu hakim tarafından belirlenen değere
yükseltip yükseltmemesi gerektiğini de ayrıca değerlendirmek gerekecektir. Eğer
davacı talep konusunu yükseltmiyorsa kanımızca ortada “talep konusu taraflarca
belli hale” gelmiş olduğu için HMK 109/2’ye göre, talep konusunun miktarı
açıkça belli ise, kısmi dava açılamaz kuralı uygulanmalıdır. Burada
cevaplanması gereken soru açılmış belirsiz alacak davasının talep konusunun
miktarının belli olmasıyla HMK 109/2 kapsamına girip girmeyeceği konusudur. Her
ne kadar belirsizlik davanın açıldığı aşamada var ise de, davanın görüldüğü
aşamada belirsizlik ortadan kalkmıştır. Böylesi bir durumda başlangıçta belli
olmayan bir alacak için açılan kısmı dava belirli hale geldikten sonra dava
şartı kabul edilerek usulden ret mi edilecektir? Ya da mahkeme yargılamaya
devam edip taleple bağlılık ilkesi doğrultusunda dava dilekçesinde “asgari
miktar veya değer üzerinden” mi karar verecektir? Kişisel kanımıza göre,
açılışta var olan dava koşulu belirsiz alacak ve tespit davasında yargılama
aşamasında kaybolmuştur. Yargıç dava koşulunun yokluğuna ilişkin usulden ret kararını
yargılamanın her aşamasında verebileceği için, söz konusu madde doğrultusunda
gerekli uyarıyı yapıp, tamamlama süresini verdikten sonra tamamlama
gerçekleşmemişse yani gerek yazılı beyan gerekse harç tamamlaması yoluyla dava
belirlenen miktara ulaşmamışsa davayı usulden reddetmelidir. Bu davranış,
109/2’deki kısmi dava açılamaz düşüncesiyle uyuşmaktadır.
Bu yazının başında belirttiğimiz Yargıtay
HGK kararına baktığımızda söz konusu kararda da, kısmi davanın açılabilmesi
için talep konusunun taraflar arasında tartışmasız veya belirlenebilir olmaması
gerekir. Karara göre, “dava konusu edilen alacak yargılama sırasında hesap
raporu alınmasını gerektiriyor veya miktar veya değerinin belirlenmesi
yargılama sırasında başka bir olgunun tespit edilmesini gerektiriyor ise talep
konusu alacağın açıkça belirlenemeyeceği kabul edilmeli ve kısmi dava olarak
görülmelidir” açıklamasının yapıldığı ve bir anlamda tartışmasızlık ve
belirlenebilmeme şartına bağlı olarak, kısmi davanın tanımlandığı görülmektedir.
HGK’nın bu belirlemesine biz de katılmaktayız. Ancak, dairenin bu belirlemeden
sonra vermiş olduğu örneklemeli açıklamalara katılmamaktayız. HGK’ya göre,
kayda dayanmayan fazla mesai ve tatil çalışmalarından kaynaklanan alacaklarda,
9. HD’nin yerleşmiş kararlarına göre, hastalık ve izin nedenlerine göre oluşan
çalışma günleri dikkate alınarak hakkaniyet indirimi yapılması gerektiğinden bu
konudaki talep konusu belirgin değildir. Kanımızca, Yargıtay’ın görüşünü
benimsemiş olsak bile bu tür bir davada istemimizi yani talep konusunu
dayandırdığımız maddi vakıaları daha açık ve net bir şekilde dile getirmek
zorunluluğumuz bulunmaktadır. Her işçi, çalıştığı tatil gününü ve fazla mesai
gün ve saatini bilmektedir. En azından bunun bir kısmı bilinmektedir. Bir an
için olayın bir kısmı bilinen maddi vakıalara dayandığını kabul ettiğimizde,
açılacak davalarda bilinen bu kısım için talep konusu diğer bir anlatımla
müddeabih açıkça belirtilmeli HMK 107. maddede belirtilen asgari miktar veya değer
ilkesine bağlı kalarak bu dava dilekçesinde belirtilmeli diğer bir anlatımla bu
bölüm için eda davası oluşturmalı kalan kısım için ise belirsiz alacak ve
tespit davası açılmalıdır. Ancak taraflara düşen yükümlülük davaların maddi
vakıalarını mahkemeye sunmak olduğuna göre, bu açıklamada bile dikkatli olmamız
gerekecektir. “Ben her gün fazla mesai yapardım” cümlesi kanımızca HMK 28’de
yer alan dürüstlük kuralına uygun bir maddi vakıa bildirimi değildir. Taraf bu
kural doğrultusunda bildirdiği maddi vakıayı HMK 194/1 maddesindeki somutlaştırma
ilkesi ile değerlendirip dürüstlük kuralına uygun bir şekilde elle tutulabilir
bir ifade dile getirmek zorundadır. Yazılı ispat kuralının benimsendiği HMK’da
ve HUMK’ta işçinin mağduriyetinden ötürü ona bu kurala uymama hakkını getirmek
kanımızca işverene haksızlık olacaktır. Bu sayılan nedenlerden ötürü 9. HD ve
HGK kararında yer alan açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Tüm eda
davalarında davaların bir kısmının ispat edilememek ve benzeri sebeplerle
kaybedilmek olasılığı vardır. Aynı olasılık iş davaları için de söz konusudur.
İşçiyi korucuyu tutum kurumsallaşmış güçlü firmalar için düşünülebilen bir
faktör olsa bile, ülkemizde yer alan küçük işletmeler için hatta ev
kadınlarının gerçekleştirdiği apartman yöneticiliği için işçiye böylesi bir
olanak tanımak hakkaniyetle bağdaşmaz. Söz konusu işçiyi kıdem tazminatında
v.b. işçi alacaklarında korurken kira parasını öderken yazılı belge almamaktan
ötürü evinden tahliye ederken korumamak ise hukuk açısından bir çelişkidir.
Ayrı kişin bir yerde işçi diğerinde kiracı sıfatını taşıması kişinin bilgisini
ve anlama kapasitesini yanlış anlamamıza yol açmamalıdır. Geçmiş dönem Yargıtay
kararlarında kira hukuku çerçevesinde kiracının korunması gerektiği kira
hukukunun kamu düzenine ilişkin olduğu, bu nedenle kira parasının bile sulh
yoluyla taraflarca kararlaştırılamayacağının hüküm altına alındığını bilinmektedir.
O dönemde bile kiranın ödendiğinin kanıtlanmasının yazılı belgeye bağlandığı
dikkate alınırsa, iş kanununda işçi için yapılan bu korumanın abartılmış bir
koruma olduğu anlaşılır.
Belirsiz alacak tespit davasına
ilişkin yasa maddesi, tasarıda yer almayan TBMM de Adalet Komisyonundaki
görüşmelerde eklenen bir maddedir. Bu nedenle bu maddenin gerekçesi komisyon
çalışmaları sırasında oluşturulmuştur. Komisyon tarafından oluşturulan
gerekçeye baktığımızda, belirsiz alacağın tespiti davasının açılması ile
davanın açıldığı sembolik değer dışında kalan ve tam alacağı ifade eden değer
için de zamanaşımı kesilmiş olacaktır. Bu güne kadar bir Yargıtay kararı ile
desteklenmemiş olsa da, kanımıza göre, elbette, zamanaşımı definden
kurtulabilmek için belirsiz alacak ve tespit davası sırasında, davada tespiti
istenilen alacağın yada miktarın değeri belirlenen miktara ulaştırılmış olması
gerekir. Yoksa bu olanak ek dava diye nitelendirebileceğimiz yeni bir davanın
bünyesinde geçerli olmayacaktır. Halbuki kısmi eda davasında, zamanaşımı sadece
kısmi eda davasına konu dava değeri için geçerli olmaktadır ve böyle devam
edecektir. Bu husus ise belirsiz alacağın tespiti davasının avantajını dile getirmektedir.
Zamanaşımı için söylediklerimizin hak düşürücü süre için geçerli olup olmadığı madde gerekçesinde net olarak açıklanmamaktadır. Ancak gerekçenin son paragrafında “zamanaşımının kesilmesi ve diğerleri” ifadesi kullanıldığından ötürü, kişisel kanı olarak hak düşürücü sürenin de aynı şekilde işlemeyeceğini düşünmekteyim.
Belirsiz alacak ve tespit davasının icra yeteneği olup olmadığı açısından olayı değerlendirdiğimizde, gene madde gerekçesinde yer alan ifadelere bakmamız gerekecektir. Bu ifadelere baktığımızda, mahkeme tarafından verilen tespit kararının, icra kabiliyetinin olduğunu görmekteyiz. Ancak elde edilen karar bir mahkeme kararı olmasına rağmen ilamlı takip yerine burada genel haciz yolu uygulanacaktır. Elbette, kesinleşmiş tespit kararının genel haciz yolu ile icraya konulmasında, davalının/borçlunun yapacağı itiraz sonucunda, davalı/borçlunun icra inkâr tazminatına mahkûm edilmesi söz konusu olabilecektir. Bu paragrafta anlatılanlar da belirsiz alacağın tespiti davasının, kısmi eda davasından daha pratik bir dava türü olduğunu ortaya koymaktadır. Hele hele, kısmi eda davasında, ilk açılan kismi davanın, sonra açılan ek dava açısından, kesin hüküm mü yoksa kesin delil mi olduğu, tam eda davasını nasıl etkileyeceği yönündeki tartışmaları dikkate alırsak, belirsiz alacağın tespiti davasının daha pratik bir dava türü olduğunu görürüz.
Bu açıklamalardan sonra, zamanaşımına ve hak düşürücü süreye ilişkin kuralların kanunda yer almadığı gerekçede yer aldığı dikkate alınırsa uygulamada bazı problemlerin doğacağı akla gelebilir. Bu nedenle, yani ileride doğabilecek uyuşmazlıklarda savunma olanağınız olsun diye, kazancı bilgi bankasında yer alan Yargıtay 21 Hukuk Dairesinin 11.7.2000 gün ve 2000/4536 E 2000/5588 K sayılı kararını bilgilerinize sunmak isterim. Söz konusu kararda, “hal böyle olunca davacının açmış olduğu ve kesinleşen davalar “kısmi dava” niteliğinde olup “olumlu tespit” davası niteliğinde olmadığından,2000/261 sayılı dava yönünden, zamanaşımı kesilmeyeceği açık-seçiktir.” denilerek, olumlu tespit davalarının zamanaşımını keseceği kabul edilmiştir. Sn Hakan Pekcanıtez’in 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesinin cilt 11 özel sayı 2009 dergisinde yer alan makalesine göre de, bazı ülkelerde de belirsiz alacağın tespiti davasının açılması zamanaşımını kesmektedir.
Söz konusu makaleye göre bu gün uyguladığımız maddi hukuk kuralları arasında belirsiz alacak ve tespit davasını zorunlu kılan dava türleri bulunmaktadır. BK42 m .
göre tazminat TTK da haksız rekabette “muhtemel zarar” istemi, bunlara örnek
gösterilebilir. Bana göre Av. K. 164/4 maddesindeki ücret istemi de bu
örneklere katılabilinir.
Aynı makaleye göre, HMK ile birlikte manevi tazminat istemleri için de belirsiz alacağın tespiti davası açılabilecektir. Ben buna katılmamaktayım. Çünkü, burada manevi tazminatı belirleyen hakim olmasına rağmen, acı duyan ve bu acıyı değerlendiren davacıdır, bu yüzden acının değerinin belirsizliğinden söz etmek mümkün değildir. Eğer, davacının, davanın kaybedilen bölümü için, yargılama giderlerinden sorumlu tutulurken, aşırıya kaçılmaması amaçlanıyorsa, bu problem yargılama giderlerine ilişkin hükümlerin düzenlenmesinde ve yorumunda çözülebilecek bir husustur kanısındayım. Bu nedenlerle makalede yer alan görüşe katılmamakta olup daha önce belirttiğimiz ve bu güne kadar Yargıtay uygulamalarında benimsendiği gibi manevi tazminat için kısmi dava uygulamasının mümkün olmadığı görüşünde olduğumuzu bir kez daha dile getirmek isteriz. Bu düşüncemiz nedeni ile belirsiz alacak ve tespit davası yolu ile manevi tazminat istenemeyeceğini belirtmek isteriz.
Zamanaşımı için söylediklerimizin hak düşürücü süre için geçerli olup olmadığı madde gerekçesinde net olarak açıklanmamaktadır. Ancak gerekçenin son paragrafında “zamanaşımının kesilmesi ve diğerleri” ifadesi kullanıldığından ötürü, kişisel kanı olarak hak düşürücü sürenin de aynı şekilde işlemeyeceğini düşünmekteyim.
Belirsiz alacak ve tespit davasının icra yeteneği olup olmadığı açısından olayı değerlendirdiğimizde, gene madde gerekçesinde yer alan ifadelere bakmamız gerekecektir. Bu ifadelere baktığımızda, mahkeme tarafından verilen tespit kararının, icra kabiliyetinin olduğunu görmekteyiz. Ancak elde edilen karar bir mahkeme kararı olmasına rağmen ilamlı takip yerine burada genel haciz yolu uygulanacaktır. Elbette, kesinleşmiş tespit kararının genel haciz yolu ile icraya konulmasında, davalının/borçlunun yapacağı itiraz sonucunda, davalı/borçlunun icra inkâr tazminatına mahkûm edilmesi söz konusu olabilecektir. Bu paragrafta anlatılanlar da belirsiz alacağın tespiti davasının, kısmi eda davasından daha pratik bir dava türü olduğunu ortaya koymaktadır. Hele hele, kısmi eda davasında, ilk açılan kismi davanın, sonra açılan ek dava açısından, kesin hüküm mü yoksa kesin delil mi olduğu, tam eda davasını nasıl etkileyeceği yönündeki tartışmaları dikkate alırsak, belirsiz alacağın tespiti davasının daha pratik bir dava türü olduğunu görürüz.
Bu açıklamalardan sonra, zamanaşımına ve hak düşürücü süreye ilişkin kuralların kanunda yer almadığı gerekçede yer aldığı dikkate alınırsa uygulamada bazı problemlerin doğacağı akla gelebilir. Bu nedenle, yani ileride doğabilecek uyuşmazlıklarda savunma olanağınız olsun diye, kazancı bilgi bankasında yer alan Yargıtay 21 Hukuk Dairesinin 11.7.2000 gün ve 2000/4536 E 2000/5588 K sayılı kararını bilgilerinize sunmak isterim. Söz konusu kararda, “hal böyle olunca davacının açmış olduğu ve kesinleşen davalar “kısmi dava” niteliğinde olup “olumlu tespit” davası niteliğinde olmadığından,2000/261 sayılı dava yönünden, zamanaşımı kesilmeyeceği açık-seçiktir.” denilerek, olumlu tespit davalarının zamanaşımını keseceği kabul edilmiştir. Sn Hakan Pekcanıtez’in 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesinin cilt 11 özel sayı 2009 dergisinde yer alan makalesine göre de, bazı ülkelerde de belirsiz alacağın tespiti davasının açılması zamanaşımını kesmektedir.
Söz konusu makaleye göre bu gün uyguladığımız maddi hukuk kuralları arasında belirsiz alacak ve tespit davasını zorunlu kılan dava türleri bulunmaktadır. BK
Aynı makaleye göre, HMK ile birlikte manevi tazminat istemleri için de belirsiz alacağın tespiti davası açılabilecektir. Ben buna katılmamaktayım. Çünkü, burada manevi tazminatı belirleyen hakim olmasına rağmen, acı duyan ve bu acıyı değerlendiren davacıdır, bu yüzden acının değerinin belirsizliğinden söz etmek mümkün değildir. Eğer, davacının, davanın kaybedilen bölümü için, yargılama giderlerinden sorumlu tutulurken, aşırıya kaçılmaması amaçlanıyorsa, bu problem yargılama giderlerine ilişkin hükümlerin düzenlenmesinde ve yorumunda çözülebilecek bir husustur kanısındayım. Bu nedenlerle makalede yer alan görüşe katılmamakta olup daha önce belirttiğimiz ve bu güne kadar Yargıtay uygulamalarında benimsendiği gibi manevi tazminat için kısmi dava uygulamasının mümkün olmadığı görüşünde olduğumuzu bir kez daha dile getirmek isteriz. Bu düşüncemiz nedeni ile belirsiz alacak ve tespit davası yolu ile manevi tazminat istenemeyeceğini belirtmek isteriz.
Bilindiği gibi, HUMK döneminde,
eda davasının açılması mümkün olan hallerde tespit davası açılamamakta idi,
kanımızca, HMK döneminde bu uygulamaya da son verilecek ve belirsiz alacak ve
tespit davası kapsamında kalmak şartı ile yani aynı maddi vakıa ve hukuki
nedenden kaynaklanmak koşulu ile, alacağın bir kısmının belirgin bir kısmının
da belirsiz olması halinde, belirsiz alacak ve tespit davası açılarak bu davanın doğasında yer alan
eda ve tespit davalarından birlikte yararlanılacaktır.
Sn. Hakan Pekcanıtez, söz konusu makalesinde, belirsiz alacak ve tespit davasının aynı zamanda hem eda hem de tespit davası özelliği olduğunu belirtmektedir. Bu görüşe katılmaktayız. Ancak, bu sonuç HMK 107/3 hükmünden anlaşılmakta ise de, HMK nın 107/3 maddesi, HMK 109/2 maddesi ile birlikte değerlendirildiğinde, eğer kısmi eda davası ile birlikte belirsiz alacağın tespiti davası açıldığında alacak belirgin hale geldiğinde, HMK 109/1 maddesi gereğince, kısmi eda davasının tam eda davasına dönüştürülmesi zorunluluğu doğmalıdır. Çünkü, usul hükümlerinin emrediciliği yanı sıra maddenin yazılımı da emredici niteliktedir. İncelemeye çalıştığımız Yargıtay kararında da aynı görüş benimsenmiştir. Bu ise söz konusu dava türünün diğer tespit davalarından farklı bir yapısı olduğunu göstermektedir.
Kanımca bu düşünce, HMK 197/1 son cümlede yer alan “…asgari miktarı belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açar.” Sözcüklerine dayanarak dile getirilebilinir. Ancak, gerekçede yer alan açıklamalara göre, bu dava sonucunda verilen hüküm, ilamlı icra yerine genel haciz yolu ile icra edileceğine göre, bu fikre, yani belirsiz alacak ve tespit davasının aynı zamanda eda davası olduğu görüşü bir başka açıdan da tartışılır hale gelmektedir.
Sn. Hakan Pekcanıtez, söz konusu makalesinde, belirsiz alacak ve tespit davasının aynı zamanda hem eda hem de tespit davası özelliği olduğunu belirtmektedir. Bu görüşe katılmaktayız. Ancak, bu sonuç HMK 107/3 hükmünden anlaşılmakta ise de, HMK nın 107/3 maddesi, HMK 109/2 maddesi ile birlikte değerlendirildiğinde, eğer kısmi eda davası ile birlikte belirsiz alacağın tespiti davası açıldığında alacak belirgin hale geldiğinde, HMK 109/1 maddesi gereğince, kısmi eda davasının tam eda davasına dönüştürülmesi zorunluluğu doğmalıdır. Çünkü, usul hükümlerinin emrediciliği yanı sıra maddenin yazılımı da emredici niteliktedir. İncelemeye çalıştığımız Yargıtay kararında da aynı görüş benimsenmiştir. Bu ise söz konusu dava türünün diğer tespit davalarından farklı bir yapısı olduğunu göstermektedir.
Kanımca bu düşünce, HMK 197/1 son cümlede yer alan “…asgari miktarı belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açar.” Sözcüklerine dayanarak dile getirilebilinir. Ancak, gerekçede yer alan açıklamalara göre, bu dava sonucunda verilen hüküm, ilamlı icra yerine genel haciz yolu ile icra edileceğine göre, bu fikre, yani belirsiz alacak ve tespit davasının aynı zamanda eda davası olduğu görüşü bir başka açıdan da tartışılır hale gelmektedir.
Tekrar Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin
kararını irdelemeye devam edersek; Yargıtay 9 Hukuk Dairesi’nin kararında
katılmadığımız bir diğer hususun ise, HMK 119/1.ğ maddesine ilişkin açıklamayı
“somutlaştırma” sözcüğüne dayandırmış olmasından kaynaklandığını söylemek
zorunda kalırız. HMK 119/1.ğ de yer alan ifade talebin açık bir şekilde
belirtilmesidir. Hükmün kapsamını düzenleyen ve HMK 297/2 maddesinde yer alan
ifade ile HMK 119/1.ğ yer alan dava dilekçesinin içeriği madde başlığını taşıyan
maddesinde yer alan “talebin açıklığı” ilkesi birlikte değerlendirildiğinde,
iki maddenin bir birini tamamladığı ve özünde yönetim bilimlerinde yer alan
emrin açık ve anlaşılır olması gerektiği kuralının bir sonucu olduğu görülür.
Halbuki “somutlaştırma” kuralı HMK 194/1 maddesinde yer alan bir kural olup,
davada yer alan vakıaların hangi delillerle ispat edilebileceğinin taraflarca
belirtilmesi gerektiğini dile getiren bir kuraldır. Yargıtay 9 Hukuk Dairesinin
bu tutumu kavram kirliliğine neden olabilecek bir husus olduğu için açıklamak
gereğini hissettik.
Yukarıdaki açıklamadan sonra, söz konusu
kararda yer alan, talep sonucun yeterince açık olmadığı hallerde, tarafa yasada
öngörülen bir haftalık kesin sürenin verilmesi ve bu süreye rağmen talep açık hale
gelmez ise, davanın HMK 119/2 maddesi gereğince davanın usulden ret edileceğine
ilişkin açıklama ve kısmi dava açıldığında mahkemece kısmi davanın açılmasının
mümkün görülmediği hallerde tarafa davasını tam eda davası haline dönüştürmek
için süre vermesi gerektiği yolundaki açıklamaları ise memnunlukla
karşıladığımızı belirtmek isteriz. Biz kısmi davaya ilişkin bu açıklamayı
genişleterek, daha önce de belirttiğimiz gibi, eğer dava aşamasında kısmi
davada belirginlik oluşmuş ise hâkimin süre vererek, davacıyı davasını tam eda
davası haline dönüştürmesine olanak tanıması davacının bunu gerçekleştirmemiş
olması halinde davanın usulden ret edilmesi gerektiği şeklinde anlamaktayız.
Hemen belirtmek isteriz ki hâkimin bu davranışı yasadan kaynaklanan ve taraflara
eşit uzaklıkta gerçekleştirilen bir beyan olmasının yanı sıra kararı değil
aynen taşınmazın bilirkişi değerini harç için kabul ettiğini belirtmesinde
olduğu gibi dava değerini belirttiğinden ötürü ihsası rey olarak kabul
edilemez. Karardan anlaşılacağı gibi, belirgin hale gelme ya da tartışmasız
hale gelme oluştuğunda hâkim bunu açıkça beyan etmek görevi ile yükümlüdür.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yargıtay 9
Hukuk Dairesinin belirsizliği tanımlayan ölçülerinden birisi davada hesaplamaya
gereksinim duyulmasıdır. Öncelikle belirtmek isteriz ki bu açıklama,
bilirkişiye başvurma eylemini örtmek için kullanılmış bir sözcüktür. Aynı,
örtülü davranış yerel mahkemeler tarafından da benimsenmiş ve hukuki konularda
bilirkişiye başvurulamaz kuralı ile hakim genel kültürü ile çözümleyeceği
şeyleri yani dört işlem gibi matematiksel olayları bilirkişiye götüremez
kuralını delmek için yaratılmıştır. Günümüzde pek çok olayda hatta nafakanın
takdirine ilişkin davalarda bile bilirkişi görüşüne başvuran hakimler
bulunmaktadır. Bu şekilde, konusu suç olan bir davranışla hakim tarafından
bilirkişiye başvurulmuş ise, sadece bu başvuru, davanın belirsiz olduğunu
ortaya koymaya yetecek midir? Bu soru Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından da
sorulmuş ve aynı kararda sadece bilirkişiye başvurunun yeterli ölçü olamayacağı
dile getirilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir alacağın
belirli olup olmadığının o alacağın likit olup olmadığına yani “…borçlunun,
yalnız başına ne kadar borçlu olduğunu tespit edebilir durumda olması”na
bağlamaktadır.
Alacağın likit olması kavramı icra
hukukundan alınmış bir kavramdır. Gerçek hayattaki karşılığı olan keş para,
nakit para dışında kullanılan bu kavram, alacağın hesaplanabilir olmasını ifade
için kullanılmaktadır. Öncelikle, dil kurallarına saygı nedeni ile, bu kavramın
kullanılmamasını ve kanunda yer alan tartışmasız olması, belirgin olması
gibi.kavramların kullanılmasını önermekteyiz.
Kanımızca, iş hukukunda kısmi davaya
yönelmenin temel nedeni, alacağın bir kısmının belirgin diğer kısmının ise,
tartışmalı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle kanımızca, öncelikle
tartışmasız olan kısmı davada dürüstlük kuralları gereği açıkça beyan etmek
gerekmektedir. Gene kanımıza göre, bundan sonra da tartışmalı olan kısmı, açıkça
beyan edip, bu kısmı belirgin hale getirmek gerekmektedir. Buna en uygun dava
türü ise, belirsiz alacak ve tespit davasıdır. Üstelik bu dava türünün yeni
halinde, hak düşürücü süre ve zamanaşımı kaygısı da bulunmamaktadır.
Olayı bu açıdan değerlendirdiğimizde,
işçinin pek çok alacağı belirlenebilir alacak olmasına rağmen kısmi dava yolu
ile dava açan, harç ve diğer yargılama giderlerinden kaçınan, dava masraflarını
üstlenerek haksız rekabet yolu ile dava alan, işverenin adil yargılanma hakkını
ortadan kaldıran, avukat meslektaşlarımızın rekabet yasağına aykırı
davranışları engellenmiş olacağı gibi, kabul sulh gibi davanın taraf işlemleri
ile sona ermesinin yolu da açılacaktır.
Elbette tüm bu kargaşanın önlenmesi için
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca belirtildiği gibi, hâkimlerin, her somut olayı
ayrı ayrı değerlendirip, talep konusunun hangi kalemlerinin belirgin hangi
kalemlerinin tartışmalı olduğunu saptaması bundan sonrada tartışmalı kalemlerde
bile belirgin kısımlar varsa bunların dürüstlük kuralı ve asgari değer belirtme
ilkesi doğrultusunda, belirtilmesi için davacıya gereken süreyi vermesi, aksi
davranışta bu kalem için usulden ret kuralını uygulaması gerektiğine
inanmaktayız.
Ancak, bu kararın yanlış yorumlanmasından
korktuğumuz için, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bu kararı ile kısmi dava
açmanın yolunun açılmadığını, kararda “Sonuç olarak, işçilik alacaklarının
özelliği de dikkate alınarak, bu alacaklarda, talep konusunun miktarının
taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli olduğunu söylemek mutlak
doğru olmadığı gibi aksinin de kabulü doğru değildir. Bu nedenle, talep konusu
işçilik alacakları belirli olup olmadığının somut olayın özelliğine göre
değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesi daha doğru olacaktır.” Denilerek gerçek
değerlendirmeyi somut olayın özelliğine göre saptamak üzere hâkime bıraktığını
hatırlatmakta yarar bulunmaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu yerel
Mahkemenin kararını bozarken bu gerekçeden hareket etmiş ve somut olaydaki
işçinin bordro bilgileri ile banka bilgilerinin farklı olması ve bu konuda bir
açıklama getirilmemiş olması nedeni ile kısmi davanın açılacağını kabul
etmiştir.
Neler önerilebilinir diye sorarsanız,
belirsiz alacak ve tespit davasının bir tespit davası olarak kalması
gerektiğine inandığımızı söylemek isteriz. Elbette bu tespit davasının içinde
belirgin bir dava değeri varsa bu aynı dava içinde eda davası olarak yer
alabilmelidir. Ayrıca gerek belirsiz alacak ve tespit davasının gerekse kısmi
davanın açılması sırasında, davanın değerinin tamamı belirtilmek koşulu ile,
kısmi eda davasının açılabilmesine olanak verilmelidir. Böylece davalının
savunma hakkı ya da sulh yollarından yararlanmak hakkı korunmuş olacaktır.
Eğer, dava değerinin belirgin olması halinde kısmi davaya olanak verilmeyecek
ise, bu güne kadar bölünebilir alacakların parçalar halinde istenebileceğine
ilişkin olan BK hükmünün ya yanlış yorumlandığı bunun sadece borçluya tanınmış
bir hak olduğu açıklanmalı ya da yasadan çıkarılmalıdır. Çünkü iki yasa
arasında çelişki hiç hoş olmamaktadır.
EK:
Kısmı dava açılabilmesi için
alacağın bölünebilir olması şarttır. Taşınmaza ilişkin uyuşmazlıklarda
taşınmazın bölünebilmesi mümkün olmadığından kısmi dava açılabilmesi söz konusu
olamayacaktır. Buna karşılık para ve bölünmesi mümkün taşınırlarda kısmi dava
açmak mümkündür. Elbette kısmi dava açarken yasanın koşulu olan tartışmasız,
açıkça belli olmak koşullarına uyum da sağlanmalıdır. Bu hususlar gözetilerek
açılmış bir kısmi dava yargılama aşamasında alacağın belirgin hale gelmesi
ve/veya tartışmasız hale gelmesiyle yasa hükmü gereğince tam eda davasına
döndürülmesi gerekmektedir. Çünkü, HMK 109/2 doğrultusunda alacak tartışmasız
ya da açıkça belli ise kısmi eda davası açılamaz. Bu belirginliğin yargılamanın
başında veya davanın herhangi bir aşamasında bizce önemi olmadığı gibi yukarıda
belirttiğimiz Yargıtay kararı açısından da önemi yoktur. Açıklık ve belirginlik
oluştuğu takdirde kısmi davanın tam eda davasına dönüşmesi gerekir. HMK
119/1-d’de dava konusunun değeri dava şartı olarak kabul edildiğine göre, dava
şartı davanın her aşamasında tarafların talebi ve/veya resen dikkate
alınabilecek bir husus olduğuna göre dava konusunun belirgin hale gelmesi
halinde de bunun davada belirtilmesinin şart olduğunu düşünmekteyiz.
Olayı 119/2 doğrultusunda
değerlendirdiğimizde yargılamanın herhangi bir aşamasında resmi bir belge veya
bilirkişi incelemesi ile dava değeri belirgin hale geldiğinde hakim 119/2 hükmü
gereğince davacıya bir haftalık süre verip dava değerinin dava dilekçesi
içeriğinde yer alması şartını yerine getirmesini emredecektir.
Buraya kadar yapılan açıklamalar
yazımızın daha önceki bölümündeki açıklamalarda aynı paralelliktedir. Bizim
cevap aradığımız soru bu aşamadan sonra gelmektedir. Davacı taraf hakimin
verdiği süre içinde dava değerini belirgin hale uygun şekilde beyan edip buna
ilişkin harcı yatırmazsa dava ne olacaktır?
Kanımızca, harç HMK ile
düzenlenen bir konu değildir. Kendi özel yasası içinde düzenlendiği için çözüm
orada değerlendirilmelidir. Taraf harç yatırmaksızın dava değerini belirlerse
örneğin UYAP’tan gönderdiği dilekçe ile kısmi davasını tam eda davasına
dönüştürürse yani mahkemenin belirlediği değeri içeren bir dilekçe sunarsa,
işbu dilekçe ile birlikte tamamlama harcı yatırılmadığı için hakim bu kez Harçlar
Kanunu m. 30 ve 32 doğrultusunda harcın tamamlanması için gereken talimatı
verecektir. Hakim sadece harcın yatırılmasını talimatını verdiği celsede davaya
bakacak daha sonrası için harcın tamamlanmış olması koşulunu arayacaktır.
Eğer taraf harcı yatırmaz ise
Kazancı Bilgi Bankası’nda yer alan 8. HD.’nin 18.9.1992 gün ve 1992/11648 E.,
1992/11857 K. sayılı kararında da belirtildiği gibi hakimin bir sonraki celseye
kadar harcın tamamlanması yolundaki talimatına davacı uymamış ise dava söz
konusu celsede HUMK m. 409 (HMK 150) doğrultusunda önce işlemden kaldırılır
daha sonra HUMK m. 409’un hüküm altına aldığı üç aylık süre geçince mahkeme
taraflara davetiye çıkarmaksızın duruşma açmaksızın kendiliğinden davanın açılmamış
sayılmasına karar vererek yargılamayı sona erdirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder