Av.
Ender Dedeağaç Av. Özge Cansın Erkuş
Günümüzde
yaşanan corono 19 nedeniyle sağlık hukukunda doğması olası problemleri
değerlendirmek için hazırlanmıştır. Bu nedenle öncelikle mücbir sebep ve
beklenmeyen halin hukuk açısından değerlendirmesini daha sonra da bunun sağlık
hukuku açısından değerlendirmesini yapmaktayız. (BU ÇALIŞMA Av. Cansın Ersun’un
bu blogda yayınlanan 7.4.2020 tarihli çalışmasından yararlanılarak ve
genişletilerek oluşturulmuştur )
1 / MÜCBİR SEBEP –
BEKLENMEYEN HAL VE SONUÇLARI
Hukukumuzda, mücbir sebebin kanuni bir
tanımı yapılmamış, şartları Yargıtay içtihatları ve doktrindeki görüşler
doğrultusunda belirlenmiştir. Ayrıca taraflar, sözleşmede bazı durumları da
mücbir sebep olarak sayabilirler. Sözleşmede yer almayan bir durumun mücbir
sebep olabilmesi için
-
kaçınılmaz
-
karşı konulamaz
-
öngörülemez
- taraflardan hiçbirinin sorumluluğunu
gerektirmeyecek nitelikte olması yani hiçbir tarafın zararın meydana gelmesinde
kusurunun olmaması gerekmektedir.
Şartlar, ancak bir arada bulundukları
takdirde bir olayın mücbir sebep olarak nitelenmesine imkân verir.
Yargıtay’ın “mücbir sebep” yorumlaması,
her bir sözleşmenin niteliğine göre değişebilmektedir. Yargıtay içtihatları göz
önüne alındığında, mücbir sebebin varlığının her bir somut olay bakımından ayrı
ayrı değerlendirildiği ve genellikle -özellikle tacirler açısından- dar
yorumlandığı söylenebilir. Yine mücbir sebep oluşturduğu iddia edilen olayın
ülke genelinde etkili olup olmadığı, benzer hukuki ilişkilere etkisi ve
tarafların tacir olup olmadığı gibi kriterlerin de değerlendirdiği ilgili
Yargıtay kararlarından anlaşılmaktadır. Örneğin, pek çok sözleşmede doğal
afetler mücbir sebep olarak kabul görürken, yüksek özen düzeyinin arandığı
sözleşmelerde veya doğal afetin kendisinin teminat altına alındığı sigorta
sözleşmeleri gibi sözleşmelerde “mücbir sebep / beklenmeyen hal” kavramının
daha dar yorumlandığı görülmektedir. Mücbir sebep kabul edilebilecek durumların
sözleşmede sınırlı olarak sayıldığı hallerde borçlunun kural olarak bu haller
dışında kalan olaylar için sözleşmede düzenlemiş mücbir sebeplerin hukuki
etkilerinden yararlanamayacağı doktrinde kabul edilmekte ise de TBK md.112
altında yer alan “kusursuz sorumluluk” prensibinden de faydalanmanın mümkün
olduğu da ileri sürülebilmektedir. Bu nedenle, sözleşmede açıkça mücbir
sebep hallerinin düzenlenmediği veya düzenlense dahi sözleşmede öngörülemeyen
bir mücbir sebebin oluştuğu durumlarda, dürüstlük kuralı ve kusursuz sorumluluk
ilkeleri çerçevesinde sözleşme dengesi yeniden değerlendirilmelidir.
Mücbir sebepte olayın nedeni bilindiği
halde önlenmesi olanağı yoktur. Mücbir sebep teşkil eden haller, insanların
elindeki araçlarla karşı koyamayacağı ve çoğunlukla da doğadan kaynaklanan
olaylardır.
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 02/05/2014 tarih ve 2014/13893 E. – 2014/19777
K. sayılı kararında da mücbir sebep, hukukta bir sorumluluğun yerine
getirilmesini veya bir hakkın veya hukuksal imkânın veya kanuni bir avantajın
kullanılmasını veya talep edilmesini, kısmen veya tamamen, geçici veya daimi
surette engelleyen, bu niteliği dolayısıyla sorumluluğu kaldıran veya yerine
getirilmesini, süresini geciktiren veya sorumluluğun niteliğini değiştiren, bir
hakkın veya hukuksal imkânın veya kanuni bir avantajın kullanılmasına ilişkin
sürelerin yeniden tanınmasını, sürelerin uzatılmasını veya eski hale iade
edilmesini gerekli ve zorunlu kılan, kişinin önceden beklemediği,
öngöremeyeceği ve tahmin edemeyeceği, beklese ve tahmin etse bile, kişilerin
alabilecekleri her türlü tedbirlere rağmen meydana gelmesini engelleyemeyeceği,
kişilerin tedbir alma ve ihmalde bulunmama yükümlülüklerini aşan nitelikte ve
ağırlıkta olan, dıştan gelen, olağanüstü, olağan dışı ve devamlı olanın dışında
gerçekleşen nitelikte bir olay, olgu veya durumu olarak tanımlanmıştır.
Gerek hukuki sorumluluk gerek hakkın
kullanılması gibi hallerde mücbir sebep, sorumluluğu kaldırıcı, sorumluluğu
ileri bir tarihe atıcı sonuçlar ortaya çıkarabileceği gibi çeşitli hallerde de
sürelerin durmasının kabulü, yeni ek süreler tanınması veya başlangıçtaki
sürenin hiç işlemediğinin kabulü, eski hale iade gibi hukuki çözümler de
üretilmiştir.
Beklenmeyen hal ise sözleşme
ilişkisinde borçlunun irade ve davranışından bağımsız olarak borçlunun borcunu
ihlal etmesine kaçınılmaz biçimde neden olan olaydır. Beklenmeyen haller de
önlenemeyen olaylar olmakla birlikte bu gibi durumlarda olayın nedeninin
bilinmemesi zararı doğuran asıl nedendir. Neden önceden bilinmiş olsa, alınacak
tedbirlerle olay ve neden olduğu zarar ortadan kaldırılabilecektir. Bu nedenle,
umulmayan hal, nedeni belli olmayan kusur olarak da adlandırılmıştır
(Danıştay’da Açılacak Tazminat Davaları, Esin Yüksel, İkinci Kitap, Ankara
1976, s. 135).
İdare hukuku açısından bakıldığında ise beklenmeyen halde öngörülemez ve
önlenemez bir durum bulunmakla birlikte bunların bir kamu hizmetinin işleyişine
bağlı olması gerekmektedir. Dolayısıyla burada bilinmeyen ve önlenemeyen bir kamu hizmetindeki eksiklik söz konusudur. Zarara
doğrudan idare sebebiyet vermemiş olsa da zarar, idarenin sahibi olduğu bir şey
veya etkinlikten kaynaklandığından beklenmeyen hal, kusursuz sorumluluğu
etkilemeyecektir.
Beklenmeyen hal kuramının uygulanması
için, sözleşme yapıldığı sırada mevcut olan şartların önemli ölçüde değişmesi
aranır. Beklenmeyen hal teorisi, Alman hukukunda işlem temelinin çökmesi kuramı
olarak genişletilmiş olup sözleşmenin temelini teşkil eden, karşılıklı edimler
arasındaki dengenin taraflardan biri için artık çekilmez biçimde bozulduğu
hallerde, işlem temelinin çökmesi söz konusudur (Burcuoğlu Haluk, Hukukta
Beklenmeyen Hal ve Uyarlama, Filiz Kitabevi, 1995, s. 9). Beklenmeyen hal
kavramı hem mücbir sebebi hem de dar anlamda beklenmedik hali kapsar. Mücbir
sebep aslında nitelikli bir beklenmeyen haldir. Beklenmeyen hal mücbir sebepten
daha geniştir. Beklenmeyen halde nisbi kaçınılmazlık yani borçlunun aynı şartlardaki makul bir kişinin
göstereceği özeni göstermesi ve tedbirleri almasına rağmen olayın sözleşmenin
ihlaline yol açması söz konusudur. Ancak
mücbir sebep bakımından mutlak bir kaçınılmazlık aranmakla bu dıştan
kaynaklanır.
Yine İdare hukuku açısından bakıldığında mücbir sebep ve zarara uğrayanın
kusuru hallerinde idarenin her türlü sorumluluğu tamamen ortadan kalkacak iken
beklenmeyen hal ve 3. kişinin kusurlu davranışının söz konusu olduğu hallerde
sadece idarenin hizmet kusuru sorumluluğu ortadan kalkacaktır.
Borçlar Hukukunda mücbir sebep,
beklenmeyen hal veya fevkalade hal olarak adlandırılan durumlar, kişilerin
sorumluluğunu kaldıran hallerdendir. İdare Hukukunda da idarenin faaliyetinin
dışında gelişen öngörülemeyen ve önlenemeyen hadiseler olarak tanımlanan mücbir
sebepler, idarenin sorumluluğunu kaldıran haller arasında sayılır. Bu
hadiselerde idarenin eylemi-işlemi ile zarar arasında illiyet bağı
kurulamayacağı için idarenin sorumlu olmayacağı kabul edilir. Ancak idarenin
gücünün artması ve teknolojik gelişmelerle idarenin sorumluluğunu kaldıran
mücbir sebepler gün geçtikçe sınırlanmaktadırMücbir
sebep kavramının sorumluluk alanında doğuracağı sonuçlar açısından özel hukuk
ile idare hukuku arasında bir farklılık bulunmamaktadır. İdare ister hizmet
kusurundan, ister kusursuz sorumluluktan sorumlu olsun, mücbir sebep varsa
sorumluluk ortadan kalkacaktır (bkz. İdare Hukuku, İdarenin Sorumluluğu, Prof.
Dr. Ender Ethem Atay).
MÜCBİR
SEBEP NEDENİYLE
|
İfa İmkânsızlığı
|
İfanın Gecikmesi
|
Gereği Gibi İfa Etmeme
|
Mücbir sebep kabul edilen bir neden sonucunda ifa imkansız
hale gelirse edimin borçlusu tazminat ödemeksizin borcundan kurtulur. Bununla
birlikte karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde imkânsızlık sebebiyle borçtan
kurtulan borçlu, karşı taraftan almış olduğu edimi sebepsiz zenginleşme
hükümleri uyarınca geri vermekle yükümlü olup, henüz kendisine ifa edilmemiş
olan edimi isteme hakkını kaybeder. Yani TBK md. 136’da yer alan düzenleme
gündeme gelir ve borç sona ermiş kabul edilir ve sözleşme ihlalinden söz
edilemez.
|
İfanın mücbir sebepler sonucunda
gecikmesi doktrinde geçici imkânsızlık olarak da adlandırılmaktadır. Borçlu borcunu
ifa etmemekle temerrüde düşer ve TBK md. 118 gereği Temerrüde düşen borçlu,
temerrüde düşmekte kusuru olmadığını ispat etmedikçe, borcun geç ifasından
dolayı alacaklının uğradığı zararı gidermekle yükümlüdür. Dolayısıyla mücbir
sebep nedeniyle gecikme, temerrüdün
kusura bağlı sonuçlarından borçlunun kurtulmasını sağlar. Tam iki tarafa borç
yükleyen sözleşmelerde ise alacaklı aynen ifadan vazgeçip müspet zararının
tazminini isteyemeyecektir. Alacaklı sözleşmeden dönme hakkını borçlunun
kusuru olmasa da kullanabilecektir fakat bu durumda kusura bağlı olan menfi
zararın tazminini borçludan talep edemeyecektir. Aynı şekilde, ifasına
başlanmış olan sürekli borç ilişkilerinde, TBK 126 uyarınca, borçlunun
kusurundan bağımsız olarak sözleşmeyi feshetme imkânına sahip olan alacaklı,
anılan hüküm çerçevesinde zararının tazminini de isteyemeyecektir.
|
TBK md. 112 uyarınca borcun hiç veya gereği gibi ifa
edilmemesi halinde borçlu, kendisine hiçbir kusurun yüklenemeyeceğini ispat
etmedikçe, alacaklının bundan doğan zararını gidermekle yükümlü olacaktır. Bu
halde alacaklı sözleşmeye aykırı ifayı reddedip borçluyu temerrüde
düşürebileceği gibi TBK md. 112’de yer alan tazminat talep etme hakkını saklı
tutarak ifayı kabul de edebilecektir. Mücbir sebep nedeniyle edimini gereği
gibi ifa edemeyen borçlu alacaklının ifayı reddettiği durumda temerrüdün
kusura bağlı sonuçlarından sorumlu tutulamayacaktır. Yine alacaklı ifayı
kabul etmekle birlikte TBK md. 112’den doğan tazminat hakkı borçlunun
kusursuzluğunu ispat edememiş olması şartına bağlı olduğundan mücbir sebep
halinde borçlu tazminat yükümlülüğünden kurtulacaktır.
|
Borçlunun sorumlu olmadığı imkansızlık halinde sözleşme
riskinin olumsuz sonuçlarının hangi tarafa yükleneceği sözleşme ile
kararlaştırılmışsa sözleşme özgürlüğü ilkesi gereği sözleşme hükümleri
uygulanır. Bununla birlikte sözleşmede sözleşme taraflarından biri açıkça
mücbir sebepten sorumlu tutulmadıkça, mücbir sebebin neden olduğu
imkansızlıktan her iki taraf da sorumlu tutulmayacaktır. Ancak borçlunun mücbir
sebepten doğan imkansızlığa dair sorumluluğu sözleşme ile açıkça veya zımnen
üstlenmesi halinde, hiçbir kusuru olmamasına rağmen, sözleşme hükmü gereği,
imkansızlık nedeniyle alacaklının zararını karşılamak zorunda kalacaktır.
Covid- 19 nedeniyle akdedilen
sözleşmelerin ifasında güçlük yaşanmakta, bazı sözleşmelerin ise ifasının
imkansızlaştığı görülmektedir. Sözleşmenin kurulduğu andaki hal ve şartların,
salgın hastalık gibi beklenmeyen hal veya mücbir sebep nedeniyle değiştiği
durumlarda edim dengesi bozulabilir ve edimlerin aynen ifasının talep edilmesi
sözleşmeye bağlılık ilkesinin sağladığı işlem güvenliği, hakkaniyete aykırı
sonuçlara yol açabilir. Bu gibi hallerde ifa imkânsızlığı nedeniyle borç
ilişkisinin sona ermesi veya ifa güçlüğü nedeniyle sözleşmenin değişen şartlara
uyarlanması ihtimali gündeme gelebilecektir.
Salgının etkisinin ne zaman sona
ereceği bilinmemekle birlikte, karantina, sokağa çıkma yasağı, ülkeler arası
seyahat yasağı gibi süreçlerin geçici olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla
tüm koşullar göz önüne alınarak her somut olay için dürüstlük kuralı
çerçevesinde bir değerlendirme yapılmalı ve karşılıklı borç yükleyen
sözleşmelerde TBK md. 136, bu hükmün uygulanamadığı hallerde temerrüt
hükümlerine göre sözleşmeden dönme veya TBK md. 138 uyarınca sözleşmenin sona
erdirilmesi / aşırı ifa güçlüğü nedeniyle uyarlanması gibi diğer seçenekler değerlendirilmelidir.
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin
12/11/2015 tarih ve 2015/3197 E. – 2015/11946 K. sayılı kararında da yer
verildiği üzere doktrin ve Yargıtay uygulamasında imkansızlık, ortaya çıkış
nedenine göre bazı ayrımlara tabi tutulmaktadır. Eğer ifa imkansızlığı sadece sözleşmenin tarafları bakımından değil
aynı sözleşmeyi yapacak herkes için söz konusu ise buna "objektif
imkansızlık", yalnız sözleşmenin taraflarından birinin tutumundan
doğmuşsa buna da "sübjektif imkansızlık" denilmektedir. İmkansızlık
sözleşmeden sonra ve taraflardan birinin kusurundan kaynaklanmışsa bu durum "kusurlu
imkansızlık" ve fakat tarafların kusuru olmadan meydana gelmişse "kusursuz
imkansızlık" olarak adlandırılır. İmkansızlık borcu sona erdiren
nedenlerden biridir. Borcun ifasının imkansız hale gelmesi, mücbir sebepten,
bir başka ifade ile önlenemez nedenden kaynaklanabilir. Genelde dış
kuvvetlerin sonucu olan, borçlunun işletmesiyle bağlantılı bulunmayan, önceden
görülemeyen, kaçınılmaz ve mutlak bir şekilde borcun ifasını engelleyen olay olarak
doktrinde tanımını bulan mücbir sebebin varlığı, borçlu yönünden borcu ortadan
kaldıran nedenler arasındadır.
TBK md. 136 hükmü gereği borcun ifası
borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle imkânsızlaşırsa, borç sona erer.
Taraflardan birinin yükümlülüklerini yerine getirmesini engelleyen bir mücbir
sebebin varlığı halinde, ifanın imkânsızlığına ilişkin hükümler uygulanır. Bu
durumda, TBK md. 136/2 uyarınca tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde,
imkansızlık nedeniyle borcu sona eren taraf, henüz kendisine ifa edilmemiş
edimi isteme hakkını kaybedeceği gibi karşı taraftan yapılmış ifa var ise bunu
sebepsiz zenginleşme hükümleri uyarınca geri vermekle yükümlü
olacaktır. İfa
imkansızlığının edimin bir kısmına yönelik olması halinde ise TBK md. 137’de
belirtildiği üzere sadece imkansızlaşan kısım bakımından karşılıklı olarak
sorumluluktan kurtulma gündeme gelecektir.
Bununla birlikte Yargıtay kararlarında
da yer aldığı üzere, ahde vefa ilkesine göre; sözleşme yapıldığı andaki gibi
aynen uygulanmalı ve hükümlerine bağlı kalınmalıdır. Sözleşmeye bağlılık ilkesi
hukuki güvenlik, doğruluk ve dürüstlük kuralının bir gereği olarak, sözleşme
hukukunun temel ilkelerinden biridir. Karşılıklı edimleri içeren sözleşmelerde,
edimler arasında mevcut olan denge şartların olağanüstü değişmesiyle büyük
ölçüde tarafların biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. Buna
göre akit yapıldığı sırada mevcut bulunan şartlar önemli surette değişmişse,
artık taraflar sözleşme ile bağlı olmamalıdır.
Emprevizyon ilkesi uyarınca, sözleşme
taraflarınca üstlenilen edimlerin daha sonra öngörülemeyen derecede koşulların
değişerek taraflardan biri aleyhine edimler arası dengeyi temelden bozması
üzerine yargıcın sözleşmeye müdahalesi istenebilir. Ancak, sözleşmenin esaslı
unsurlarının değiştirilmesi sonucunu doğurucu uyarlama istenemez. Ayrıca
taraflarca temel alınan ölçütlere bağlı kalınarak, bu ölçütlerin
bileşenlerinden birinin veya bir kaçının uyarlama koşulları varsa değişen
duruma uygun kılınması yönünde davanın dinlenilebilir olacağı da kabul
edilmektedir.Karşılıklı
sözleşmelerde edimler arasındaki dengenin olağanüstü değişmeler yüzünden alt
üst olması, borcun ifasını güçlendirmesi durumunda "İŞLEM TEMELİNİN
ÇÖKMESİ" gündeme gelir. İşte bu bağlamda hakim, somut olayın verilerine
göre alacaklı yararına borçlunun edimini yükseltmeye veya borçlu yararına onun
tamamen veya kısmen edim yükümlülüğünden kurtulmasına karar verilebilir ve
müdahale ederek sözleşmeyi değişen koşullara uyarlar.
Bu durum aşırı ifa güçlüğü başlığını
taşıyan TBK md. 138’de “Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca
öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan
kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut
olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek
derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya
ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş
olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu
mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli
sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını
kullanır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Uyarlamanın gündeme gelebilmesi için,
1.
Sözleşmenin
kurulduğu sırada mevcut olan şartların sonradan önemli ölçüde değişmiş olması
gerekir.
2.
Şartlarda
meydana gelen bu değişikliklerin öngörülemez bir nitelik taşıması gerekir. Bazı
şartlar öngörülmüş olsa dahi etkileri tam olarak öngörülemeyebilir.
3.
Şartlardaki
değişikliğin edim – karşı edim dengesini açıkça ve aşırı bir biçimde bozmuş
olması gerekmekte, bunun ayrıca borçlunun mahvına neden olması gerekmemektedir.
4.
Kanunda
veya sözleşmede uyarlanmaya engel teşkil edecek bir düzenlemenin bulunmaması
gerekir.
5.
Borçlunun
edimini henüz yerine getirmemiş veya aşırı ifa güçlüğünden doğan haklarını
saklı tutarak yerine getirmiş olması gerekir.
Sözleşmeye bağlılık ve saygı esastır.
Uyarlama daima yardımcı bir çözüm olarak düşünülmelidir. Sözleşmeye yazılan
özel hükümler yorumlanıp tarafların sağladığı hak ve yararlar,
değerlendirilmeli, ekonomik değişikliklerin etkileri, satılanın nitelikleri gibi,
somut olayın özelliği ile belirlenecek tüm objektif ve sübjektif hal ve
koşullar kıymetlendirilmeli, uyarlama yapılması kanaatına kavuşulursa,
sözleşmedeki intibak boşluğu hak ve nefaset, doğruluk, dürüstlük kuralları
ışığında yasa boşluğunda olduğu gibi, yetki kullanılarak doğrudan kendisinin
yaratıp takdir ettiği bir kuralla hâkim tarafından doldurulmalıdır.
Sözleşmenin yeni durumlara uyarlanması
yapılırken, önce sözleşmede, daha sonra kanunda bu hususta intibak hükümlerinin
bulunup bulunmadığına bakılır. Sözleşmede ve kanunda hüküm bulunmadığı
takdirde, sözleşmenin değişen hal ve şartlara uydurulmasının gerekip
gerekmeyeceği incelenir. Bazen de sözleşmede olumlu ve olumsuz intibak kaydı
bulunmakla beraber, bu kayda dayanılarak sözleşmenin kayıtla birlikte aynen
uygulanmasını talep etmek TMK md. 2/2 hükmü kapsamında hakkın kötüye
kullanılması anlamını taşıyabilir. Böyle bir durumda
sözleşmedeki intibak kaydına rağmen edimler arasında aşırı bir nispetsizlik
çıkmışsa uyarlama yine yapılmalıdır. Durumun değişmesi halinde sözleşmede ısrar
etmek dürüstlük kuralına aykırı bir tutum olur. Değişen durumların, sözleşmede
kendiliğinden bulunan sözleşme adaletini bozması halinde, taraflar, bu haller
için bir tedbir almadıklarından, sözleşmede bir boşluk vardır. Bu boşluk
sözleşmenin anlamına ve taraf iradelerine önem verilerek yorum yolu ile ve
dürüstlük kuralına uygun olarak doldurulur.
MÜCBİR
SEBEP
|
BEKLENMEYEN
HAL
|
Sözleşmede yer almayan bir durumun mücbir sebep olabilmesi
için
-
kaçınılmaz
-
karşı konulamaz
-
öngörülemez
- taraflardan hiçbirinin
sorumluluğunu gerektirmeyecek nitelikte olması (yani hiçbir tarafın
olayın/zararın meydana gelmesinde kusurunun olmaması) gerekmektedir.
|
Sözleşme ilişkisinde borçlunun irade ve davranışından
bağımsız olarak borçlunun borcunu ihlal etmesine kaçınılmaz biçimde neden
olan olaydır.
|
Mücbir sebep bakımından mutlak bir kaçınılmazlık söz
konusudur ve dıştan kaynaklanır.
|
Neden önceden bilinmiş olsa, alınacak tedbirlerle olay ve
neden olduğu zarar ortadan kaldırılabilecektir. Yani nisbi kaçınılmazlık
gündeme gelmekte Borçlunun aynı şartlardaki makul bir kişinin göstereceği
özeni göstermesi ve tedbirleri almasına rağmen olayın sözleşmenin ihlaline
yol açacak olması gündeme gelmektedir.
|
Borcun yerine getirilmesi imkansız hale gelmiştir, borçlu
istese de borcunu ifa edemez. Sözleşmenin sona ermesine, yürürlüğünü
kaybetmesine sebebiyet verir.
|
Beklenmeyen hal kuramının uygulanması için, sözleşme
yapıldığı sırada mevcut olan şartların önemli ölçüde değişmesi aranır. İşlem temelinin
çökmesi söz konusudur. Yine de ifa edilebilirlik dolayısıyla sözleşme devam
etmektedir.
|
2 / COVİD-19 MÜCBİR SEBEP
Mİ BEKLENMEDİK HAL Mİ?
Geldiğimiz noktada Covid-19’un
Türkiye’de mücbir sebep oluşturabileceği yönünde herhangi bir resmi beyan, ilan
ya da duyuru mevcut olmadığı gibi bu yönde bir Yargıtay kararı da
bulunmamaktadır. Bununla birlikte daha önce Yargıtay kararlarına konu olan domuz
gribi, kuş gribi gibi başkaca salgın hastalıklar dikkate alındığında corona
virüsün dünya çapında diğerlerine oranla öngörülemez bir hızla yayıldığı kabul
edilmektedir. Bu nedenle, özellikle Çin, Amerika, Güney Kore ve İtalya gibi
salgından büyük ölçüde etkilenen ülkelerle ticari ilişkiler içinde olan
firmalar ve şahıslar açısından mücbir sebep olarak değerlendirilmesi mümkün
olabilir.
Covid 19 salgının Türk hukukunda mücbir
sebep oluşturabilecek objektif kriterleri taşıdığı görülmekle beraber bunun mücbir
sebep hali olarak sayılabilmesi için ayrıca sözleşmedeki edimin de yerine
getirilmesini imkânsız hale getiren bir durum oluşturarak sübjektif koşulu da
sağlamalıdır. Bu kapsamda, Türk hukukunda corona salgınının mücbir sebep olarak
değerlendirilmesinde, sübjektif koşul tespiti yapılırken, sözleşmede yer
alan düzenlemeler, sözleşmenin tarafları, taraflar arasındaki ticari ilişki,
yabancılık unsuru, edimlerin niteliği gibi unsurlar dikkatli şekilde ele
alınarak değerlendirme yapılmalı, corona virüs salgınının her koşulda mücbir
sebep yaratacağı sonucuna varılmamalıdır.
Mücbir sebep sayılacak haller
sözleşmede sınırlı olarak belirtilmiş ise bu durumda “salgın hastalık” ibaresinin varlığı aranacaktır. Eğer bir
sözleşmede, mücbir sebep halleri tek tek sayılmış fakat salgın ya da bulaşıcı
hastalık mücbir sebep hali olarak belirtilmemiş ise Covid-19’un o sözleşme
bakımından mücbir sebep sayılamama ihtimali vardır. Uygulamada yapılan
sözleşmelerde sayılan mücbir sebep hallerinin sonuna “ve benzeri” gibi ifadeler eklenerek bu haller genellikle sınırlı
sayıda tutulmamaktadır. Yine mücbir sebep maddesinde sayılı hallerin
örnekleyici olduğu maddenin lafzından anlaşılıyorsa, salgın ya da bulaşıcı
hastalıklar mücbir sebep hali olarak belirtilmese de Covid-19 mücbir sebep hali
olarak kabul edilebilecektir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün 12.03.2020
tarihli kararı ile Covid – 19’un pandemi yani küresel bir salgın olduğu ilan
edilmesi, corona virüsün öngörülemeyecek ve öngörülmesi beklenemeyecek bir olay
olduğunu ve dolayısıyla bu salgının mücbir sebep olgularını desteklediğini
ortaya koymaktadır. Buna ek olarak, gerek Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti
Cumhurbaşkanlığı gerek Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı tarafından alınan
karar dahilinde halkın zorunlu olmadıkça sokağa çıkmaması gerektiği,
yargılamada söz konusu işlem sürelerin ertelendiği, birden çok ülke
vatandaşlarının ülkeye giriş çıkışının kapatıldığı ve yine Türkiye sınırları
içerisinde seyahat yasaklarının da alındığı bilinmektedir. Bütün bunlar dikkate
alındığında, Türkiye ve diğer dünya ülkelerinin olağanüstü önlemler alarak
Covid-19 salgınını sona erdirmeye çalışması mücbir sebep olgularını
desteklemektedir.
Sözleşmenin tüm hükümlerinin birlikte
değerlendirilmesi, salgın hastalığın mücbir sebep teşkil edip etmeyeceğinin
sözleşmenin amacına ve konusuna göre yorumlanması gerekmektedir. Covid-19
salgını nedeniyle, faaliyetleri Bakanlık kararı ile durdurulan işyerleri veya
tedarik ve dağıtım kanallarında aksamalar, işgücü kaybı, ithalat ve ihracat
engeli gibi kararlar nedeniyle faaliyetlerine ara vermek zorunda kalan
işletmeler yönünden mücbir sebebin varlığını kabul etmek mümkündür. Salgının
özellikle kira sözleşmeleri gibi sürekli edimli açısından da geçici
imkansızlığa yol açma ihtimali yüksektir. Bununla birlikte hammadde yokluğu,
işgücü kaybı gibi üretim ve satışı etkileyen ve covid-19 salgının mücbir sebep
olarak kabul edilmediği durumlarda somut olayın özelliklerine göre bunun
beklenmeyen hal kapsamında değerlendirilmesi de mümkündür.
Yaşamın, düzen içerisinde devamını
sağlamakla yükümlü olan idarece bu düzeni bozacak nitelikteki afetlerin neden
olacağı zararlı sonuçları engellemeye yönelik önlemler alınması ve afetin
yaşanmasından sonra durumun en az zararla atlatılmasını sağlayacak faaliyetlere
derhal girişilmesi, idarenin temel görevlerindendir. Bu nedenle meydana gelen
olayları hemen mücbir sebep olarak değerlendirilmemesi ve ilk önce idarenin
alması gereken önlemleri alıp almadığının tespiti yapılmalıdır.
Keza tipik mücbir sebep hali olan
deprem, Danıştay tarafından mücbir sebep olarak nitelenmekte ise de sadece
mücbir sebebin varlığının tespitiyle yetinilmemekte, meydana gelen zarar ile
idarenin faaliyeti arasında illiyet bağının kesilip kesilmediği de ayrıca
incelenmektedir. Sivas İdare Mahkemesinin 14.12.1993 tarih ve 1993/1081 K. sayılı kararının Danıştay 10. Dairesi
tarafından bozulması üzerine yapılan inceleme sonucu Danıştay İdari Dava
Daireleri Genel Kurulunun verdiği bir kararda da, depremin mücbir sebep
sayılacak bir doğa olayı olduğu kabul edilmiş fakat sorumluluğun ortadan
kalkması için zarar ile idarenin faaliyeti arasında illiyet bağının olmaması
gerektiği ifade edilmiştir.
Tüm bu açıklamalar ışığında
hastanelerde alınacak önlemler ve ortaya çıkan eksiklikler kapsamında Covid-19
salgınının mücbir sebep mi yoksa beklenmeyen hal olarak mı değerlendirilmesi
gerektiği sorusu ile karşılaşmaktayız.
Her ne kadar Corona virüsü beklenmeyen bir anda ortaya çıkmış ve
öngörülemez bir hızla dünya genelinde yayılmış olsa da bu salgın dünyada
görülen ilk salgın değildir. Daha önce Covid-19 adı altında bir salgın
görülmemişse de başta SARS, domuz gribi, ebola ve insanlık tarihinin en ölümcül
salgınlarından olan ve kara ölüm olarak da adlandırılan veba salgını da dahil
olmak üzere pek çok salgın ile karşı karşıya kalınmıştır. Salgına karşı her
zaman hazırlıklı olması gereken ve salgın anında ilk ve en büyük tehlike
altında kalacak yerler hastanelerdir. Yaşanan salgınlar ve karşılaşılan
sorunlar dikkate alındığında salgının ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağına
bakılmaksızın gelişen teknolojiler ile var olan hastanelerde geliştirmeler
yapılmalı ve yeni yapılan hastanelerde de tedbirler alınmalıdır. Yatak
kapasitelerinin arttırılması, salgın
sırasında tedavi görecek olanların izole edilebileceği alanların ayrılması ve
sağlık çalışanlarının korunabilmesi için gerekli her türlü ekipmanın
bulundurulması alınacak bu tedbirlerin başında gelmektedir. Salgınlar ile daha
önce karşılaşılmış olması, başta Covid – 19 olmak üzere salgınların sağlık
alanında öngörülmez ve beklenmeyen bir problem olmadığını göstermektedir. Yine
yaşanmış tüm salgınlar karşısında nasıl önlem alınacağı, bu anlarda en çok
nelerin gerektiği de bilinebilir olduğundan alınacak önlemler ile karşı
konulamazlığın da önüne geçilmesi mümkündür. Bu koşullarda salgın ihtimali
umursanmaksızın gerekli tedbirlerin alınmaması aynı zamanda sorumluluğun
doğmasına da sebebiyet verecektir. Dolayısıyla Covid – 19 salgının,
hastanelerdeki problemler açısından ne mücbir sebep ne de beklenmeyen hal
olarak değerlendirilmesinin mümkün olacağını düşünmekteyim. Özellikle kamu
hastanelerinde, hizmet kusurunun oluştuğu kabul edilmelidir
3 / HEKİM – HASTA ARASINDAKİ HUKUKİ İLİŞKİ
Hekim ile hasta arasındaki ilişkinin
hukuki niteliğinin belirlenmesi, taraflar arasındaki ilişkiye uygulanacak hukuk
kuralının belirlenmesinde önem taşımakta ise de Türkiye’de hekim - hasta ilişkisine uygulanacak özel bir kanuni
düzenleme bulunmamaktadır. Özel düzenleme bulunmaması nedeniyle bu ilişkide
meydana gelen sorunlar, Türk Borçlar Kanunu hükümlerine göre çözümlenmektedir.
Ancak genel kuralların özel bir alan olan sağlık hizmetleri alanına da
uygulanması zaman zaman çelişkili ve gerçeğe uygun olmayan sonuçlara neden
olabilmektedir.
Hukuki ilişkinin tedavi yer ve şekli
gibi somut olaya göre değişiklik gösterebileceği kabul edilen Yargıtay
içtihatları uyarınca hasta ile hekim arasındaki hukuksal ilişki
-
Vekalet
sözleşmesi
-
Vekaletsiz
iş görme
-
Eser
sözleşmesi ve
-
Haksız
fiil ilişkisi olarak ortaya çıkabilmektedir.
Hastanın tedavi olmak için hekime
başvurması ve hekimin de tedaviyi kabul etmesi ile taraflar arasındaki sözleşme
kurulmuş olur. Hasta, hekim ile arasındaki sözleşmeyi her zaman
sonlandırabilmekte ise de hekim açısından sözleşmenin sonlandırılmasına ilişkin
Tıbbi Deontoloji Tüzüğü md. 19 ile bir sınırlama getirilmiştir.
Bu hüküm uyarınca hekim hastasını mesleki veya şahsi sebeplerle bırakacak ise
diğer bir hekimin tedavi veya müdahalesine imkan verecek zamanı önceden
hesaplayarak hastasını vaktinde haberdar etmek zorundadır. Hastanın bırakılması
halinde hayatının tehlikeye düşmesi veya sağlığının zarara uğraması ihtimali
varsa, başka bir hekim bulunana kadar hekimin tedaviyi sürdürmesi şarttır.
TBK md. 502’de tanımlanan vekalet
sözleşmesi, vekilin vekalet verenin bir işini görmeyi veya işlemini yapmayı
üstlendiği sözleşmedir. Maddenin devamında vekalete ilişkin hükümlerin
niteliklerine uygun düştükleri ölçüde, bu Kanunda düzenlenmemiş olan iş görme
sözleşmelerine de uygulanacağı ifade edilmiştir. Açık bir düzenleme olmamakla
birlikte Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 26.03.2015 tarih ve 2015/4585 E. –
2015/9819 K. sayılı ilamında da belirtildiği üzere hekimler ile hasta
arasındaki uyuşmazlıkların vekalet sözleşmesine hükümleri uyarınca çözülmesi
gerektiği konusunda, öğreti ve Yargıtay’ın istikrar kazanmış uygulaması
arasında paralellik bulunmaktadır.
Hekim, belli bir iş görmeyi yani tıbbi müdahalede bulunmayı
borçlanmakta iken hasta da hekime bunun karşılığı olarak bir ücret ödemektedir.
Yine hekim yapılacak müdahalenin tıbbi standartlara uygun olarak, dikkatli ve
özenle yapılacağını taahhüt ederken sonucu garanti etmemekte ve borcunu
hastanın emir ve talimatları ile yerine getirmemektedir. Tüm bu hususlar
dikkate alındığında hekim ile hasta arasındaki sözleşmenin vekalet sözleşmesi
niteliği taşıdığı kabul edilmektedir.
Vekaletsiz iş görme, genel hatları ile iş görenin vekalete /
iş görme yükümüne sahip olmaksızın iş sahibinin işini görmesi olarak
tanımlanmaktadır. TBK md. 526’da vekaleti olmaksızın başkasının hesabına iş
görenin o işi, sahibinin menfaatine ve varsayılan iradesine uygun olarak
görmekle yükümlü olduğu hükmüne yer verilmiştir. Bu kapsamda hastanın olumlu –
olumsuz rızasının alınmasının mümkün olmadığı durumlarda hekimin hasta yararına
tıbbi müdahalede bulunması halinde vekaletsiz iş görme hükümleri gündeme
gelmektedir. Vekaletsiz iş görme ilişkisinde hekim, istisnai olarak rıza
aramaksızın hastanın üstün özel yararına uygun şekilde bir müdahalede
bulunmakta olduğundan burada haksız fiilden söz etmek mümkün olmayacaktır. Vekaletsiz iş görme hükümlerine uygun
tıbbi müdahalede bulunan hekim de sözleşme ilişkisine dayanarak tedavi yapan
hekim kadar özenli hareket etmelidir. Zira vekaletsiz iş görenin her türlü
ihmalden sorumlu olduğu TBK md. 527 ile ortaya konmuştur.
Hasta – hekim arasındaki ilişkinin bazı
durumlarda eser sözleşmesi niteliğinde olduğu ve ilişkiye eser sözleşmesi
hükümlerinin uygulanması gerektiği uygulamada görülmekle Yargıtay
içtihatlarında da vurgulanmaktadır. Özellikle estetik müdahaleler gibi tıbbi
müdahalelerde hekimin eser meydana getirme taahhüdünde bulunduğu kabul
edilmektedir. TBK md. 470 hükmü ile tanımı yapılan eser sözleşmesi, yüklenicinin
bir eser meydana getirmeyi, iş sahibinin de bunun karşılığında bir bedel
ödemeyi üstlendiği sözleşmedir. Tanımdan da açıkça anlaşıldığı üzere eser
sözleşmesinde vekalet ilişkisinin aksine sonuç taahhüdünde bulunulmaktadır. Meydana getirilecek eser yani sonuç
gerçekleşmezse meydana gelen zarardan hekim sorumlu olacaktır.
Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin
2018/3043 E.- 2018/2820 K. sayılı ilamında estetik operasyonların eser
sözleşmesi niteliğinde olduğu ve eser sözleşmesinin bir sonucu olarak hekimin
sonuç taahhüdü bulunduğu belirtilmiştir. Hekimin yaptığı burun estetiği
operasyonunun kusurlu olması nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine
ilişkin temyiz incelemesinde Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 19.11.2018 tarih ve
2018/4953 E. - 2018/4526 K. sayılı kararı ile hastane ve hekimin hastanın
istediği sonucu elde etmesini garanti etmiş olduğunu, plan bölümünde açıkça
yapılacak işlerin ve sonucunun garanti edildiğini ifade etmiştir. Yargıtay
içtihatlarından da anlaşılmaktadır ki estetik amaçla yapılan müdahalelere
istisnai haller dışında eser sözleşmesi hükümleri uygulanmaktadır.
Taraflar arasında herhangi bir sözleşme
ilişkisi bulunmaksızın ve vekaletsiz iş görmenin de şartları oluşmadan hekimin
yaptığı müdahale, hekim ve hasta arasında haksız fiil ilişkisini gündeme
getirmektedir. Hekimin kendi bilgisine güvenerek dikkat ve özen
yükümlülüklerini yerine getirmeden yaptığı müdahaleler, hastanın vücut
bütünlüğüne aykırı ve rıza almadan deney niteliğinde işlemler uygulaması gibi
durumlarda hastanın haksız fiile maruz kaldığı kabul edilmektedir.
TBK md. 49 uyarınca kusurlu ve hukuka
aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Hekim
de kusurlu veya hukuka aykırı bir fiil nedeniyle hastaya verdiği zararı
gidermekle yükümlü olacaktır. Haksız fiil ilişkisinde TBK md. 50 gereği zarar
görenin zararı ve zarar verenin kusurunu ispatlaması gerekeceğinden hekim –
hasta arasındaki ilişki haksız fiil ilişkisi olarak kabul edildiğinde hasta hem
müdahale sonucu uğradığı zararı hem de zararın oluşmasında hekimin kusurunu
ispat etmek zorunda kalacaktır.
Bununla birlikte taraflar arasında
sözleşmesel ilişki bulunsa dahi hekimin hukuka aykırı davranışı aynı zamanda
haksız fiil de teşkil edebilir. Bu durumda TBK md. 60 hükmü uyarınca sebeplerin
yarışmasından söz etmek mümkün olacaktır. Böylece zarar gören hastanın yararına
göre hakim hasta – hekim arasındaki hukuki ilişkiyi belirleyecek ve buna göre
hüküm kuracaktır.
Corona virüsünden kaynaklanan
belirtiler sonucu kişilerin hekime başvurması yukarıda yapılan açıklamalardan
da anlaşıldığı üzere vekalet ilişkisi olarak nitelendirilmelidir. Hekim, sonuç taahhüdünde bulunmadan tıbbi müdahale
uygulamayı borçlanmaktadır. Virüsün etkilerinin ilerlemiş olması nedeniyle
kişinin bilincini yitirmesi veya olumu / olumsuz rıza veremeyecek halde olması
durumunda yapılacak müdahaleler ise hastanın özel üstün yararına olduğu gibi
aynı zamanda kamunun üstün yararına da kabul edilmelidir. Dolayısıyla bu
durumda hekimin tıbbi müdahalesinin haksız fiil oluşturmayacağı açık olmakla
hekim – hasta arasındaki ilişki vekaletsiz iş görme olarak
değerlendirilmelidir.
4 /HEKİMİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Hekimin nerede ve nasıl çalıştığına
bakılmaksızın hastaya ve kamuya karşı bazı yükümlülükleri bulunmaktadır.
Hekimin yükümlülükleri hasta hakları yönetmeliği, Anayasa, Türk Borçlar Kanunu,
Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi gibi birçok kanun ve düzenlemelerde yer alır.
Toplum sağlığı ve güveni açısından getirilen kamusal yükümlülükler, hekimin
görevi nedeniyle öğrendiği suçları yetkili makamlara ihbar edilmesi, belirli
hastalıkların idareye bildirilmesi ve tedavi edilmesi olarak sayılabilir.
Hekimin hastaya karşı olan yükümlülükleri ise tıbbi yardımı bizzat yerine
getirme, muayene etme, tanı koyma, bilgilendirme / aydınlatma, özen gösterme,
kişisel verileri ve sır saklama, uygun tedavi seçme, kayıt tutma gibi başlıklar
altında toplanabilir.
Çalışmada her bir yükümlülük üzerinde değil sadece belirli birkaç yükümlülük
üzerinde durulacaktır.
- Tanı Koyma Yükümlülüğü:
Uygulanacak hukuk kurumunun bulunması
için sorunun hukuki niteliğinin tespit edilmesinin ön şart olması gibi doğru
tedavinin uygulanması için de problemin ne olduğunun bilinmesi gerekmektedir.
Zira tanı koyulmadan tedavinin başlaması da mümkün olmayacaktır. Tanı koymak
her hasta ve hastalık açısından farklılık gösterebileceğinden tanı koyma süresi
de her somut olaya göre değerlendirilmelidir. Meslek kurallarına aykırı,
hastayı aldatıcı nitelikte ve gecikmeli tanı koyulması hekimin sorumluluğuna
yol açacaktır. Ancak her türlü özeni gösteren, gerekli muayene ve tetkikleri
yapan ve sonuçları değerlendiren hekimin tanı koymadaki hatası sorumluluğuna
yol açmayacaktır.
Covid – 19 gibi daha önce görülmeyen ve
kişiden kişiye belirtileri farklılık gösteren bir hastalığın tanısının
koyulması da kolay olmamaktadır. Kaldı ki corona virüsün tespit edilmesi için
uygulanan testlerin sonuçlarının alınmasına kadar geçen süre, hastanın herhangi
bir belirti göstermemesi veya muayenesi yapıldığında negatif çıksa da hemen sonrasında
virüsün bulaşma ihtimalinin bulunması gibi nedenler, Covid – 19 tanısı
koyulmasını daha da güç hale sokmaktadır.
-
Bilgilendirme /
Aydınlatma Yükümlülüğü:
Hastaya uygulanan tıbbi müdahalenin
hukuka uygun olması için öncelikle hastanın rızası gerekmektedir. Hastanın rıza
gösterebilmesi için ise öncelikle neye rıza göstereceğine ilişkin bilgi sahibi
olması gerekir ki bu da ancak aydınlatma ile sağlanabilir. Hekim tıbbi müdahaleye uygun bir süre
içerisinde ve hasta haricinde kimsenin olmadığı bir ortamda, hastalığın ne
olduğu, sürecin nasıl ilerleyeceği, oluşabilecek komplikasyonları, tedavi
yöntemi ve riskleri gibi konularda hastaya bilgi vermekle yükümlüdür.
Covid – 19 tanısının koyulmasının zorluğu hastayı bilgilendirme / aydınlatma
yönünden de etkili olmaktadır. Gerek virüsün özellikleri, gerek tedavi yöntemi
her gün yapılan araştırmalar ile değişmekte ve gelişmektedir. Bu nedenle
hekimin hastaya daha önce verdiği bilgiler de aynı hızla değişim
gösterebilmektedir.
Hasta, tedaviye rıza gösterebileceği
gibi tedaviyi reddetme hakkına da sahiptir. Ayırt etme gücüne sahip olmayan
hastalar için bu seçim hakkını veli veya vasisi kullanır. Hastadan alınacak
onam mutlaka ‘aydınlatılmış onam’ olmalıdır. Yani hasta anlayabileceği şekilde
hastalık ve tedavisine yönelik her türlü ihtimal değerlendirilerek
bilgilendirilmiş olmalıdır. Hastanın vereceği onam her zaman geri alınabilir.
Hekim hastasının onamı geri aldığına dair mutlaka bir tutanak düzenlemelidir ki
doğabilecek hukuki sorunlardan korunabilsin.
Onam olmaksızın yapılan müdahale
istisnai haller dışında hukuka aykırı kabul edilmekle hekimin sorumluluğuna
sebebiyet vermektedir. Tıbbi müdahalede bir zorunluluk varsa, ancak, somut
olayda hasta bu zorunluluğu anlayamayacak ve değerlendiremeyecek durumdaysa,
kişilik hakkı korunarak, hastanın onamı var kabul edilir.
Covid – 19 gibi pandemi kabul edilen
durumlarda hastanın tedaviyi reddetmesine karşın hekimin tıbbi müdahalede
bulunmasının hukuka aykırılık teşkil etmeyeceği düşüncesindeyiz. Özellikle
böyle bir salgının olduğu hallerde kişilerin sağlığının yanında kamu sağlığının
da korunması gerekir. Tek bir hastanın dahi tedaviyi reddetmesi, önlemlere
karşı çıkması pek çok kişinin sağlığına zarar verilmesi ile sonuçlanacaktır. Dolayısıyla ölüm ile sonuçlanan bu salgının
tedavisinin reddi hem kişinin kendi yaşamına son vermesi hem de kamu sağlığının
tehlikeye sokulmasına neden olacağından gerek Türk Ceza Kanunu gerek Umumi
Hıfzısıhha Kanunu hükümlerinin yön göstericiliğinde hukuka ve ahlaka aykırılık
nedeniyle dikkate alınmamalı ve hastaya tıbbi müdahalede bulunulmalıdır.
-
Özen Yükümlülüğü:
Hekimin özen yükümlülüğü aslında diğer
tüm yükümlülükleri de kapsayan genel bir yükümlülüktür. Hekimin minik bir
hatası bile hastanın ölümü ile sonuçlanabileceğinden hekim, mümkün olan her
türlü dikkat ve özeni, hasta ile olan ilişkinin tüm aşamalarında en yüksek
düzeyde yerine getirmelidir. Bu özen
yükümlülüğü hem genel mesleki özen hem de hekimin bilgi ve tecrübesine,
uzmanlığına bağlı özeni ifade eder.
Özen yükümlülüğü her somut olayda
farklı değerlendirilmelidir. Genel dikkat ve özen gerektiren durumların yanında
daha fazla özen gerektiren hasta ve hastalıklarda özen düzeyi o oranda
artırılmalıdır. Pandemi olarak kabul edilen Covid – 19’un bulaşmasının
kolaylığı ve tespitinin zorluğu dikkate alındığında özen yükümlülüğünün de en
üst seviyede yerine getirilmesi gerekmektedir. Zor şartlar altında saatlerce
bulaşıcı hastalıkların olduğu ortamda çalışmak zorunda kalan hekimler,
yorgunluk nedeniyle bu yükümlülüklerini yerine getirememeleri söz konusu
olabilir. Bu kapsamda hekimlerin belirli aralıklarla çalıştırılarak
dinlenmesinin sağlanması da büyük önem taşımaktadır.
5
HEKİMİN HAKLARI
Hekimin yükümlülükleri olduğu gibi
birtakım hakları da bulunmaktadır. Bunlar başlıca hastadan saygı, güven ve
işbirliği bekleme, kendi sağlığını koruma, tanıklıktan çekinme, haklı nedenle
tedaviyi üstlenme veya bırakma olarak sayılabilir. Hekimin haklarında da sadece
birkaç hak üzerinde durulacaktır.
-
Sağlığını Koruma Hakkı:
Hekimin sağlığını koruma hakkı
öncelikle Anayasa’da yer verilen yaşam hakkının bir yansımasıdır. Hekimin
görevini en iyi şekilde yapabilmesi için önce kendisinin sağlıklı ve huzurlu olması
gerekmektedir. Özellikle bulaşıcı hastalıklar konusunda hekimlerin korunması
sağlanmalı, gerekli önlem ve tedbirler alındıktan sonra hekimin görevini
yapması beklenmelidir.
Günümüz koşullarında hekimin, salgına
maruz kalanlara sağlıkla yardımda bulunabilmesi için öncelikle kendini koruması
ve gerekli tedbirleri başta kendisi için alması gerekmektedir. Tanı
koyulmamakla birlikte virüsü taşıdığından şüphe edilen hastalarla dahi koruyucu
önlemleri almadan temasa geçmemeli aynı şekilde temasta bulunduktan sonra da
her türlü önlemi alarak kendini dezenfekte edebilmelidir.
- Mesleğini Serbestçe İcra Etme Hakkı:
Hekimin mesleğini herhangi bir baskı,
zorlama, karışma olmaksızın her türlü müdahaleden uzak bir şekilde yerine
getirmesi gerekmektedir. Hekim, hiçbir kişi ve/veya merciden baskı görmeden
sadece bilimsel kanıtlar, meslek etiği, vicdanı ve hukuka karşı kendini sorumlu
görerek hareket etmelidir. Anayasa’nın 18. maddesinde hiç kimsenin zorla
çalıştırılamayacağı hükmüne yer verilmiştir. Bununla birlikte maddenin
devamında ülke ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı alanlarda öngörülen vatandaşlık
ödevi niteliğindeki beden ve fikir çalışmalarının zorla çalıştırma
sayılmayacağı da ifade edilmiştir.
DSÖ tarafından pandemi olarak kabul
edilen bu süreçte hekimlerimiz dahil pek çok sağlık çalışanı aralıksız çalışmak
zorunda kalarak izin haklarını kullanamadıkları gibi çoğu evinden ve ailesinden
de ayrı yaşamak mecburiyetindedir. Bu durum her ne kadar zorlayıcı ve yıpratıcı
olsa da pandemi sürecinde yapılan çalışmanın Anayasa md. 18/2’de belirtildiği
üzere zorla çalıştırma veya mesleğini serbestçe icra etme hakkına engel olarak
değerlendirilmesi mümkün değildir.
-
Hastayı Red Hakkı:
Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi’nin 3.
maddesi de “Tabip, vazifesi ve ihtisası
ne olursa olsun, gerekli bakımın sağlanamadığı acil vakalarda, mücbir sebep
olmadıkça, ilk yardımda bulunur.” hükmüne yer vermekle hekimin müdahalede
bulunma yükümlülüğü ortaya konmuştur. Bunla birlikte Tıbbi Deontoloji
Nizamnamesi md. 18 hekimin, acil yardım, resmi veya insani vazifenin ifası
halleri hariç olmak üzere, mesleki veya şahsi sebeplerle hastaya bakmayı
reddedebileceğini düzenlemiştir. Her iki düzenlemenin de altını çizdiği üzere
acil durumlar, resmi vazifeler ve insani vazifeler hastayı reddetme hakkının
istisnalarıdır.
Acil yardım, hayatı tehlikede olan ve
erken müdahale ile kurtulması mümkün olan hasta için söz konusudur. Acil
tedavide hekimin hem kısa sürede belli bir disiplin içinde sahip olduğu bilgi
ve tecrübe ile hareket etmesi beklenmekte hem de hukuki sorumluluklarından hiç
ödün vermemesi ve hukuk kurallarını eksiksiz olarak yerine getirmesi
istenmektedir.
Şahsi veya mesleki sebeplere dayanarak
hizmetten çekilmeyi önleyen ikinci durum, hekimin sağlık hizmetini resmi
görevin ifası şeklinde sunmasıdır. Yargı kararları incelendiğinde, resmi
görevin ifasının kamu görevlisi niteliğine sahip olan hekimlerin hizmetten
çekilmesinin mümkün olmadığı olarak ele alınmıştır. Yine Danıştay’ın aile
hekimlerine ilişkin bir kararında aile hekimlerinin resmi görevli olduklarından
bahisle hastaya bakma görevini reddedemeyeceklerine hükmedilmiştir (bkz.
Danıştay 5. Daire, T. 19.09.2012, 2012/7854, Hakeri, Tıp Hukuku, s. 117).
İnsani vazifenin ifası olarak sayılan üçüncü istisna da çoğunlukla acil
vakıalara ilk yardımda bulunma yükümlülüğü şeklinde görülmekte olup hekimin
kanuni veya sözleşmesel bir yükümlülüğünün bulunmadığı hallerde dahi tıbbi
girişim gereken bir durumla karşılaştığında tedavi uygulamasını ifade eder.
Hekimlerin yüksek risk grubunda yer
alması nedeniyle özellikle bulaşıcı hastalıklar bakımından hastayı red hakkının
bulunup bulunmadığı tüm salgın dönemlerinde olduğu gibi gündeme gelmektedir.
Tıbbi Deontoloji Nizamnamesinin 15. maddesinde hekimin hastaya bakmak üzere bir
aile nezdinde veya herhangi bir müesseseye çağrılması durumunda tedaviye devamı
reddetmek pahasına da olsa hijyen ve korunma kaidelerine riayeti temin için
gayret sarf edeceği belirtilmiştir. Fakat bu düzenleme sadece sağlık kuruluşu
dışına çağrılan hekimi kapsamaktadır.
Dolayısıyla sağlık kuruluşunda hekimin bu hakka sahip olup olamayacağı
tartışmalıdır.
Covid- 19, hastayı red hakkının
istisnaları kapsamında değerlendirildiğinde her üç istisna (acil durum, resmi
vazife ve insani vazife olarak) olarak kabul etmek mümkündür. Corona virüs
pozitif olan bir hastaya ne kadar erken müdahale edilirse ölümün gerçekleşme
ihtimali aynı oranda azalmakta olduğundan acil vakıa sayılmalıdır ki 9 Nisan
2020 tarihi itibariyle Covid-19 olgularının tedavisi zaten acil hal kapsamına
alınmıştır. Yine Covid-19 tedavilerinde kamu-özel ayrımı da kaldırıldığından
hekim de kamu görevlisi olarak kabul edilmeli ve verdiği hizmet de resmi vazife
olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca yapılan çalışmalar hem bireysel hem kamusal
olarak düşünüldüğünde insani vazife olarak da kabul edilmelidir. Tüm bu
nedenlerle ne hastanın hekimi red hakkı ne de vakıaların bu denli yüksek
olmasına karşı sınırlı sayıda olan hekimin hastayı red hakkının bulunmadığı
düşüncesindeyiz.
6
HEKİMİN HUKUKİ
SORUMLULUĞU?
Hekimin sorumluluğundan bahsedebilmek
için öncelikle tıbbi müdahale, komplikasyon ve malpraktis kavramlarının
açıklanması gerekmektedir. Tıbbi müdahale genel hatlarıyla hekimin
tedavi amacına yönelik olarak gerçekleştirdiği her türlü faaliyet şeklinde
tanımlanmaktadır.
Tıbbi müdahalenin hukuki dayanağı başta yaşam hakkının düzenlendiği Anayasa’nın
17. maddesinde yer alan “Herkes, yaşama,
maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi
zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne
dokunulamaz, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz.” hükmünden
ileri gelmektedir. Yine Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 4. maddesinde “tıp mesleğini icraya yetkili kişiler
tarafından uygulanan, sağlığı koruma, hastalıkların teşhis ve tedavisi için
ilgili meslekî yükümlülükler ve standartlara uygun olarak tıbbın sınırları
içinde gerçekleştirilen fizikî ve ruhî girişimi ifade eder” denilerek tıbbi
müdahalenin tanımı yapılmıştır. Her tıbbi müdahale kişinin vücut bütünlüğüne
yönelik bir fiil olduğundan müdahalenin hukuka uygun olduğunun kabul edilmesi
için belirli unsurları barındırması gerekir. Bunlar, tıbbi müdahale uygulayan
kişinin yetkili olması, tıbbi müdahalenin hukuken kabul edilebilir bir amaca
yönelik olması, tıbbın sınırları içerisinde tıbbi kural ve standartlara uygun
yapılması ve hastanın aydınlatılmış rızasının alınmış olmasıdır.
Tüm tıbbi müdahaleler, hekim tarafından
gerekli dikkat ve özen gösterilmiş olsa dahi hasta yönünden bazı kaçınılmaz
riskler taşımaktadır. Hastanın bilgilendirilmesi / aydınlatılması yükümlülüğü
uyarınca bu riskler ile ilgili olarak aydınlatılmış olması ve hastanın onamının
alınmasıyla tıbbi müdahalede bulunulması gerekmektedir. Hasta tarafından izin
verilen bu risklerin tıbbi karşılığı komplikasyon
(tıbbi müdahalede istenmeyen durum)’dur. Komplikasyon olarak ifade edilen bu
durumlar için hekimin hukuken sorumlu tutulmamasının şartı ise hastayı önceden
bilgilendirmiş ve hastanın rızasını almış olmasıdır. Hekim, tıbbi müdahaleyi bilim ve meslek
kurallarına uygun olarak dikkat ve özenle yerine getirdiği takdirde ortaya
çıkan komplikasyonlardan sorumlu tutulamayacaktır.
Malpraktis kavramı, hekimin tedbirsiz
davranışı, dikkatsizliği, kurallara uymaması, beceri eksikliği veya ihmali gibi
nedenlerle hastaya zarar vermesi olarak tanımlanabilir. Dünya Tabipler
Birliği’nin 1992 yılında yapılan 44. Genel Kurulu'nda kabul edilen
bildirgesinde malpraktis “Hekimin tedavi
sırasında standart uygulamayı yapmaması, beceri eksikliği veya hastaya tedavi
vermemesi ile oluşan zarar” şeklinde tanımlanmıştır.
Tıpta uygulama hatalarının belki de en
önemli sebeplerinden birisi hasta başına ayrılan sürenin az olması nedeniyle
hastaya gereken özenin gösterilmemesidir. Bu durum Covid-19 salgını açısından
değerlendirildiğinde beklenmeyen bir hızla yayılan virüs, hastane
kapasitelerinden daha fazla hastaya müdahalede bulunulmasını gerektirmiştir.
Normal şartlarda dahi sayı olarak bir hastaya ayrılabilecek süreden çok daha az
sürede kişilerin virüsü taşıyıp taşımadıklarının tespitine yönelik işlemler
gerçekleştirilmek zorunda kalınmıştır. Yorgunluk ve yoğunluğun tahmin
edilemeyecek oranda arttığı bu şartlarda hekimin malpraktis sayılacak
davranışlarının önüne geçebilmek için başta koruyucu ekipmanların sağlanması
olmak üzere azami düzeyde önlemin sağlık çalışanları için alınmış olması
gerekmektedir. Zira tıbbi müdahale
sırasında hekimin dikkatsiz davranışı sonucunda ortaya çıkabilecek ufak bir hata
dahi büyük sorunların yaşanmasına neden olabilir. Özellikle pandemi olarak
kabul edilen ve yayılma hızı yüksek olan corona virüsü gibi bulaşıcı
hastalıklar halinde ihmal edilen tek bir şey başta hekimin kendi sağlığı olmak
üzere hem hastaların hem temasta bulunabileceği sağlık çalışanlarının hem de
kamunun sağlığını tehdit edebilecektir. Denize atılan bir taşın oluşturduğu
dalgaların genişleyerek ilerlemesi gibi salgının da ilerlemesi istenmiyorsa
gerekli tüm dikkat ve özen gösterilmeli, canları pahasına çalışan hekim ve tüm
sağlık personeline biraz olsun yardımda bulunabilmek adına her türlü önlem
alınmalı ve tedbirlere uyulmalıdır.
Türk hukukunda hekimin sorumluluğuna
yönelik özel bir düzenleme bulunmasa da başta Türk Borçlar Kanunu ve Türk Ceza
Kanunu’nda yer verilen düzenlemelere ek olarak sağlık hizmetlerine dair
düzenlemelerde de hekimin sorumluluğu konusunda pek çok hüküm bulunmaktadır.
Hekim, kendi hata, ihmal ve kusuru nedeniyle hastaya verdiği zararlardan Ceza
Hukuku hükümlerince şahsen sorumlu olabileceği gibi, aynı zamanda Borçlar
Kanunu hükümlerine göre de hekimin tazminat sorumluluğu ortaya çıkabilmektedir.
Daha önce ifade edildiği üzere hekim – hasta arasındaki ilişki sözleşmeden
kaynaklanabileceği gibi taraflar arasında vekaletsiz iş görme ve haksız fiil
ilişkisi de doğabilmektedir.
Vekalet
sözleşmesi hükümleri uyarınca hekim, sonuç taahhüdünde bulunmamakla sonucun elde
edilmemesinden sorumlu değilse de, bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın,
yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışların özenli olmayışından doğan
zararlardan dolayı sorumludur. Nitekim bu anlayış Yargıtay’ın pek çok kararında
olduğu gibi Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 09.04.2014 tarih ve 2013/30822 E. –
2014/10772 K. sayılı kararı ile bir kez daha ortaya konmuştur. Türk Borçlar Kanunu'nun ilgili hükümleri uyarınca
vekilin sorumluluğu, genel olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin kurallara
bağlıdır. Vekil işçi gibi özenle davranmak zorunda olup, en hafif kusurundan
bile sorumlu tutulmaktadır. Dolayısıyla
hekimin meslek alanı içinde olan bütün kusurları, hafif de olsa, sorumluluğun
unsuru olarak kabul edilmelidir. Hekim, hastasının zarar görmemesi için,
mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu tıbbi açıdan zamanında
ve gecikmeksizin saptayıp, somut durumun gerektirdiği önlemleri eksiksiz
biçimde almak, uygun tedaviyi de yine gecikmeden belirleyip uygulamak
zorundadır. Asgari düzeyde dahi olsa, bir tereddüt doğuran durumlarda bu
tereddüdünü ortadan kaldıracak araştırmalar yapmak ve bu arada da koruyucu
tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında bir seçim
yapılırken, hastanın ve hastalığın özellikleri göz önünde tutulmak, onu risk
altına sokacak tutum ve davranışlardan kaçınılmak ve en emin yol seçilmelidir.
Gereken özeni göstermeyen hekim TBK md. 510/1 uyarınca vekaleti gereği gibi ifa
etmemiş sayılmalıdır. Tıbbın gerek ve kurallarına uygun davranılmakla birlikte
sonuç değişmemiş ise bu durumda hekim sorumlu tutulmamalıdır.
Güzelleştirme
ve estetik amacıyla yapılan müdahalelerin hukuki niteliği eser sözleşmesi
olarak nitelendirilmiştir. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 07.11.2017 tarih ve
2017/2286 E. – 2017/3847 K. sayılı ilamında da ifade edildiği üzere eser
sözleşmelerinin diğer iş görme sözleşmelerinden ayıran en önemli fark
sonuç sorumluluğu, yani tarafların anlaşmaları doğrultusunda yüklenicinin bir
sonucu meydana getirmeyi taahhüt etmesidir. Sonucu taahhüt eden hekim hastanın
yararını gözeterek özen görevini sadakatle yerine getirmek zorundadır. Sadakat
borcu, hekimin hastanın yararına olacak şeyleri yapma, zararına olacak şeyleri
yapmama anlamını da ifade eder. Hekimin özen borcundan doğan sorumluluğunun
belirlenmesinde, benzer alandaki işleri üstlenen basiretli bir hekimin
göstermesi gereken mesleki ve teknik kurallara uygun davranışları esas
alınacaktır. Eserin,
sözleşmede kararlaştırılan niteliklerine, ya da iş sahibinin beklediği amaca
uygun olmaması veya lüzumlu bazı vasıflardan bir ya da bir kaçının bulunmaması
halinde ayıplı ifa edildiğinin kabulü gerekir.
Vekaletsiz iş görme halinde hukuki
sorumluluk TBK md. 527 ile hüküm altına alınmıştır. Bu madde hükmü uyarınca
hekim, her türlü ihmalinden sorumlu olacaktır. Ancak, hekim bu müdahaleyi
hastanın karşılaştığı zararı veya zarar tehlikesini gidermek üzere yapmışsa,
sorumluluğu daha hafif olarak değerlendirilecektir. Hekim, hastanın açıkça veya
örtülü olarak yasaklamış olmasına karşın bu müdahalede bulunmuşsa ve hastanın
yasaklaması da hukuka veya ahlaka aykırı değilse, beklenmedik hâlden de
sorumluluk gündeme gelecektir. Ancak, hekim müdahalede bulunmasaydı bile bu
zararın beklenmedik hâl sonucunda gerçekleşeceğini ispat ederse sorumluluktan
kurtulur.
Şayet taraflar arasında bir sözleşme
ilişkisi mevcut değil ve vekaletsiz iş görmenin şartları oluşmamış ise hekim
Türk Borçlar Kanunu md. 49 hükmüne göre sorumlu olacaktır. Yani kusurlu ve
hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren hekim, bu zararı gidermekle
yükümlüdür. Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile,
ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar verilmesi durumunda da bu
zararın giderilmesi gerekecektir.
7
ÖZEL HASTANE – DEVLET
HASTANESİ AYRIMI
Hekim hatası hekimin ve bir kuruma
bağlı ise kurumun hukuki sorumluluğunu doğurur. Bu sorumluluk Türk Borçlar
Hukuku anlamında tazminat sorumluluğu olarak karşımıza çıkar. Malpraktis
nedeniyle açılan tazminat davalarında, hekimin özel sağlık kurumlarında veya
devlet ile diğer kamu tüzel kişilerine ait sağlık kurumlarında faaliyet
gösteriyor olması davaya uygulanacak yargılama usulü yönünden farklılıklara yol
açmaktadır.
Kamu hastanesi, sağlık hizmeti sunmak
amacıyla kurulan ve kamu yönetiminin içinde yer alan bir kurumdur. Kamu
hastanesinde çalışan, tıbbi tedavi ve girişimlerde bulunan hekim kamu personeli
statüsündedir. Kamu
hastanesinde çalışan hekim ile hasta arası ilişkide sözleşme ilişkisinin yerini
idare hukuku ilişkisi almaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 26.02.2014
tarih ve 2013/4- 579 E. – 2014/155 K. sayılı kararında da yer verilmekle bu
durumda kamu görevlisinin görevini yaparken kusurlu davranışta bulunmasının
hizmet kusuru mu yoksa hizmetten ayrılabilen kişisel kusuru mu olacağının
tespiti gerekmektedir. Kamu hizmeti yapan kamu kurumları tüzel kişilik
olduklarından ve bu kişilik maddi değil soyut bir kişilik olduğundan, kamu
hizmetini bizzat değil gerçek kişi konumunda olan kamu görevlileri ve bunların
kullandıkları araç ve gereçlerle yerine getirilir. Bunun sonucu olarak, kamu
görevlilerinin kusur, ihmal ve hatalarından dolayı kamu hizmetinin yerine
getirildiği sırada hastanın zarar görmesi halinde meydana gelecek kusur kamu
kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Burada, kamu görevlisi hekimin hizmetten
ayrılabilen kişisel kusurundan bahsetmek kesinlikle mümkün değildir. Kamu
görevlisinin buradaki kusuru hizmet kusurunu oluşturur.
Fakat hekimin hizmetten ayrılabilen
kişisel kusuru yani kamu hizmetiyle ilgisi olmayan ve hekimin tamamen özel
tutum ve davranışlarından kaynaklanan bir kusur var ise zarar gören açısından
sebeplerin yarışması ilkesi uygulama alanı bulabilecektir. Kamu hastanesinde
çalışan hekim, kusurlu tıbbi müdahalede bulunarak hastaya zarar verdiğinde haksız
fiil hükümleri gereği sorumlu olacaktır. Böylece zarar gören açısından davacı
isterse haksız fiil nedeniyle adli yargıda tazminat davası isterse idare
aleyhine idari yargıda tam yargı davası açarak zararının tazminini
isteyebilecektir.
24.05.1933 tarih ve 2219 sayılı Hususi
Hastaneler Kanunu’nun 1. maddesinde “Devletin
resmi hastanelerinden ve hususi idarelerle belediye hastanelerinden başka
yatırılarak hasta tedavi etmek veya yeni hastalık geçirmişlerin zayıfları
yeniden eski kuvvetlerini buluncaya kadar sıhhi şartlar içinde beslenmek ve
doğum yardımlarında bulunmak için açılan ve açılacak olan sağlık yurtları” olarak
tanımlanan özel hastaneye başvurulduğunda hastane ile hasta arasında sözleşme
ilişkisi kurulmaktadır. Hekim ile hasta arasında sözleşmesel bir ilişki
bulunmadığından bu durumda malpraktis nedeniyle açılacak dava Türk Borçlar
Kanunu’nun 49. maddesinde düzenlenen haksız fiil hükümlerine dayandırılacaktır.
Bununla birlikte özel hastanenin, bünyesinde çalıştırdığı hekim nedeniyle
TBK'nın 116. maddesinde yer alan yardımcı kişilerin fiillerinden sorumluluk
gereğince de hastaya karşı sorumluluğu bulunmaktadır.
Hekimin kusur derecesi belirlenirken kişisel mazeretler göz
önünde bulundurulmaksızın tıp alanındaki gelişmeler dikkate alınarak zararın
önlenebilir olup olmadığı tespit edilir. Yargıtay’ın da kabul ettiği üzere
vekil, işçi gibi özenle davranmak zorunda olup, hafif kusurundan bile sorumlu
olacağından hekimin meslek alanı içinde olan bütün kusurları sorumluluğun unsuru
olarak kabul edilmektedir. Sözleşmeden doğan sorumlulukta kusur kast ve
ihmal olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hekim her türlü kusurundan sorumlu
olduğundan kusurun ağırlığı tazminat miktarının tayininde önem taşır.
Haksız fiile ilişkin kusur ile sözleşmeye dayanan
sorumluluktaki kusur arasında içerik bakımından bir farklılık bulunmamaktadır.
Her iki sorumluluk arasındaki fark, ispat yükünün kime ait olacağı noktasında
toplanmaktadır. Zira sözleşmeye dayanan sorumluluktan farklı olarak burada
kusurun ispatı zarar gören durumundaki hastaya aittir.
Tıbbi müdahaleden dolayı oluşan
zararların tazmininde idarenin hizmet kusurundan sorumlu tutulabilmesi için
ağır kusurlu bir davranış ile hareket edilmiş olması gerekmektedir. Keza
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 07.03.2003 tarih ve 2002/716 E. - 2003/91 K. sayılı kararında
da “İdare hukukunun ilkeleri ve Danıştay’ın yerleşik içtihatlarına göre,
zarar gören kişinin hizmetten yararlanan durumunda olduğu ve hizmetin riskli
bir nitelik taşıdığı hallerde, idarenin tazmin yükümlülüğünün doğması için
zararın, idarenin ağır hizmet kusuru sonucu meydana gelmiş olması
gerekmektedir. Bünyesinde risk taşıyan hizmetlerden olan sağlık hizmetlerinden
yararlananın zarara uğraması halinde, bu zararın tazmini ancak idarenin ağır
hizmet kusurunun varlığı halinde mümkün olabilecektir.” denilmektedir.
Covid-19, kuluçka süresinde hiçbir
belirti göstermeksizin kişinin olağan hayatına devam etmesine imkan tanıyarak,
kendisini ciddi anlamda gizleyen bir virüs çeşididir. Kaldı ki bazı vakıalarda
taşıyıcıda herhangi bir belirti olmamasına rağmen virüs başkalarına
bulaştırılabilmektedir.
Gelinen noktada hem corona virüse hem tedavisine hem de belirtilerine ilişkin
bilgiler sınırlıdır. Bu hususlar dikkate alındığında bariz hatalar haricinde
kusurun nasıl ve kime yöneltileceğinin belirlenmesi oldukça güçtür.
8
COVİD-19 KAPSAMINDA
DEVLET – ÖZEL AYRIMI OLMAKSIZIN KAMU GÖREVLİSİ SAYILMA VE FİİLİ MEMUR KAVRAMI
Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri
Genel Müdürlüğü’nün 20.03.2020 tarih ve 14500235-403.99 sayılı genelgesi ile
bünyesinde enfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji, göğüs hastalıkları,
iç hastalıkları uzmanı hekimlerden en az ikisinin bulunduğu 3. seviye erişkin
yoğun bakım yatağı bulunan tüm hastaneler "pandemi hastaneleri"
olarak kabul edildi. Yine aynı genelgede tanımı yapılan pandemi hastaneleri,
Covid – 19 tanısı almış ( test pozitif) vakıaların tedavi sürecinin yapılmış
olduğu hastanelerdir. Sağlık Bakanlığına bağlı hastaneler ile Devlet/Vakıf Üniversitesi
hastaneleri ve tüm özel sağlık kuruluşlarınca uygulanması konusunda gerekli
hassasiyetin gösterilmesi Sağlık Bakanlığı tarafından istenmiş olup corona
virüs kapsamında devlet hastanesi özel hastane ayrımı ortadan kalkmıştır.
Yine bu hususta Prof. Dr. Kemal Gözler’in açıklamaları ışığında fiili memur
teorisinden bahsedilmesi gerekmektedir. Fiili memur teorisi Fransız yargı
içtihatları tarafından geliştirilen fiili memur teorisi ne göre aslında yetkisiz olan bir kişinin belirli koşullarda
yaptığı işlem geçerli olarak kabul edilmektedir. Bu teorinin temelinde “görünüş teorisi” ve “zaruret teorisi” olmak üzere iki alt
teori bulunmaktadır. Görünüş teorisinde
gerçekte memur olmayan bir kişinin bir sebepten ötürü belirli bir makamda
bulunarak yetkisi olmaksızın işlemler yapmaktadır. İyi niyetli üçüncü kişilerin, bir makamı
işgal eden, birtakım yetkiler kullanan böyle bir görünüşte memurun usule uygun
olarak atanmış memur olup olmadığını bilmeleri mümkün değildir. İyi niyetli
üçüncü kişilerin zarar görmemeleri için görünüşte memurun yaptığı işlemlerin
geçerli olduğu kabul edilir. Zaruret teorisinde ise bazı olağanüstü durumlarda,
kamu hizmetlerinin yürütülmesi zarureti karşısında yetkisi olmayan, hatta
idareye tamamıyla yabancı kişilerin yaptığı, kamu yararının
gerçekleştirilmesine yönelik bazı işlemlerin geçerli olduğu ve bu kişilerin
“fiili memur” olduğu kabul edilmektedir. Özellikle bazı kamu hizmetlerinin
yürütülmesine, bazı acil durumlarda hiçbir yetki ve görevi olmayan sıradan
vatandaşlar da katılabilmektedir.
Gerek Sağlık Bakanlığı
tarafından yayınlanan genelge gerek fiili memur teorisi dikkate alındığında
Covid – 19 kapsamında tıbbi müdahale ve girişimlerde bulunan hekimin kamu
görevlisi olarak kabul edilmesi yine sunulan hizmetin de kamu hizmeti olarak
değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu
kabul ile malpraktis nedeniyle açılacak davalar ve kusur tespiti gibi hekim –
hasta – hastane ilişkisinde kamu hastaneleri için geçerli olan prensipler
çerçevesinde hareket edilmelidir.
9
GÖREV SIRASINDA COVİD – 19
BULAŞMASI NEDENİYLE HEKİMİN ÖLÜMÜ –
ŞEHİT SAYILMA
Solunum ve
temas ile bulaşan corona virüsün yayılma hızı dikkate alındığında birçok hekim
ve sağlık çalışının da müdahaleler sırasında virüse maruz kaldığı şüphesizdir.
Nitekim Covid – 19 Pandemisinde Meslek Hastalığı Tanı Kılavuzunda çalışanların virüsle karşılaşma
risklerine göre yapılan sınıflandırmada sağlık çalışanları, en yüksek riskli
meslek grubu olarak kabul edilmiştir. Çin’de enfekte olanların %3,8’nin sağlık
personeli olduğu, Singapur’daki başlangıç vakıaların %68’inin mesleksel maruz
kalım ile ilişkisi olabileceği ve İtalya’da olguların %10 kadarının sağlık
çalışanları olduğu yapılan çalışma ile belirtilmiştir.
Yine Türkiye genelinde 44 ilden alınan raporda 3.474 sağlık çalışanına virüsün bulaştığı
bu sayının %38’ini hekimlerin oluşturduğu yapılan açıklamalarda ifade
edilmiştir.
Covid-19 vakıası ile teması olan hekim
ve diğer sağlık çalışanlarında corona virüsün pozitif çıkması sonucu hayatını kaybeden hekim ve sağlık çalışanlarının hukuki
durumunun da değerlendirilmesi gerekmektedir.
Yüksek risk altında,
ailelerinden uzakta kamu sağlığını kendilerinden üstün tutan çalışanlarımızın
bu salgın nedeniyle hayatlarını kaybetmeleri halinde şehitlik unvanına
erişebilmelerinin mümkün olup olmadığı hususu ortaya çıkmaktadır.
Mevzuatımızda asker dışında kalan ve
toplumumuzca şehitlik mertebesine çıkarılan, sivil şehitler için bir yasal
düzenleme bulunmamaktadır. Şehit için hukuki tanım dahi yapılmamış olmasına
rağmen 12.11.2016 tarihli Resmi Gazetede “Şehitlik Yönetmeliği” yayınlanmıştır.
Bu yönetmelik hükümleri ile kimlerin şehitliklere defnedileceği belirlenmiştir.
Yönetmeliği incelediğimizde, pek çok yasanın içinde yer alan, ölümü, söz konusu
yasanın ilgili maddeleri kapsamında yer alan kişiler için şehit denilmemekle
birlikte, şehitliklere defnedilebileceği düzenlenmiştir. Ayrıca, değişik
yasalarda bunlara sağlanan yardımlar da düzenlenmiştir. Bu doğrultuda şu an
için Covid
– 19 sebebiyle hayatını kaybeden sağlık çalışanlarımızın hukuken şehit
sayılamayacağı görülmektedir. Ancak bu
salgın nedeni ile bizlerin hayatta kalması için hayatlarını feda eden tüm
sağlık çalışanlarının bizim gönlümüzdeki yerinin şehitlik mertebesi olduğunu
söylemek isteriz.
Covid-19 Pandemisinde Meslek Hastalığı
Tanı Kılavuzu, Ceyda Şahan - Esra Aydın -
Özgür Gökçen Arkan - M. Erdem
Alagüney - Yücel Demiral