Av. Ender Dedeağaç
Değerli konuklar,
Konuşmama
başlamadan evvel bir anımı sizinle paylaşmak isterim. Yıllar önce bir
sonbaharda Bolu köylerinin birine arkadaşlarımla gittik. Köydeki, kooperatif
evlerinin birinin verandasına çıktık. Kooperatifin oluşturduğu sitenin
köpeklerinden biri karşımıza geçti ve gözlerini bize dikti. Karnının aç
olacağını düşünerek kendisine ekmek attık, havada kaptı ancak ikinci ya da
üçüncü dilimden sonrasını istemedi, kayboldu gitti. Daha sonra sitenin en küçük
köpeğini getirdi, biraz evvel kendisinin beklediği yere küçük köpeği bıraktı
kendi bir iki adım geriye gitti. Davranışlarından anladık ki, küçük köpeğin de
doyurulmasını istiyordu. Ona da birkaç dilim ekmek verdik. Büyük köpek onun
yeteri kadar beslendiğine kani olacak ki, onu oradan kaldırdı ve birlikte
ayrıldılar. Ancak köpek biraz sonra sitenin son köpeği olan ortanca köpeği de
getirdi. Aynı şekilde onun da doymasını sağladı ve ayrıldılar.
Köpeklere
ilişkin bir sosyal yapıda bile lider olan köpek kendinin ve toplumunun karnının
doyurulmasını ilke edinmiştir. Zaten bu ilke insanların oluşturduğu toplumlarda
da Maslow’un basamakları kuralında da yer almaktadır. bu kuralara göre de ilk
basamak açlık ve diğer doğal ihtiyaçların giderilmesidir. Elbette bu ihtiyaçları
gideren kişi o insan topluluğunun da lideridir. Orhun Anıtları’a baktığımzıda
da liderin topluluğun bireylerini doyurduğunu, bunu bir övünç olarak
anıtlaştırdığını görüyoruz. Bir an için köpeklere ilişkin anıda lider köpeğin
önce karnını doyurması dikkatinizi çekmiş olabilir. Aslında bu davranış biz
insanlarca da benimsenen doğru bir davranıştır. Uçağa bindiğinizde uçakta olası
bir tehlike karşısında yapmanız gerekenleri anlatan hostesin konuşmasını
düşünününüz. O konuşmada da oksijen maskeleri, uçağın tavanından sarktığında
ilk önce kendi maskenizi daha sonra çocuğunuzun maskesini takmanız gerektiği
uyarısının yapıldığını hatırlayınız.
Kısaca,
insan ister Robinson Crusoe gibi tek başına yaşasın, ister en küçüğünden en
büyüğüne topluluk oluşturarak yaşasın, hepsinde en doğal ihtiyaç olan beslenme
çözümlenmeden toplumun devam etmesi mümkün değildir. İşte bugünkü konuşma bu
anılar çerçevesinde ekmek kavgamız için yapmamamız gerekenleri gözden geçireceğimiz
bir konuşma olacaktır.
Üstelik bu gözden geçirme
eylemini yaparken, Yargıtay Başkanı’nın 2012 yılı adli yıl açılış konuşmasında
yer alan açıklamaları da bize ışık tutmaktadır. Yargıtay Başkanı’na göre;
“Yargı düzeninin faaliyetlerinde de hukuka aykırılıklar
bulunabilir. Ancak bu hukuka aykırılıklar, yasama ve yürütme işlemlerinde olduğu
gibi başka bir erk tarafından düzeltilmez, yine dereceli yargı sistemi
içerisinde yargı tarafından kanun yolları kullanılarak düzeltilir.”
İşte konuşmada geçen, hatalarımız
olabilir ve bunlar kendi içimizde, hukuka uygun olarak çözülür görüşünden
hareketle, avukatın vekalet ücreti konusunda, hakim yada avukat olarak görev
yapan meslektaşlarımızın hatalarını irdelemeye ve bu kararları sizlerde hatalı
karar olarak görürseniz çözüm üretmeye çalışacağız.
Adli tatil başlamadan
evvel, Baromuz üyesi bir meslektaşımın bir örneğini bana yollamış olduğu
Yargıtay 10. HD’nin 7.6.2012 gün ve 2012/1795 E 2012/10684 K sayılı kararını
incelediğimde uzunca bir müddettir gerek Avukatlık K’da akdi vekalet ücreti
olarak, gerekse HMK’dan kaynaklanan ve “karşı taraf vekalet ücreti” diye
isimlendirdiğimiz vekalet ücretleri konusunda Yargıtay’ın birbiriyle çelişen
hukuka aykırı, kabul edilmesi mümkün olmayan kararlarını hatırlayarak bir şeyler
yapmak istedim. Bu nedenle söz konusu kararı bana ulaştıran meslektaşıma,
içtihadı birleştirmek için Yargıtay Başkanlığı’na yapmış olduğu başvuruda,
Türkiye’deki tüm Barolara karar örneği ve kararla ilgili düşüncelerimizi
göndermek için yaptığı uğraşta daha doğrusu bu konuda tüm hukuksal
girişimlerinde elimden geldiğince yardımcı oldum. İşte bu aşamada Baromuz
başkanı Sn. Feyzioğlu ve yönetimi konuya sahip çıktılar, konuyu bir kez de
sizlerle paylaşmak için bu toplantıyı düzenlediler.
Yargıtay 10. HD’nin
7.6.2012 gün ve 2012/1795 E 2012/10684 K sayılı kararına ilişkin düşüncelerimi
kağıda dökmeden önce benzer bir karar bulmak amacıyla imkanlarımı zorladım ve
adalet.org/oprint.php?id-4400‘da 6.7.2012 tarihinde aynı dairenin, aynı
nitelikte 27.11.2011 gün 2011/18171 E 2011/20469 K sayılı kararının internette
yer aldığını gördüm. Belki benim kötü niyetime yorarsınız ama yine de söylemek
istiyorum, Adalet Bakanlığının sitesinde söz konusu kararı görünce Yargıtay 10.
HD’nin 6.7.2012 tarihli kararının örnek alınabilmesi için yurdun en ücra
köşesine ulaşmasını amaçladığı kanısına vardım. Bu yüzden de her iki kararı da
elimden geldiğince incelemeye irdelemeye ve elde ettiklerimi sizlerle
paylaşmaya karar verdim.
Yargıtay 10. HD’nin her
iki kararının da ortak özelliği HMK’da yargılama giderleri olarak hükme
bağlanan ve günlük yaşamda “karşı taraf vekalet ücreti” dediğimiz avukatlık
ücretine yeni bir boyut getirmiş olmasıdır.
Yargıtay 10. HD yukarıda
belirttiğimiz kararlarda HMUK ve HMK’da yer almayan /tanımlanmayan “seri dava”
kavramını değerlendirmiş ve ona bir tanım getirmeye çalışmıştır. 10. HD bu
kararında “aynı amacın elde edilmesine yönelik tek dava yerine pek çok dava
açılması ….” halini seri dava olarak tanımlanmıştır. Kanımızca, Yargıtay 10
HD.’nin seri dava diye tanımlamış olduğu, bu dava, HMK 57/1 c de yer alan
“davaların temelini oluşturan vakıaların ve hukuki sebeplerin aynı ve birbirine
benzer olması” şeklindeki yasa hükmü ile örtüşmektedir. Eğer bu kanımız
doğruysa bu kavramın yasal karşılığı ihtiyari dava arkadaşlığıdır. Üstelik
hukuk sistemimize de yabancı değildir, yılardır HMUK 43. maddede de yer
almıştır.
Bilindiği gibi HMUK 72’nin
karşılığı HMK 24/2. maddesinde tasarruf ilkesi olarak nitelendirilen ilke
doğrultusunda “kanunda açıkça belirtilmedikçe, hiç kimse kendi lehine olan
davayı açmaya veya hakkını talep etmeye zorlanamaz” tarafa tanınmış bu özgürlük
nedeniyle ihtiyari dava arkadaşlığında, HMK 57/1 doğrultusunda taraf seçimine
bağlı olarak, tarafların dava açma iradelerini bir arada kullanabilecekleri ve
taleplerini tek bir dava ile isteyebilecekleri hüküm altına alınmıştır. HMK
57/1’de yer alan “açılabilir” sözcüğü emredici bir hüküm olmayıp, seçimlik bir
davranışı dile getirmektedir. Zaten HMUK 44’ün karşılığı olan HMK 58/1
“ihtiyari dava arkadaşlığında, davalar birbirinden bağımsızdır. Dava
arkadaşlarının her biri diğerinden bağımsız olarak hareket eder.” Hükmü yer
almaktadır. Bu hükümde ihtiyari dava arkadaşlığı içinde yer alan davalarda davacıların
ayrı ayrı dava açabilecekleri gibi birlikte de dava açabileceklerini
belirtmenin yanı sıra, davalar birlikte açılmış olsalar bile, her bir davanın
diğerinden bağımsız olduğu ve de aynı şekilde her bir davacının diğer davacıdan
bağımsız olarak hareket edebileceği hüküm altına alınmıştır.
Yasayla birlikte ilmi ve
kazai içtihatları incelediğimizde HMK 59 vd. maddelerine göre ihtiyari dava
arkadaşlığının aksine, mecburi dava arkadaşlığında, davacıların birlikte dava
açmak zorunluluğu bulunduğu görülmektedir. Kanımızca, bu zorunluluk tasarruf
ilkesinin bir istisnasını oluşturmaktadır.
Kısaca, ihtiyari dava
arkadaşlığına konu davaların birlikte açılmaları yasal bir zorunluluk değildir.
Buna rağmen, ister birlikte ister ayrı ayrı açılsın her bir dava ve davacı
diğer dava ve davacılardan ayrı olarak hareket eder ve her bir dava ayrı olarak
değerlendirilir.
İhtiyari dava
arkadaşlığına ilişkin yasalarımızda yer alan bu kadar net hükümlere rağmen
Yargıtay 10. HD yukarıda belirttiğimiz kararlarında birden fazla davacı için
birden fazla dava açılmış olmasını MK 2 ve 3. maddelerine yer alan iyiniyet
kurallarına aykırı bir davranış olarak değerlendirmiştir. Bir kişiye yasalar
tarafından tanınmış bulunan bir hakkın, o kişi tarafından kullanılmış olmasının
kötü niyet olarak belirtilmiş olması kanımızca hiçbir hukuk ilkesiyle
bağdaşmaz. Bu yönü ile Yargıtay kararına katılmak mümkün değildir. Üstelik söz
konusu kararlarda Yargıtay davacıları kötüniyetli olarak nitelendirmemiş,
değişik davacılardan vekalet alan avukatın bunları tek dava halinde mahkemeye
sunmamış olmasını kötüniyetli davranış olarak nitelendirmiştir. Böylece,
tarafların yargılandığı bir davada, avukatı yargılamış olup, usul kurallarını
affedilmez bir şekilde çiğnemiştir. Sadece yasaya aykırı bir davranış
oluşturmakla kalmamış, avukat nedeni ile vekil edeni/tarafı cezalandırmıştır.
Bilindiği gibi, Yargıtay’ın yıllardır yerleşmiş karar olarak gördüğümüz
kararlarında karşı taraf vekalet ücretinin, yargılama gideri olması nedeniyle
ancak karşı taraf adına hükmedilmesi gerektiği ilkesini bir anlamda hiçe saymıştır.
Ya da bu davranışı ile avukatın eyleminden ötürü, tarafı/vekil edeni sorumlu
tutmuş, cezaların şahsiliği ilkesi denilen ceza hukukuna özgü ilkeyi bir hukuk
davasında ihlal etmiştir.
Yargıtay 10. HD birden
fazla davacının davasını tek dava olarak açmayan avukatı kötüniyetli olarak
tanımladığına göre acaba söz konusu davacılar birden fazla avukata gitmiş
olsalardı diğer bir anlatımla güvene dayalı bir akit olan vekalet akdi
gereğince davacılar avukat seçme özgürlüğü doğrultusunda değişik avukatlardan
hukuki yardım talep etselerdi, Yargıtay bunca davacının bu davranışını da kötü
niyet olarak mı değerlendirecekti? Hatta avukatlar arasında farklı ücret
istemeler nedeniyle davacılar tercihlerini parasal nedenlere dayalı olarak
gerçekleştirselerdi Yargıtay yine davacıları kötüniyetli mi bulacaktı?
Bilindiği gibi hukukumuzda
kişilerin iyiniyetli olması temel ilkedir. Birini kötüniyetli olarak tanımlayan
kişi kötü niyetin varlığını somut maddi vakıalar ile kanıtlamak zorundadır.
Üstelik HMK 25’de hüküm bulan taraflarca getirilme ilkesi doğrultusunda
taraflardan biri tarafından kötü niyet savunması yapılmamış ve gereken deliller
sunulmamış ise hakimin kendiliğinden kötü niyet iddiasını gündeme getirmesi,
buna ilişkin kişisel değerlendirmesini kararına esas alması düşünülemez.
Kısaca yargıç bu somut
olayda yasanın ihtiyari dava arkadaşlığına tanımış olduğu seçimlik hakkı yasaya
aykırı bir şekilde mecburiyet gibi değerlendirmiş ve böylece yasama erkine
özgülenmiş norm koyma yetkisini gasp etmiştir.
Hukuksal düşün alanında,
hukuk devletinin bir öncesi diye de nitelendirilen, kanun devletinde bile
yapılmaması gereken, bir şekilde tarafın maddi vakıaları belirtmesi ve delil
sunarak somutlaştırmasına ilişkin yasa maddelerini ihlal ederek yasaya ve
hukuka aykırı bu davranışı gerçekleştirmiştir.
Üstelik gerek HUMK 45.
maddesine göre gerekse HMK166/1 maddesine göre ihtiyari dava arkadaşlığına
ilişkin konularda hakimin re’sen birleştirme yetkisi vardır. Bu birleştirme
yetkisi nedeniyle 10. Hukuk Dairesi’ne sormak gerekir: Acaba bu yetkinin yerel
mahkeme hakimi tarafından kullanılmamış olması da Avukatlara yüklenebilecek bir
kötüniyet midir?
Bu kanımızı Yargıtay
Başkanı’nın 2012 adli yıl açılış konuşmasında yer alan ve az önce bilginize
sunmuş olduğumuz “Yargı düzeninin
faaliyetlerinde de hukuka aykırılıklar bulunabilir. Ancak bu hukuka
aykırılıklar, yasama ve yürütme işlemlerinde olduğu gibi başka bir erk
tarafından düzeltilmez, yine dereceli yargı sistemi içerisinde yargı tarafından
kanun yolları kullanılarak düzeltilir.” ifadesinde de belirtilen ilkelere
dayanarak dile getiriyoruz. Yine kişisel kanımıza göre bu somut olaydan
Yargıtay 1. Başkanı’nın haberi olsaydı o da bu kararı eleştirir ve kararın
yargı çerçevesinde doğru şekilde oluşması için elinden geleni gerçekleştirirdi.
Bilindiği gibi kamu hukuku
alanında idarenin yasaya aykırı kararları butlan ya da yoklukla maluldür. Aynı
şey özel hukuk alanında bireyler arası ilişkilerde de geçerlidir. Kanımızca bu
ilke özel hukuk alanında uyuşmazlıklarda hüküm veren hakimlerin kararları
açısından da geçerlidir. Diğer bir anlatımla, BK 27/I maddesinde ifade edildiği
gibi kanuna aykırı olan mahkeme kararları da sözleşmelerde olduğu gibi kesin
hükümsüzlükle geçersiz hale gelecektir. Yıllardan beri biz böylesi kararlara kendi
aramızda ya da dilekçelerimizde “FİİLEN VAR HUKUKEN YOK KARARLAR” deriz.
Yargıtay 10. HD’nin bu
kararlarında yer alan avukatı kötü niyetli olarak davranmakla suçlayan
ifadeleri ise kabul etmediğimizi söylemek isteriz. Yargıtay 10. HD isteyerek ya
da istemeyerek bir kararına gerekçe yazarken, tabiri caizse savunma sınırlarını
aşarak, dosyada görev yapan meslektaşımızı, hatta tüm seri dava alan
meslektaşlarımızı rencide etmiştir.
Yargıtay 10. HD’si, bu
kararları ile, seri davayı, yani ihtiyari dava arkadaşlığına konu davaları, yasada
yer almamasına rağmen, hatta yasaya aykırı bir şekilde, birlikte açmanın bir
zorunluluk olduğunu getirmenin yanı sıra, yargılama giderlerinin kapsamında yer
alan harç yükümlülüğü ile karşı taraf vekalet ücreti yükümlülüğünü de ayrı ayrı
kriterlere bağlayarak değerlendirmiştir. Yargıtay 10. HD’ne göre birlikte
açılması gerekirken ayrı ayrı açılan seri dava içeriğinde yer alan davalarda
her bir dava için hiçbir indirime gerek duyulmaksızın harç alınmalıdır. Buna
karşılık karşı taraf vekalet ücreti hesaplanırken davacı vekili olarak görev
yapan avukatın kötü niyetinden ötürü dava vekalet ücreti yerine dilekçe yazım
parasının verilmesi yeterlidir. Aynı masraf yapısı içerisinde yer alan iki ayrı
kalem için böylesine birbirinden aykırı hüküm kurmak açıklanabilecek bir
davranış değildir.
Üstelik, Yargıtay 14.
Hukuk Dairesi’nin 1.4.2008 gün 2007/15657 Esas 2008/4426 Karar sayılı kararı,
Yargıtay 21. hukuk dairesi’nin 15.11.205 gün 2005/10697 Esas 2005/11568 K
sayılı kararı, Yargıtay 9. hukuk dairesinin 22.1.2009 gün 2007/29858 Esas
2009/757 Karar sayılı kararı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.2.2010 gün
2010/4-65 E 2010/68 K sayılı kararı, YGHK 4.2.2009 gün 2009/18-26 E 2009/51 K
sayılı, Yargıtay HGK 3.3.2010 gün 2010/17-98 E 2010/120 K sayılı kararları
incelendiğinde ihtiyari dava arkadaşlığında her bir davanın bağımsız olduğunun
hükme bağlandığı görülecektir. Gerek yukarıdaki kararlarda gerekse Yargıtay 1.
Hukuk Dairesinin 21.02.2000 gün 2000/1383 Esas 200/1683 K sayılı kararında ihtiyari
dava arkadaşlığına konu davaların yani seri davaların yargılama giderlerine
hüküm kurulurken ayrı ayrı vekalet ücretine hüküm kurulması gerektiğinin de
belirtildiği görülecektir. Yani Yargıtay 10. HD bugüne kadar oluşmuş HGK ve
Daire kararlarına aykırı karar oluşturmaktadır.
Yargıtay 10 HD’nin diğer Yargıtay
kararlarına aykırılığı HGK’na uymamadaki direnci YHGK 14.5.1980 gün 6/1474-1974
sayılı kararında belirtilen HMUK 94 ve 417. maddelerine göre hüküm kurulurken
tarafların kötü veya iyiniyetli olduğuna bakılmaksızın karşı taraf vekalet
ücretine hükmedilmesi gerektiğine ilişkin karara da aykırıdır.
Anayasamızın 6. maddesine göre hiç
kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi
kullanamayacağına göre, Yargıtay 10. HD’nin söz konusu kararı ile oluşan davranışı
bu temel kurala aykırı kabul edilebilecek bir kararın oluşmasına neden
olmuştur. Kısacası Anayasamız ile bağdaşmamaktadır.
HGK kararlarının bağlayıcılığı ve de yargı
içindeki daire kararlarının çelişkili olamayacağı, varsa çelişkilerin bir üst
kurulda değerlendirilerek karara bağlanacağını hükme bağlayan Yargıtay Kanunu 15/2
c ve 45 maddeleri dikkate alındığında Yargıtay 10. HD ‘nin Yargıtay Kanuna‘na
aykırı davrandığı, yetki sınırlarını aşarak, yetkisiz bir karar oluşturduğu, bir
başka açıdan daha fiilen var hukuken yok kararların doğmasına neden olduğu
görülecektir. Bir an için Yargıtay 10. HD’nin her bir dosyaya dilekçe yazım
ücreti ödeyerek, karşı taraf vekalet ücretine ilişkin hüküm kurma görevini
yerine getirdiğini düşünürsek, bu davranışın sadece karşı taraf vekalet ücreti
bölümünü boş bırakmamak için oluşturulmuş bir yol olduğunu ama yine de yasayla
bağdaşmadığını söylemek zorunda kalırız.
Ayrıca belirtmek isterim ki, burada
davalı, bir kamu kurumudur. Yıllardır, yasalara aykırı şekilde çalıştırdığı işçilerden ötürü, yıllardır kurum
aleyhine tespit davaları açılmakta olmasına rağmen kurum, önlem almaksızın bu
hukuksal hatayı sürdürmektedir. Yani eğer kötü niyetli bir davranış aranacaksa
bu davranış davalıda aranmalıdır.
Üstelik, kanımızca, davalının bu
davranışı, ceza hukuku açısından, görevi ihmal yada görevi sui istimal olarak
değerlendirilebilinir bir davranıştır. Böylesi bir durumun varlığı halinde,
kamu görevlilerine yükletilen ihbar yükümlülüğünün, hakim tarafından da yerine
getirilmesi gereken bir yükümlülük olup olmadığını tartışmak ve eğer evet
denilecekse, hakimin davayı çözmenin yanı sıra, ilgiler hakkında ihbarda
bulunmasını beklemek gerektiğine inanmaktayız.
AAÜT de dilekçe ücreti diye bir ücretin
yer aldığını hepimiz bilmekteyiz. Ancak, AAÜT ne ilişkin bu bölümle ilgili
açıklama incelendiğinde, dilekçe ücretinin yargılama eylemi dışında kalan
hukuki yardımlarla sınırlı kaldığını görmekteyiz. Bu nedenle, Yargıtay 10 HD,
AAÜT’ni de yanlış yorumlamakta ve uygulamakta böylece hatalarına bir yenisini
eklemektedir.
Bu konuşmayı hazırladığım aşamada bir
değerli dost Yargıtay 10 Hukuk Daire’sinin 18.01.2011 gün ve 2010/13093 E
2011/192 K sayılı kararını verdi. Söz kon usu karar İzmir 6. İş Mahkemesi’nin
14.07.2010 gün ve 419-435 sayılı kararına ilişkin Yargıtay kararı olup bir
önceki kararda yer alan düşüncenin tam aksi bir oluşum göstermektedir.
DİKKATİNİZİ ÇEKERİM HER İKİ KARAR DA AYNI DAİREYE AİT.
Bu kez, İzmir İş Mahkemesi, “…farklı
yaşlılık aylığı alınmasına neden olan mevzuatın, eşitlik ilkesine aykırılık
nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yoluyla iptali sağlanarak, iptal
sonrasında tahsis tarihinden itibaren geçen süre
İçinde gelişme oranlarının yaşlılık
aylığına yansıtılması ve fark emeklilik aylıklarının ödenmesine karar verilmesi
istemiyle…” bir gazetede yer alan bir akademisyenin uyarısı ve yol göstermesi
ile açılan davalarla ilgili olarak verdiği karar Yargıtay 10 Hukuk Dairesi
tarafından değerlendirilmiştir.
Yargıtay kararında yer alan ifadeye göre,
İzmir İş Mahkemesi, açılan davaların sayılarının yüzlerle ifade edilebilecek
sayıda olduğunu ve bunda davalı olarak SGK kadrolu/maaşlı avukatların temsil
ettiğini dikkate alarak, “…bu davayı kadrolu vekille takip etmiş olup ayrı bir
vekalet yükü altına girmediği bu durumda davacı aleyhine vekalet ücretine
hükmetmenin dengeli bir hakkaniyet anlayışına uymayacağı vicdani kanaatine
varılarak davalı yararına vekalet ücreti hükmedilmesine yer olmadığına…”
şeklinde karar vermiştir.
Bu kez Yargıtay 10 Hukuk Dairesi, bu
kararı “usul ve yasaya aykırı” bulmuş ve bozmuştur. Bozma kararı ile birlikte
hüküm oluşturmuş ve davalı yararına AAÜT gereğince 1.000 TL vekalet ücreti
takdir etmiştir. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi bu kararı düzelterek onama yoluyla
almıştır. Karar düzelterek onama yoluyla alındığı için yerel mahkemenin direnme
olanağı ve konunu HGK’ya taşınması olasılığı ortadan kalkmıştır.
Bizim saptamalarımıza göre, “dilekçe
ücreti verilsin” hükmünü içeren ve internette yayınlanan karar, 27.11.2011
tarihli İzmir İş Mahkemesi kararını bozan karar ise 14.07.2010 tarihlidir. Bu
kısa süreç içinde ilk kararın unutulması ve aksi karar oluşturulması, mümkün
değildir. 5 üyeden biri yada tetkik hakimlerinden biri eski kararı
hatırlayabilir ve ilk karar dönülmesi gereken bir karar ise Yargıtay Kanunu
hükümleri doğrultusunda bu karardan dönülürdü. Böylesi bir işlem yapılmadığı
gibi, haricen öğrendiğimize göre, iki uygulamaya da devam edilmektedir.
Böylesi bir tutum, hukukun
güvenilirliğini sakatlayacak niteliktedir. Ülkedeki istikrarı en az siyasi
kararlardaki çelişkiler kadar belki de ondan fazla sarsacak niteliktedir. Kimse
yaşamı boyunca yada dava açarken Yargıtay bu gün nasıl bir karar verecek diye
davranamaz, papatya falına bakamaz.
Böylesi bir ortamda avukatlık da yapılamaz.
Çelişkiler bu kadarla kalsa insan
suskun kalabilir ama değil, tüm çelişkileri dile getirmek mümkün olmamakla
birlikte bazılarını sizlerle paylaşmak istedim.
İnternet ortamında “Adalet biz”
sitesinden aldığım Yargıtay 13 HD 13.09.2011 gün ve 2010/16591 E 2011/12147 K
sayılı kararda yer alan olayda, icra işlemlerinin takibi için bir avukattan
yardım talep eden, davalı, icra işlemleri devam ederken icra dosyalarına konu
tüm alacaklarını bir şirkete temlik etmiş ve bu nedenle avukatın vekalet akdi sona
ermiştir. Ancak, temlik nedeni ile, temlik veren davacı, temlik alandan
“hasılat paylaşımlı alacak satış vaadi sözleşmesi” diye tanımladıkları, hukuken
isimsiz sözleşme olarak tanımlayacağımız, sözleşme ile bir yarar elde etmiştir.
Yargıtay’a göre, temlik işlemi ve ne olduğunu duymadığım ve bilmediğim hasılat
paylaşımlı alacak vaadi sözleşmesi Av.K.’da düzenlenen feragat,sulh,kabul yada
benzer işlemlere benzemediği için, avukatın vekalet ücreti alacaklarını talep
edebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, avukata ancak, dosyalarda oluşan
tahsilat ve geçmiş emekleri karşılığı hak ve nesafete uygun bir ücret
verilmelidir.
Bu karar karşısında öncelikle sormak
istediğim soru, meslektaşımızdan icra işlemleri için hukuki yardım talep eden,
şirket yada kuruluş kısaca alacaklı, alacaklarını temlik yolu ile satmaktadır o
halde bu işlem, sadece, Sermaye Piyasası Kanuna tabi şirketlerce yapılması
gereken bir işlem değil midir? Eğer böyle ise, Sermaye Piyasası Kanunu
gereğince uygulanması gereken cezalar neden uygulanmadı ve işlem geçerli
sayıldı? Neden gereken suç ihbarları gerçekleştirilmedi?
Eğer avukatla vekil eden arasındaki
vekalet akdi de diğer vekalet akitleri gibi bir akit ise ve vekil edenin
davranışı Av.K. 165. madde kapsamına girmiyorsa, hiçbir haklı neden yok iken,
vekil edenin avukatla olan vekalet akdine son vermesi sonucunda haksız olarak
akdin feshine ilişkin genel hükümler neden uygulanmadı? Bunun yerine, hak ve
nesafet denilen, hakimin iki dudağı arasındaki bir uygulama yöntemi mi seçildi?
Üstelik Av.K. 165. maddesi bu gibi, durumların
doğması halinde, avukatın geçmiş emeğinin değerlendirilememesinin doğurduğu
sakıncaları ortadan kaldırmak amacıyla, değişikliğe uğrayarak sadece sulhü
düzenleyen ilk halinden ayrıldı ve feragat, kabulü de içerecek şekilde
düzenlendi. Hatta bununla da yetinilmedi, “her ne suretle olursa olsun” ifadesi
ile ucu açık hale getirildi. Yargıtay kararında yer alan ifadeye göre, vekil
edenle dava dışı şirket arasında yapılan anlaşma ile borçlu ile olan
alacaklının ilişkisi değişmedi sadece alacağın takibinde uygulanan yöntem
değiştirildi. Kanımızca, yeniden oluşturulan ve isimsiz akit olarak
gerçekleştirilen akitle Sermaye Piyasası Kanuna aykırı davranıldığı gibi Avukatlık
Kanununa da aykırı davranıldı. Bu akit sonucu temlik alan, temlik alan sıfatı
ile temlik aldığı alacağı, bizzat takip etmek şansını elde etmiştir. Eğer
temlik alan şirket, şirketi temsil yetkisini bir kişiye vermiş olursa bu kişi
ya da kişiler avukattan hukuki yardım talep etmeksizin kendi alacağını takip
ediyormuş gibi temlik verenin alacağını kendine bir gelir elde etmek şartı ile
tahsil edecektir. Yani örtülü bir şekilde avukatlık yapmış olacaktır. Hani
yargılama faaliyetleri avukata hasredilmiş görevlerdendi? Hani BK’ya göre, bir
akdin içeriğinde yer alan sözler önemli idi? Biz bu uygulamayı 1980'lerdeki
ekonomik krizde, Ankara’da Siteler’de gördük. O dönemde de bazı kişiler
sitelere ilişkin çek ve bonolar için son derece düşük bedeller ödeyerek kendi
adına ciro yoluyla devrini sağladı ve bizzat takip etti. Yani hem bankerlik hem
de Avukatlık yaptı. Hatta işler o kadar ileriye gitti ki, bu kişiler yanında
Avukat çalıştırdı.
Bir an için, Yargıtay’ı eleştirirken
haksızlık ettiğimi düşünebilirsiniz. O zaman size bir başka karar sunmaktayım.
Kazancı Bilgi Bankasından elde ettiğim Yargıtay HGK 17.6.2009 gün ve
2009/13-250 E 2009/270 K sayılı kararına baktığımızda aynen “…dava dışı B….A.Ş. ile…” sözcüklerinin
yer aldığını görmekteyim. Benim bildiğim kadarıyla A.Ş. TTK hükümlerine göre
kurulmuş anonim şirketleri ifade etmek için kullanılan kısaltmadır. Av. K. 44.
maddeye göre avukatlık yapmak için, tüzel kişilik niteliğinde bir ortaklık
kurmak mümkün ise de buna avukatlık ortaklığı denmektedir. Bu durumda, kararda
yer alan anonim şirketin Av.K. hükümleri doğrultusunda kurulmuş bir şirket
olduğunu söylemek mümkün değildir.
Gene karara göre, dava dışı B…A.Ş ile
avukatın vekalet ücretini ödemeyen davalı arasında “Hukuk Hizmetleri Protokolü”
yapılmıştır. Sözleşmenin adı değil içeriği önemlidir dediğimiz için,
sözleşmenin içeriğinde yer alan ve karara geçmiş bulunan bazı ifadeleri
bilgilerinize sunmak isterim.
Kararda, davalı ile dava dışı anonim
şirket arasında yapılan protokolle (benim kanıma göre sözleşme ile) davalının
gereksinimi olan hukuk hizmetlerinin sağlanması dava dışı B..A.Ş. tarafından
sağlanacaktır. Elbette bu hizmetler yasalarda, avukatlık hizmeti yapmasına
olanak tanınmayan/düzenlenmeyen bir şirket tarafından yerine getirilemeyeceği
için, kararda yer alan ifadeye göre, davalı, dava dışı B…A.Ş. de, B…A.Ş. tarafından
maaş ile çalıştırılan avukatlara, doğrudan doğruya vekaletname verecektir.
Bu davada, davalı, bir kamu kuruluşu
olup dava dışı B....A.Ş. bu kuruluşun ortağı olduğu bir şirkettir. B…A.Ş. nin
ortaklık yapısını bilmemekteyiz. Belki de kamu kurumu dışındaki dört ortak
piyon ortaktır yada ihale kanununun izin verdiği ölçüde sermayeye katılan
kişilerdir. Ortaklık yapısı ne olursa olsun, Yargıtay yasalara aykırı bir
yapıyı, onaylamış ve vekalet ücretlerini talep eden davacı meslektaşımızın,
kendisine vekalet veren davalının avukatı olmadığını buna karşılık, yasalara
aykırı şirketin avukatı olduğunu saptamış ve ücret vb alacaklarını bu şirketten
alması gerektiğine hüküm kurmuştur.
Bunu kabul etmek mümkün müdür? Yasa
dışı faaliyetlere olanak verdiği için, bana göre hayır.
Şimdi avukatlık ücretine ilişkin bir
başka çarpıklığı anlatabilmek için, Kazancı Bilgi Bankasından edindiğim iki
kararı da bilgilerinize sunmaktayım. Bunlardan ilki Yargıtay 13 HD nin 7.2.1994
gün ve 1993/9929 E 1994/1071 K sayılı kararıdır. Söz konusu karara göre,
avukatlık ücretini, tahsil şartına bağlayan, sözleşmeler geçersiz olup, bu
durumda avukatlık asgari ücret tarifesine göre ( bu gün Av.K.164m göre)
avukatlık ücreti hesaplanmalıdır. Diğeri ise HGK 15.6.1994 gün ve 1994/13-286 E
1994/419 K sayılı kararı olup, bu kez akdi avukatlık ücreti diye tanımladığımız
ücret, kazanma koşuluna bağlanmıştır. Yargıtay bunu da geçersiz saymış ve
avukatlık ücretinin AAÜT gereğince ( bu gün Av. K. 164 m göre ) hesaplanması
gerektiğini belirtmiştir.
Son iki kararda gördüğünüz
gibi, Yargıtay asgari ücretin altında gerçekleşmiş olan sözleşmeleri batıl buna
karşılık bu butlanın sözleşmenin tamamını etkileyemeyeceği görüşü ile hareket
ederek sözleşme yerine tarifenin uygulanması gerektiğini dile getirmiştir. Bu
düşünce tarzı Av. K. uygun bir düşünce tarzıdır. Çünkü kararların verildiği tarih
olan 1994 tarihinde de Av.K.164.maddesine göre, AAÜT altında sözleşme
yapılamayacağını hükme bağlanmıştı. Gene o tarihte yürürlükte olan Av. K. 164. maddesine
göre taraflar arasında sözleşme yoksa, AAÜT den yer alan ücret taraflar
arasındaki sözleşme ile belirlenecek ücret yani akdi vekalet ücret olarak kabul
edilir hükmü yer almakta idi. Bu gün Av.K. 164. maddesinde, AAÜT altında ücret
alınamayacağına ilişkin hüküm aynen kalmakla beraber, taraflar arasında
sözleşme bulunmaması halinde uygulanması gereken kural değiştirilmiş ve
avukatın yararına olarak, davanın kazanılan kısmı ve avukatın emeğinin dikkate
alınarak mahkeme tarafından ücret takdir edilmesi gerektiği hükme bağlanmıştır.
Yapılan bu değişiklik nedeniyle Yargıtay 1994 de çözdüğü uyuşmazlığı bu gün çözmek
istese, AAÜT gereğince ücret takdir edilir, hükmü yerine Av.K. 164. maddesi
gereği kazanılan değer ve verilen emek dikkate alınarak ücret takdir edilir
demelidir.
Eğer siz de bizim gibi
düşünüyorsanız, yanıldınız demektir. Tam anlamı ile yanıldınız demekte
istememekteyiz, yanılabilirsiniz demeyi tercih etmekteyiz. Çünkü Feridun
Müderrisoğlu’nun “Avukatlıkta Vekalet ve Ücret Sözleşmesi” adlı eserinin 347. sayfasında
yer alan 97 nolu karar özetine baktığımızda, “Avukat kendi meslek alanında
uzman olmasına rağmen, tarifeden daha az biçimde, onun yarısı tutarında ücret
alacağı konusunda sözleşme yaptıktan sonra, bunun geçersizliğini ileri sürmesi
nesnel iyi niyet kurallarına aykırı olur…..” dendiğini görmekteyiz. Özünde
doğru bir karar olarak değerlendirdiğimiz bu kararın zaman zaman amacını aşan
bir şekilde ve avukat aleyhine kullanıldığını da görmekteyiz. Bu karar emekli
Ayşe teyzem yada bizim bakkal Mehmet amcam ile avukatı arasındaki bir
uyuşmazlıkta kullanıldığında doğrudur. Avukat kendisine duyulan güveni kötüye
kullanarak, ileride dava açarak geçersiz saydıracağı bir sözleşmeyi imzalamış
ve hukuk kurallarından haberi olmayan vatandaşın az ücret ödeyeceğim düşüncesi
ile dava açmasına ya da açacağı dava için kendisinden hukuki yardım almasına
neden olmuştur. Bu kötü niyetinden yararlanması, hukuka aykırıdır. Ancak, bu
görüş bankalar, finans kuruluşları ya da benzer kuruluşlar için geçerli
değildir. Çünkü onların hukuk bilgisi olmadığını söylemek, onlara hakaret olur.
Hukuki yardım aldıkları pek çok uluslararası kuruluş, ya da büyük avukatlık
ortaklıkları bulunmaktadır. Ancak, zaman içinde gördüğümüz o ki, Yargıtay
bunlar için de aynı görüşü paylaşmaktadır. Üstelik, somut olaylarımızda
bankalar ya da finans kuruluşları ekonomik gücünden yararlanarak, kabulü mümkün
olmayan sözleşmelerle, avukattan hukuki yardım almanın yanı sıra maddi yarar da
elde etmektedir. Yapılan sözleşmelere göre, avukat bankalardan almış olduğu
icra işleri karşılığında, sadece ve ancak tahsil edildiği anda ödenmek koşulu
ile taraf vekalet ücretine dayalı sözleşme yapmaktadır. Bilindiği gibi,
sözleşmeli avukat dediğimiz meslektaşlarımızdan istenilen hukuki yardım,
bankaların ya da diğer finans kuruluşlarının tahsilden umudu kestiği
alacaklardır. Kısaca banka şansını denemekte ve tahsil edebilirse kar
saymaktadır. Üstelik banka ya da diğer finans kuruluşları, karşı taraf vekalet
ücretine ve tahsil şartına dayalı sözleşme yaparken, elde edilecek karşı taraf
vekalet ücretinin bir kısmının merkez çalışanlarına ait olduğu da avukata kabul
ettirmektedirler. Böylece, hem kendi işini size gördürmekte hem de sizin
gördüğünüz iş karşılığında kendi para kazanmaktadır. Bu davranışı. Av. K. 48. maddesindeki
avukata yarar karşılığı iş getirme yasağı ile karşılaştırırsak, banka ve diğer
finans kuruluşlarının avukattan kendisi için aldığı ücret karşılığı avukata
kendi işini gördürdü diyebiliriz. Ne yazık ki, yasa koyucu bunu hesaplamadığı
için, sadece başkasının iş getirmesini yasaklamıştır.
Sn. Özcan Günergök’ün “Avukatlık
Sözleşmesi” adlı eserinin 152. sayfasında yer alan Yargıtay HGK 23.09.1987 gün
ve 3-186/657 sayılı kararında görüldüğü gibi, Yargıtay bazen de bizlerin
yararına olarak Yasama organının yasama yetkisini gasp etmektedir. Bilindiği gibi, haklı azil halinde, avukat
almış olduğu ücretleri iade etmek ve de başkaca ücret almamak zorundadır. Ancak
örnek olarak vermiş olduğum kararlarda da görüldüğü gibi, yasalara aykırı bir
şekilde de olsa, Yargıtay haklı azil halinde bile “hakkaniyete ve nesafete
uygun” bir ücretin avukata ödenmesine karar vermektedir.
Bu konudaki kararlar bu
kadarla sınırlı değildir. Başka kitap ya da makalelerde ya da karar yayınlayan
sitelerde bu tür kararlara rastlamak mümkündür. Örneğin Yalçınduran’ın “Vekalet
Sözleşmesinde Ücret” başlıklı eserinin 247-258 sayfalarında özellikle dipnot
125 de benzer karar bulabilirsiniz.
Haklı azlin takdiri
mahkemenin yetkisine girdiği için, her somut olayda hakim tarafından
belirlenmesi işin doğası gereğidir. Bu görüşe katılmakla birlikte haklı azil
nedenleri arasında kabul edilmesi mümkün olmayan farklılıkların oluşmasını da
anlayamamaktayız.
Ücret istemenin bir hak
olduğunu belirten Yargıtay HGK 11.10.2006 gün ve 2006/13-610 E 2006/639 K sayılı
kararına rağmen, Yargıtay 13 HD 21.1.2010gün ve 2009/6471 E 2010/422 K sayılı
kararında, ücret isteminin daha doğrusu, ihtar aşamasında fazla ücret istemenin
güveni kötüye kullanmak olduğu ve bu nedenle gerçekleşen azlin haklı azil kabul
edilmesi gerektiği görüşünü benimsemiştir. Bu güne kadar yaşanan tüm
uyuşmazlıklarda, tarafların talep ettiği ile diğer tarafın ödemek istediği
arasında hep fark bulunmaktadır. Zaten arada fark olmasa, uyuşmazlık doğmaz. Bu
fark hiçbir uyuşmazlıkta kötü niyet olarak değerlendirilmemekle birlikte avukat
tarafından yapıldığında kötü niyet olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca, aynı
dairenin 14.12.2008 gün ve 2008/149 E 2008/14685 K sayılı kararında, “takip
aşamasına getiren avukat müvekkilinin karşı tarafla sulh olması üzerine yaptığı
iş sebebiyle alacağı ücretin tamamına hak kazanır” hükmü de bu davada
uygulanmamıştır.
Kanımızca, bu güne kadar
değerlendirilmeyen bir konunun artık değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilindiği
gibi, haklı azilde, vekil eden hukuki yardım aldığı avukata hiçbir ücret ödemekle
yükümlü değildir. İlk olarak kanunda yer alan bu hükmün içine, karşı taraf
vekalet ücreti diye isimlendirdiğimiz, ücreti de katacak mıyız? sorusuna cevap
aramamız gerekecektir. Eğer, katılmayacak ise ve azil anında karar verilmiş
ise, kararda yer alan bu ücret, avukata ödenecektir. Örneğin, davanın
sonuçlanmasından sonra icra tahsilatının bitmesinden önce, mahkemece haklı azil
kabul edilecek bir davranış nedeni ile azil gerçekleşmiş ise, avukat davaya
ilişkin olan ve kararda yer alan ücretini tahsil edecektir. Aynı şey birden
fazla davanın izlenmesi halinde de geçerli olacaktır. Zaten birden fazla dava
için örnek karar göstermek mümkündür. Örnek karar bulamadığımız ya da bilimsel
görüşe rastlamadığımız konu ilk örnekle ilgilidir. Böylesi bir durumda kararda
yer alan vekalet ücretinin de avukata ödenmeyeceği görüşünü benimser isek,
Av.K. göre, mülkiyeti avukata ait olan ve Yargıtay kararlarına göre, taraf
adına hükmedilmekle birlikte, müvekkilin avukata borçlandığı ve talep anı
tahsil şartına bağlı olan alacak, tarafın mülkiyetinde kalacak ve taraf bu
nedenle sebepsiz zenginleşecektir.
Zaten, bu parayı Av.K.
aksine HMK da yer aldığı gibi, tarafın yapmış olduğu giderlerin karşılığı diye
nitelendirdiğimizde de, yani mülkiyetini tarafa ait kabul ettiğimizde bile,
taraf, avukatına hiçbir ücret ödemeyerek, tahsil etmiş olduğu karşı taraf
vekalet ücreti kadar zenginleşmiş olacaktır.
Kesinleşmiş kararda yer
alan karşı taraf vekalet ücretinin, icra takibi aşamasındaki ihmal, kötü niyet
vb bir nedenden ötürü avukatın haklı nedenden kaynaklanan şekilde azli halinde,
her işin ayrı bir iş olduğu ilkesini ve ilama dayalı alacaklarda icra
aşamasında da karşı taraf vekalet ücreti hükmedilmesi yolundaki karara aykırı
davranılmış olacaktır. (Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler bloğumdaki
yazılara bakabilir.) – enderdedeagac.blogspot.com
Sözlerimize son vermeden
önce, Yargıtay Başkanı’nın açış konuşmasından birkaç alıntı daha yapmak
istiyoruz. Söz konusu konuşmaya göre “Yargı
bağımsızlığı yargıcın onurudur. Bu onur, özlük haklarından, fiziki ve sosyal
imkanlardan bağımsız olarak tek başına savunulur….” Biz bu cümleye “yargıcın sorumluluğu, onun onurunun
ayrılmaz bir parçasıdır. Sorumluluğu olmayan yargıç, kendisine yargılama
yetkisini devretmiş olan milletine hesap vermeyen yargıç hatalı bir yaşam
tarzını seçmiştir.” cümlesini de eklemek isteriz. Zaten Yargıtay Başkanı da
aynı görüşteki aynı konuşmada “Hukuk
devletinin anayasa ile belirlenmiş meşru organları kurumsal olarak, yetki
kullananlar ise kişisel olarak hesap verirler” açıklamasına yer vermiştir.
Söz konusu konuşmada yer
alan “yargı düzeni eleştiriye elbette
açıktır. Hatta demokratik toplumun sorgulayıcı ve geliştirici araçlarından biri
olarak eleştiriyi talep eder ve yararlı bulur. Ne var ki, özellikle siyasi
kimlik taşıyan kurum temsilcilerinin yargıya ve yargıçlara yönelik hakarete,
aşağılamaya varan, kabul edilemez ifade ve açıklamaları karşısında yargı
kurumlarını sessiz kalması, bu açıklamaların haklılığını kabullenmesinden değil
ortaya çıkacak polemiklerin yargının saygınlığı ile bağdaşmayacağı
düşüncesinden kaynaklanmaktadır”. ifadesine aynen katılmaktayız. Ancak,
herhalde fiziki ve mesleki yaş olarak sayın Başkandan daha yaşlı olduğumuzdan
ötürü, daha fazla beklemeye sabrımızın olmadığını söylemek isteriz. Bu nedenle,
öncelikle, yapıcı olmak koşulu ile, avukat, hakim ve savcı olarak kendimizi ve
birbirimizi eleştirerek, düzeltilmesi
olanaklı, eleştiriye açık hususları gidermeliyiz. Böylece, en azından bu konuşmanın konusunda olduğu
gibi, birbiri ile çelişen, gerekçe içermeyen, yasa hükmü ile bağdaşmayan
kararların önünü alarak, milletimizin bize ve mesleğimize olan saygısını
arttırmalıyız. Böylece, toplumun bir kesiminde oluşan, yargıya güvenim yok,
beni yargılamasına olanak vermem, düşüncesine son vermeliyiz.
Buraya kadar olan
açıklamalarda, hakim olarak görev yapan meslektaşlarımıza ilişkin hataları dile
getirdik. Halbuki bu durumun yaratılmasında bizlerinde affedilmez kabahatleri
bulunmaktadır. Örneğin bazı avukat meslektaşlarım, geçim sıkıntısı yüzünden
paten ve marka vekillerinin maaşlı avukatlığını üstlenmekte, bir kısmımız
sigortacılık adı altında maddi ve manevi tazminat davaları takip eden kişilere
ortak olmakta ya da maaşlı olarak çalışmaktadır.
Daha kötüsü, bazı meslektaşlarımız,
kendi ekmek parası uğruna, bir başka meslektaşının işini alabilmek için, iş
sahiplerine ücretsiz iş alacağını beyan etmektedir. Hatta bununla da
kalmayarak, elinden iş aldığı kişiden davanın açılması, takibi konularında
bilgi bile talep etmektedirler.
TBB ve barolar, pek çok
yasanın çıkışında fikrini belirtmekle birlikte, factoring ya da varlık
şirketlerinin icra konusundaki arkadaşlarımızın tüm iş hayatını felç ettiğini
görmezden gelmektedir.
Arabuluculuk ve uzlaşma
konularında ki yasal düzenlemelerin gerçekleştiğini dikkate alarak, bu
düzenlemelerin içinde kendimize nasıl yer tutarız örneğin nasıl marka oluruz
çalışmasını yapmak yerine yasadan hoşlanmadığımızı beyanla yetinip bu konudaki
iş alanlarını da bir başkasına devredebileceğimizi hiç düşünmemekteyiz.
Özetlemek gerekirse, ekmek
parası için yapılacak uğraşta, yargının kararlarını eleştirmenin yanı sıra
kendi meslek odalarımızı özellikle TBB’ni ve kendimizi de eleştirmemiz
gerektiğine inanmaktayım
Bu toplantıyı vesile
sayarak, herkesten önce, ben, hakim, savcı, avukat ayrımı yapmaksızın tüm
meslektaşlarıma inandığımı bu ekonomik sıkıntılardan hep birlikte
kurtulacağımızı umduğumu dile getirir başta burada olanlar olmak üzere hepinize
saygılarımı sunarım.
Bu konuşmanın yapıldığı
tarihten sonra, bir meslektaşımdan Yargıtay 10 Hukuk Dairesi’ne ait iki karar
daha geldi. Bunlardan 02.07.2012 gün ve 2012/616 E 2012/12934 K sayılı
kararında dilekçe yazım ücreti alınması gerektiği hüküm altına alınırken,
20.09.2012 gün ve 2012/6442 E 2012/15563 K sayılı kararında maktu vekalet
ücreti verilmesine ilişkin yerel mahkeme kararını bozmayarak 02.07.2012 günlü
kararla çelişen bir karar vermiştir. Üstelik Yargıtay’ın bu iki kararı da
Kayseri 3. İş Mahkemesi’nin kararı ile ilgilidir. Kayseri 3. İş Mahkemesi
hakiminin bu çelişkili kararlardan sonra nasıl bir yol izleyeceğini gerçekten
merak etmekteyim.
Bu iki karardaki çelişki
sadece bununla da kalmamaktadır. Davalı lehine vekalet ücreti verilip
verilmeyeceği konusunda da bu iki karar çelişmektedir. 20.09.2012 günlü kararda
davacının davalı lehine vekalet ücreti verilmesine ilişkin temyiz istemlerini
red eden Yargıtay 10 Hukuk Dairesi 2.7.2012 günlü kararında ise davacının bu
yöndeki temyiz itirazlarını kabul ederek bir başka çelişkinin doğmasına neden olmuştur.
Ayrıca, söz konusu
davalara ilişkin dosyalarda yer alan bilgilere göre, Sorgun 1. Asliye Hukuk
Mahkemesi’nin 2006/239 karar sayılı kararına ilişkin onama kararı ve Ankara 8
İş Mahkemesi’nin 2008/347 karar sayılı kararı da bu çelişkiler yumağında yer
alan kararlardır.
Benim bildiğim kadarıyla
bu konuda, değişik mahkemelerde görülmekte olan ya da karara çıkmış 1000
civarında dava bulunmaktadır. Bunların hangisinde ne karar verileceğini ve
Yargıtay daireleri arasındaki çelişkinin nasıl çözümleneceğini merak ediyorum.
Yazının internete
konulacağı aşamada, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 24.9.2012 gün 2012/15191
Esas 2012/15969 Karar sayılı Onama kararı elimize geçmiştir. Bu kararda
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi yerel mahkeme tarafından verilen maktu ücreti
onamıştır. Böylece baştan beri eleştirdiğimiz “dilekçe yazım ücreti” verilmesi
yönündeki düşüncesinden en azından bu karar çerçevesinde ayrılmıştır. Bu
karardan iki gün sonraki bir tarihi taşıyan yani 26.9.2012 tarihinde Yargıtay
21. Hukuk Dairesi tarafından verilen 2012/16489 Esas 2012/15700 Karar sayılı
kararda da yerel mahkeme tarafından verilen maktu vekalet ücretine ilişkin
karar onanmıştır. Dileriz Yargıtay bundan böyle de maktu ücrete ilişkin olan
kararları benimser, daireler arasındaki çelişkiyi giderir, gerekirse Hukuk
Genel Kurulu kararı alarak verilen kararların fiilen var hukuken yok karar
olmasını önler.
Ankara Barosu tarafından
gerçekleştirilen toplantıda, Sn. Av. Semih Güner’in katkısıyla 1989-1995
tarihleri arasındaki AAÜT’de seri davaların nasıl değerlendirileceğine ilişkin
hüküm olduğunu, hatta seri dava açılması halinde ücretin 1/5 e kadar
indirilebileceğinin tarifede yer aldığını öğrendim. Bu bilgi için teşekkür
ederim. Olayı bu bilgi açısından tekrar değerlendirdiğimizde ise, tarifeyi
hazırlayan kamu kurumunun yasaya uygun olarak hazırladığı AAÜT’de yer alan bu
indirimli ücretin hakkaniyete uygun olmayacağını görerek dönmüş olduğu sonucuna
varmaktayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder